26 Mayıs 2011 Perşembe

Bir kitap okudum,hayatım değişmedi ama harikasın sen Ersin Ata

Bir kitap okudum, hayatım değişmedi.
Çünkü ben zaten engelli insanların o kadar içindeyim, ve onların duyarlılığın o kadar bilincindeyim ki, hayatım belki onları tanıdığımda değişmişti.
Ve Ersin Ata'nın kitabı beni kah ağlattı, kah gülümsetti. Ama ben onu daha yakından tanıdım. Ve daha çok sevdim.
Kitabı çıktığı gün aldım.
DandR'da "Kitap bugün dağıtıldı, size geldi mi? Arkadaşımın kitabı!" derken çok gururlandım. Bu hissi Şebnem Aybar'ın kitabını alırken de yaşamıştım.
Arkadaşımın kitabı!
Kitap yazdıklarını bile bilmeden, sanal bir ortamda dostluk kurduğum kişilerin bana yaşattıkları harika duygular. Sağolsunlar.

Ersin Ata, doğduğu günden bugüne yaşadığı her olumlu,olumsuz olayı paylaşmış bizimle. Çok içten, çok sade bir anlatımla. Kitabı okurken bir günlük okuyoruz dolayısıyla.

Ben satır aralarında engelliler için eksiklerin altını çizdim.

Engelliler konusunda ne yazık sınıfta kalmış bir ülkeyiz.

Onların yaşamını kolaylaştırmak, çektikleri sıkıntıları en aza indirgemek, bizim ülkemizde belediye otobüslerinde "ön sıralar engellilere aittir", AVM'lerde asansörlerin "engelliler içindir" levhalarının yer almasıyla sınırlanmış gibi. Bazı engellilerin o otobüslere nasıl bineceği düşünülmemiş bile!
AVM'lerdeki asansörlerde, "ne var yani ben düşünce engelliyim abi" diye geyik yapabilenlerin kullandığı araçlar.
Hiç birimiz, yarın ben de engelli olabilirim duyarlılığında düşünemiyoruz, bakamıyoruz aslında.
Neyse bunları yine yazarız ama şimdi,

Asıl konu "EngelSİZsiniz"

Bugün, kitabı bitirdikten sonra defalarca yazdım, ben Ata'yı çok kıskandım. Çünkü, o hareket ve konuşma güçlüğüne karşın, insanların ona güvenle yaklaştığı, doyumsuz sevgileri paylaştığı bir dünyada yaşıyordu. Hiç bir engeli olmayan ben ise, uzun yılların bana verdiği dostlarımla yetiniyor, yeni dostluklara kapımı kapatıyordum.
Kitabı okudukça, gizlendiğim ve sadece çok öncelere dayanan dostluklarla sınırladığım bu dünyanın bana yetersiz geldiğini hissettirdi Ata bana.
Yaşama tutunma arzusu sadece engelliler için değil, tüm insanlar için aslında. Yeni insanlar keşfetmek, yeni dünyalara yelken açmak herkes için umutlandırıcı.

Engel nedir ki?

Asıl engel hiç bir zaman vücudunda ya da 5 duyu organında bir engel olması değil insanın. Asıl engel insan beyninin örümcek bağlamasında, asıl engel kendi menfaati dışında her şeye kapalı olmasında, asıl engel bencilce düşünerek diğer insanları hiçe sayan düşünce yapısına sahip olmakta... bu liste uzar gider.
Ata'ya dönünce biz görüyoruz ki, onun pırıl pırıl tertemiz bir dünyası var, üstelik insan seçici, koşulsuz her "canım" diyene açık olmayan bir dünya. Ata o kadar temiz ki, ona yaklaşan kötü niyetliler zaten bu dünyada varolamıyorlar.

Kitap şüphesiz okuduğum en harika kitap değildi. Ama en harika kitaptı.
Ata profeyonel bir yazar değildi, zaten böyle bir iddiası da hiç yoktu. O, içinden geldiğince yazmış, bizlerle bir engelli ama engelsiz, engelin BİZ olduğu bir dünyayı paylaşmıştı. İnsanın kendi duyguları ne kadar temiz olursa, tertemiz dostları bulabileceğinin örneklerini sıralamıştı. Ve bu tertemizliğin, kötü niyetli yaklaşımları olanları nasıl ezebileceğini.

Evet, engel Biz'iz!

