11 Eylül 2010 Cumartesi

Aşk için...son yazı!


Böyle mi alıştırıldık, böyle öğretildiği için mi ille bir şeyleri, bir insanı dokunarak, koklayarak sevmediğimizde, adına sevmekten başka herşeyi yakıştırırızda, sevmek olduğuna inanmayız?
"Onu görmelisin... onu tanımalısın... o anlatılmaz,yaşanır... ahh bir görsen var ya... vsvsvs" sözcükleriyle başlayan cümlelerimiz vardır bizim.
Dokunmadan sevebilenler hayalperestlerdir.
Görmeden,dokunmadan aşık olanlar... onlar; arkasından "salak valla salak" dediğimiz, bir başka boyutta yaşadığına inandığımız, "ellemeyin o dünyasında mutlu" falan filan diye gülüştüğümüz bambaşka bir tür. ;)

Bir öykü vardır, bilmem bilir misiniz?
Kütüphaneden kitap alan bir delikanlı, sayfaların arasında bir not bulur ve notun sahibine mektup yazar... , bir iki karşılıklı mektuptan sonra buluşma zamanı geldiğinde savaş patlar ve genç adam yıllarca sürecek savaş için cepheye gider. Ama ne savaş, ne uzaklık iki insanın birbirine ulaşmasına engel değildir. Birbirlerini hiç görmeden sadece yazdıklarından tanıyan iki insan mektuplarda severler birbirlerini...
Savaş biter.
Buluşma zamanı gelir. Cepheden dönen teğmeni tren garında karşılayacaktır vefalı mektup arkadaşı. Genç adam kendisini tanıması için bir resmini yollar. Gelen yanıtta resim yoktur, "trenden indiğinde elimde kırmızı bir gülle sana doğru yürüyeceğim", yazmaktadır sadece.
Heyecanla iner trenden teğmen.
İstasyonda kavuşanlar, sarılanlar...
Birden görür elinde kırmızı bir gülle kendisine doğru yürüyen yaşlıca kadını. Bir an bile tereddüt etmeden koşar ona doğru ve sarılır.
Yıllarca cephede savaşan subayın sevgiyle sarılmasına karşılık kadında ona sarılır.
Ayrıldıklarında gülümser kadın... "Hoşgeldin teğmenim" der ve eliyle istasyonun karşısındaki meydanı işaret eder, "seni bekleyen ben değilim, elime bu gülü tutuşturup, sana doğru yürümemi rica eden şu karşıdaki genç hanım.", diye gülümser...

Bu öykü tamamen hayal ürünü olabilir, pek çoğunuz için hiç bir anlamı olmayan bir hayal ürünü. Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, hala bu saçmalıklara inanıyor musun? diye bana gülümseyenleri de görür gibiyim... ;)
Peki... kaçıncı yüzyıla geldiğimiz halde hala neden inanıyoruz Leyla ile Mecnun'a, Ferhat ile Şirin'e, Nazım ile Piraye'nin mektuplarda yaşayan, Nazım'a şiirler yazdıran aşklarına? Neden büyük aşklara örneklerimiz bu masalsı aşklar?
Yoksa bu destanlar, bir sabah Desmond Morris'in "Sevmek Dokunmaktır" kitabını başucumuzda bulduğumuzda yerle bir oldu da, bu kitap bir beni mi etkilemedi?
Ben önce sevip, sonra dokunmakla sevginin büyüyeceğine inanların belki sonuncusuyum.
"Sevgi emek ister" diyen Aytmatov'un sıkı takipçisiyim.
Çünkü zamamızda "dokunmalar" o kadar farklı ki...
Ve benim 'şimdilik' seni sevmem için sana dokunmama gerek yok ki.
Sonunu söylemeyeceğim bir masalı yalnız yaşamadığım bilinciyle...
"Sen bana ışık ver yeter... bende filiz çok
köklerim içimde gizlidir
gelen giden, açan soran, bere budak yok..."

Küçük bir dip notcuk: Hep söz verdiğim gibi, bundan sonra blog yazıları güncel olacak;)

Daha önemli bir dip notcuk: Hani bazen kızmalarım var ya... asla aşka değil!

Ve kendime özel bir dip notcuk: Biliyorum görünce beni, hep tanıyordum diyeceksin...

4 yorum:

  1. Ben de o "salak, valla salak" olanlardanım.

    Ama... iyi ki de öyleyim. ;)

    YanıtlaSil
  2. Keyfini çıkaralım o zaman müsekkin;))

    YanıtlaSil
  3. :) Kaldımı sizin gibi insanlar.Gerçekten samimi mi bu düşünceler.Görmeden,duymadan ve dokunmadan.Bir tabir daha koyarsak eğer, koklamadan.Amacı kavuşmak olmayan bir aşk olmaz.Olamaz.Görmek,duymak ve dokunmak.Bence aşık bunları yapacağı günün hayaliyle yaşar.Tabi bazen aşkın içinde hayal kırıklığı da gizlenmiş olur.Buna Facia denir.:)

    YanıtlaSil
  4. bir salak da ben demek ki, iyi ki :

    YanıtlaSil