Sevgili Ata, biz engelli kişilerin yanında olanlar, rakam olarak çok görünsekte aslında çok az kişiyiz. Sen bir yere gelip gitme sorunu yaşıyorsun ya, çok engelli bunu bile yaşayamıyor emin ol. Çünkü onlar ailesinin utancı, çünkü çok kişi onların varlğınI inkarda.
Sana gösterilen bu sevgiden yoksun, ailesinin bile dışladığı o kadar çok engellimiz var ki, bunun sorumlusu aslında görünürde hiç bir engeli olmayan, ama düşünce ve anlama engelli kişiler!
Senin kitabından yüzlerce alıp, engelli çocuğuna fırsat tanımayan ailelere ulaştıracağım. Engel olamasınlar diye! Engellerini yenmelerine umut ışığı olsun diye!
Sevgilerle kal Ersin Ata.

Küçük notlar: Engelliler için yapılması gereken çok şey var, ve biz lütfen bu konuda belediyeleri uyaralım. Takipçisi olalım.
Unutmayalım ki asıl engel, engellileri sadece özel günlerde anmak değil, onların yaşamını kolaylaştıracak projelerle belediyeleri harekete geçirecek eylemlerde ısrarcı olmaktır.

Ata Ersin'e özel notlar:
Canım kardeşim, duygularını hiç saklamadan ne kadar güzel anlatmışsın. Aşk meşk diyenler olmuş, adı az anıldığı için alınanlar.
Aşkın tarifi yok. Ama ben senin her satırında muhteşem bir aşk okudum.
Az anıldığı için alınanlara, bu öyküde varsanız, mutlu olun.

24 Mayıs 2011 Salı

Deprem,Fenerbahçe,Nuri Bilge Ceylan

Geçen hafta yeni bir depremle sallandık. İyi de sallandık. Deprem sonrası şiddet, büyüklük Kandilli'den farklı, yurtdışı deprem enstitülerinden farklı açıklandı. Bunun üzerine, afet bölgesi, deprem sigortası konuları gündeme geldi, ve bir kaç kişi bu senaryoları CHP'lilerin özellikle spekülasyon malzemesi olarak ortaya atıldığını iddia etti.
Konunun siyasi boyutuna girmek gibi bir düşüncem yok.
Çünkü deprem bir doğa felaketidir, ve üzerinden siyasi rant elde etmeyi düşünmek yerine, partilerüstü bir politika uygulanarak, öncelikle bölge halkının gereksinimlerinin giderilmesi gerekmektedir bence. Hani şu "felaket anında ülkece tek yürek olabilmek" durumu.

Ama

Ülkemizde bir deprem gerçeği vardır. Bizden yıllardır deprem çantamızı hazır tutmamız istenir.
Deprem uzmanları olsun, konuyla ilgili hükümet yetkilileri olsun, halktan sıradan kişiler olsun, ne zaman deprem söz konusu olduğunda, bize öğütlenen bir deprem çantamız olması gerektiğidir. Sonrasında, hepimize ilkokul yıllarından bu yana anlatılan, korunmak amaçlı öğütler.
Ve bunları ne zaman duysam benim aklıma ilk gelen şu olmuştur; "Binalarınız sağlam değil, nasıl olsa sokaklarda yaşayacaksınız, sokakta yaşarken mağdur olmamak için mutlaka temel gereksinimlerinizi barındıran bir çantanız olsun!"

Bunun bir anlamı, Türkiye deprem bölgesi olduğu halde, iyi denetlenemeyen yapılaşma nedeniyle risk çok büyüktür, eviniz çökebilir ve kurtarıcınız deprem çantanızdır.

Binaları denetleme, depreme yönetmeliğine uygun yapılanma, büyük deprem sonrası biraz daha disiplinli olarak gerçekleştirilmeye başlandıysa bile, mevcut dayanıksız binalar konusunda pek fazla bir çalışma olduğunu söyleyebilmek çok zor.
Bu noktada, depremin bir siyasi propaganda olarak kullanılması kaçınılmaz oluyor.
Özellikle küçük yerleşim bölgelerinde, ki aynı şekilde hepsi risk altında olan bölgeler, denetimlerin ne yazık çok başarılı olduğunu hiçbirimiz söyleyemiyoruz.
Geyik olsun diye söylenen, Japonlar'ın 5 büyüklüğünde bir depremde çay karıştırırken, bizim sokaklara dökülmemiz, geyik değil acı gerçektir.

Deprem bölgelerinde yıkılan binaların yerine yenilerinin inşa edilmesine izin vermek ise, cinayettir. Adapazarı ilinin defalarca yıkılmasına karşın, yeniden aynı yerleşim bölgesine inşa edilmesi gibi.

Ben, şu anda deprem yönetmeliğine uygun bir binanın 11.katında oturuyorum. Çiçeklerimin yaprakları sallanmasaydı ve olağanüstü çıtırtılar duymasaydım, deprem olduğunu anlamayacaktım bile!

Sonuç olarak, sayfalarca yazabileceğim ve epey araştırdığım konuyu hiç uzatmadan, devletin gereğini yaparak, denetim sorumluluğunu yerine getirmesi, sadece yeni binalarda değil, yıkılması olası binaların onarımı için kolları ciddiyetle sıvaması gerektiğine inanıyorum.
Hazırda tutmam gereken bir deprem çantasına bakarak, dualar ederek, bu tehlikeyi her an ensemde hissederek panikle yaşamak istemiyorum.

Çılgın projeler gerekli midir, gereksiz midir tartışmalarına hiç girmeden, eğer bu kadar masrafı kaldırabilecek potansiyelimiz ve gönüllü işadamlarımız varsa, bu potansiyelin çürük yapılanmanın düzeltilmesinde kullanılmasını istiyorum. İnsan kıymetlidir çünkü!

Fenerbahçe bu senenin galibi oldu!

Önce tebrik ederim.
O gece evde değildim, saat 11 civarı İstasyon Caddesi'nin sakin olabileceğini düşünerek, evime dönmek üzere arkadaşımın evinden yola çıktım. O ne? İnanılmaz bir araç ve insan trafiğinin tam ortasında buluverdim kendimi! Muhteşem bir çoşku ve özlemle takımlarının şampiyonluğunu kutluyorlardı Fb'liler.
Çılgınca korna sesleri, sloganlara karışıyor, insanlar arabalarının camlarından yarı beline kadar dışarı çıkmış, ellerindeki bayrakları sallıyorlardı. Birkaç kez bayrak sopalarının rastgele sallanmasından nasibimi aldım.
Taksi bulmak olası değildi, yürümeye devam ettim.
Bir yandan gülümsüyordum. Fenerbahçe tuttuğum takım değildi ama onlardan birisi gibiydim o anda. Bir ara elime bir bayrak tutuşturmak isteyenler bile oldu.;)
İstasyon Cad, Bağdat caddesi'ne bağlanmayı sallayan önemli bir caddedir. O gece ara sokaklarda geç saatlere kadar doluydu. Caddenin başına kadar çaresiz yürüdüm.
O da ne?
Caddenin başında sirenler çalarak ilerlemeye çalışan bir itfaiye aracı!
Elbette ilerlemesi olası değildi, şöförüne "gidemezsiniz ki buradan" dedim, o anda yangın çıkan binadaki kişilerin çaresizliğini düşünerek. "Yapabileceğimiz bir şey yok, ara sokaklarda dolu" dedi şöför!
Bir ambulansta olabilirdi o yolu yarmak isteyen. Ama olanaksızdı.
Zafer kutlamak her vatandaşın hakkıdır elbette.
Ama keşke bir denetim mekanizması olsa, bu kutlamalar için bir cadde, bağlayan caddeler değil, daha az kullanılan bölgeler, saat belirlenerek tahsis edilse, sanki daha az hasarla yaşanabilir bu kutlamalar.


11'de Çiftehavuzlar'da arkadaşlarımın evinden çıktığım yola, 1 saat yürüdükten sonra, nihayet bir taksi bulduktan sonra 00:30'da ulaşabildim. Normalde 15 dakikalık bir yol gecenin o saati için.

ASIL ŞAMPİYON

Sporu çok severim, özellikle futbolu.
Öyle ya da böyle bir takımın sezon sonunda ipi göğüslemesi kaçınılmaz.
Başkanlarından dolayı Fenerbahçe'nin antipati topladığı, Federasyon'un düdüğünün genellikle Fener'den yana olumlu çalması, Hakem Kurulu'nun başka takımlara pek göstermediği hoşgörüyü Fener'e göstermesi filan derken... buna Fenerbahçe'li taraftar arkadaşlarım lütfen alınmasınlar, taraftar her zaman takdir edilir, ben de zaten bu şampiyonluktan ötürü, takımlarını her şartta destekleyen taraftar arkadaşlarımı kutladım.

Ama

Aynı gece Cannes'da Büyük Jüri Özel Ödülü'nü "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmiyle kazanan Nuri Bilge Ceylan gecenin asıl şampiyonudur benim için.

Ceylan, Cannes Film Festivali izleyenlerin artık aşina olduğu bir isim. Usta yönetmen Yönetmen Nuri Bilge Ceylan, ''Bir Zamanlar Anadolu''da filmiyle 5. kez Cannes Film Festivali'ne katıldı. Ceylan'ın, ilk kısa filmi Koza, 1995 yılında Cannes'da gösterildi. Ceylan'ın uzun metrajlı ''Uzak'' filmi 2003'te ''Büyük Jüri Ödülü''nü kazandı. Ceylan, 2006'da ''İklimler'' isimli filmiyle Cannes'da ''FIPRESCI'' ödülüne layık görüldü. Son olarak 2008 yılında, ''Üç Maymun'' filmiyle festivalde en iyi yönetmen seçildi. Yönetmen Ceylan, 2009 yılında festival jürisinde yer aldı.
Ve yıl 2011, Nuri Bilge Ceylan bu kez Jüri Özel Ödülü'ne layık görüldü.

Spor ve sanat ülkelerin tanımında önde gelen iki olgu.
Farklı isimler ve farklı branşlarda yurtdışında elde ettiğimiz başarılar yadsınamaz.
Ama tek bir yönetmenimizin uluslararası anlamı büyük olan bir festivalde, üstüste başarılar elde etmesi ayakta alkışlanır.
Çılgınca alkışlar, trafiği felç etmese, insanları sokağa dökmese bile, sanatseverin gönlünde yeri tartışılmaz olan büyük yönetmen Nuri Bilge Ceylan'a.

17 Mayıs 2011 Salı

Öyle Bir Geçer Zaman ki 2

Daha önce diziyle ilgili düşüncelerimi blogta yazmıştım, istatistiklerden izliyorum, epey çok okuyan oldu, hala okunuyor.
O gün yazdıklarımın arkasındayım elbette.
O yazıyı yazdığımda dizinin sanırım henüz 2.ayı filandı.
Diziyi hala izliyorum, pek çok hayal kırıklığı yaşasamda.

Dönem dizisi diye başladı, ama galiba sadece dekor ve kostümlerde dönemde kalındı.

Sağ-sol çatışmalarının zirvede olduğu dönemde, inanılmaz bir duygusallıkla anlatılan Resul-Ahmet işbirliği inandırıcılıktan çok çok uzaktı, az biraz dönem tarihini inceleyenler için.
Oysa biz dönem tarihi meraklıları olayların daha gerçekçi bir anlatımla sunulmasını bekliyorduk. Büyük yankıları olan 6.Filo olayı bile bir iki sahneyle geçiştirilivermişti.
Zaten dizinin solcu kahramanı, bu gece ki bölümde bir intikam katili olarak tutuklandı, ve siyasiler koğuşuna değil, suçlular koğuşuna girdi. Yani devrimci kimliğiyle değil, adi suçlular olarak tanımladığımız suç nedeniyle hapiste.

Dizi ilerledikçe, duygu sömürüsü açısından seyirciyi elbet bir yerde yakalarım mantığıyla yazılmış bir senaryo ile karşımızda.

Aşk var, aşk acısı çeken var, intikamla gözü dönen karakterler var, yalnız ama güçlü kadın var, muhteşem objektif bir babaanne var, hırslar var, kıskançlık var, masumiyet (Osman,Murat) var, ki ileride seri katil olacağının sinyalleri verildi, ben bunu bilmeden "Bu Osman katil olur" demiştim, kanser var, yaş farkına karşın bir aşk var, yasak duygular var, tecavüz var, intiharlar var, varoğluvar kısaca.
"Biz bir aileyiz, hepsinin üstesinden geliriz" moduyla, anne çevresinde toplaşan çocukların, birbirlerini gıdıklama sahneleriyle sadece bir iki sahne mutluluk serpiştirilmiş bir dizi.

Kısaca, dizide hiç umut veren, mutlu bir kıpranma yok. Hep dram, hep iyilere karşı zafer kazanmaya odaklı kötüler, ve kazanılan zaferler, ama zaferlerin bile mutsuz ettiği insanlar. Örnek, balıkçı, Mesude.

Dizi bu kadar felaketlerle ilerlerken, gerçek yaşam öyküsünden alınmıştır, diye bir sav atıldı ortaya. Buna inanırım. Ama bir ailenin değil, bir kaç ailenin başına gelen olayların sentezlenip bir aileye uyarlanması olarak kabul edebilirim, ve bu da diziye inanan ben dahil, pek çok kişiyi boğar.

Abartıları es geçeyim, yani bir tekneyle bir balıkçı klübesine dalınıyorsa, ve bunun bedeli bu kadar az cezayla ödeniyorsa, senaristi tebrik ederim. Tamam dizinin baş kahramanı Ali Kaptan, ve özgür olması gerek, ama Allahaşkına bu adama cezası büyük suçlar işlettirmeyin o zaman.
Çarpma faciası sonunda görünen "Ezilenler" kitabını vurgulamak istiyorsanız, daha akılcı senaryolar yazın.

Oysa bizler, dönem dizisi diye başlayan bir dizide gerçek "ezilenler"i izlemek için oturmuştuk televizyon karşısına. "Ayy şimdi gündemde tecavüz var, haydi senaryoya bunu da ekleyelim" mantığıyla yazılan bir senaryo izlemek için değil.

Osman'ın katil olmasını yadırgamam, hatta farklı yönlere yürümesini de. Ama sevimli, insancıl bir çocuktan, ileride bir katil nasıl olur mantığı varsa, içten yazayım, o çocuk bu koşullarda büyüyüp sadece katil olduysa şanslıdır. Ben yazsam o çocuğu erkek düşmanı yapardım, aşk düşmanı yapardım, yalancı yapardım... daha neler yapardım.
Bize öyküyü anlatan, o sesine vurulduğumuz Osman ciddi anlamda rezil bir insan olurdu benim senaryomda.
Ve suçlu baba
anne
ağabey
ablalar
amca
yenge
damat
sevgili
üveyanne
daha sayamayacağım pek çok olumsuz karakter olurdu.

"Bir duygudan, bir yaşanmışlıktan yakalarım, sömürürüm nasılsa izleyiciyi", mantığına saygı duyamıyorum senarist Çoşkun Irmak. Hele "dönem dizisi" diye lanse edilen, dönemi çarpıtıp, duygusallaştıran bakış açına hiç saygı duymuyorum.

İzleyeceğim. Sadece anlatmak istediğin asıl gerçeğe inancımdan. Bozuk ilişkilerin ön planda olduğu bir ailede, nasıl sapkın çocuklar çıkabileceği gerçeğini bildiğim için.
Yoksa içten yazayım, 5 para etmez bir dizi, oyuncuların muhteşem performansları hariç.

8 Mayıs 2011 Pazar

Annem ve ben

Benim annem,tüm öğrenim yaşamım boyunca sadece bir kez veli toplantısına katıldı. Bu babamın göreviydi, ama o sene babamın şehir dışında olduğu bir güne denk gelmişti toplantı.
İlk tanıdığı öğretmenim matematikçimiz oldu.
Yıldızımızın bir türlü barışmadığı, orta yaşı geçtiği halde evlenmemiş, bilim uğruna evlenmediğini söylerdi, sanki evde kendisine uygulanan tüm baskıların intikamını biz öğrencilerden çıkarmaya çalışan sevimsiz, iri yarı bir kadındı.
Benim için anneme ilk söylediği söz "havai" olmuş, ve annem bu sözü o kadar beğenmiş ki, yaşadığı sürece beni ne zaman azarlamak istese bu sözcüğü kullandı.
İşe yaramaz havainin tekiydim!

Değildim!
Sadece annemin düşlediği kız evlat portresini üzerimde taşımayı beceremiyordum.
Çalışkan değildim, ama girdiğim her sınavdan başarıyla çıkmayı başarıyordum. İyi bir sporcuydum üstelik.
Annemin sporculuğum hakkında da en ufak bir fikri yoktu, o spor salonlarının ter kokan havasından çok, sigara, parfüm kokusu karışımı, 3 konuyla sınırlı kadın toplantılarını yeğlerdi.
Babam en sadık izleyicimdi.
Israrla ders çalışmamı istediği tüm saatlerin yarısından fazlasını, kafamda kurguladığım öyküleri kağıda dökmekle geçirirdim.
Annemin hiç okumadığı, babamınsa çalışma masasının bana ayırdığı çekmecesinde sakladığı öykülerim.

Anlaşıldığı gibi, babamla ne kadar yakınsak, annemle o kadar uzak iki karakterdik.
Zevklerimiz, beğenilerimiz, yaşama bakışımız, hayallerimiz hep farklıydı.
Onunla tek ortak noktamız, babama olan aşkımızdı sanırım.
Ya da belki birbirimizi bu aşk yüzünden hep rakip görüyorduk, içinde bolca kıskançlık barındıran bir sevgiyi yaşıyorduk annemle.

Oysa her ikimizde kendi çevremizde çok sevilen insanlardık.
Dünya güzeli ve hatta tam bir iyilik meleği olan annemin tertemiz saflığı ve yardımseverliğiyle kendisine hayranlıkla bağlayamayacağı tek bir insan olmamıştır.
Girdiği her gönülde, mutluluğun izlerini bırakırdı annem.
Yoksulların umuduydu, dostlarının sırdaşı.
Tüm koketliğine karşın, insanları asla ayırmaz, sınıflamaz, burnundan sümükler akan sokak çocuklarını lokantalara taşır, doyurur, koklar, kasapta, manavda elinde cüzdanını sıkı sıkı tutarak, çevreye çekingen bakışlarla bakan ev kadınlarına çaktırmadan, onları asla ezmeden katkıda bulunurdu.
Hiç dile getirmediğim hayranlıkla izlerdim annemi.
O benim hiç bir başarımı kutlamadığı için, bir kez bile söylemedim ona rol modelim olduğunu.
Belki de şımartmak istemedim, onunda beni şımartmak istemediğini çok sonraları anladığım gibi...

Babam aniden rahatsızlanıp, eve kapanmak durumunda kaldığında, annemin yeşil gözlerindeki mutluluk biraz gölgelensede, çabucak toparlanması, babama ancak bir bebeğe gösterilebilecek şefkat ve anlayışla sarılması, kendisini ona adamasına da hayran kalmıştım. Üstelik o kadar sevgi doluydu ki, bir an bile duymadım şikayet ettiğini.
Muhteşem bir aşktı onlarınki.
Ve ben canım babamın, artık giderek konuşamaz hale geldiğinde bile gözleriyle anneme sevgisini, minnetarlığını anlattığının hep farkındaydım.
Artık büyümüştüm.
Kıskanmıyordum. Aşkın ne olduğunu öğrenmiştim.

Babam öldü!

Ve annemin sımsıcacık yemyeşil gözlerine, tarifi anlatılmaz bir hüzün yerleşti.
Sonra giderek anlamsızlaşmaya başladı bakışları.
Dünyadan kopuyor, başka bir dünyada hala babamla yaşıyordu.
Bize gülümsüyor, bizi özlüyor, bizi eskisinden daha çok seviyordu sanki. Babamdan ona kalan en değerli varlıklarıydık.
Ama uzaklaşıp gittiği, o bizim hiç bilmediğimiz başka dünyasında daha çok mutludu sanırım.
Kısacık yaşadı babamdan sonra.

Annem öldü!

Artık iki muhteşem aşığın anılarla dolu evini kapatma vaktiydi.
Annemin dolaplarını boşaltıyorduk.
Havlularla dolu rafı boşaltıp, örtüsünü aldığımda gördüm, ona ilkokul 3.sınıftayken verdiğim anneler günü hediyemi.
Çevresini gül figürleriyle doldurduğum beyaz bir karton üzerine, elime geçirdiğim her renk kalemle, her dizesini ayrı renkle işlediğim sevgi dolu bir şiir...
Annem ona yazdığım şiirimi yıllarca özenle saklamıştı.
O an onu çok özledim.

Bize ölülerin melek olup göklerde gezdiği anlatıldığından, ve bu masala inanmayı çok sevdiğimizden midir, bu anneler günü sabahında ben yine gökyüzüne baktım.
Gülümsedim ve kocaman bir öpücük yolladım.
Seni çok seviyorum anne.

5 Mayıs 2011 Perşembe

Hıdrellez...
Birileri tam şu anda, yani 5 Mayıs'ı 6 Mayıs'a bağlayan saatlerde gül ağaçlarının altına dileklerini gömüyorlar umutla. Yakılan ateşlerden atlayarak, şarkılar eşliğinde bir şenlik kutluyor bazıları.
Ne güzel.
8 yıl önce babamı yitirdim ben.
Her 6 Mayıs sabahı, "ışık sizinle olsun, ışığınız bizimle" diye mırıldanan bir babayı yitirdim.
Yok, canım babam bu dileğini güllere umut gömenlere söylemiyordu! Ya da ateşten atlayıp şarkılar eşliğinde eğlenenelere de. Onlara bir itirazı yoktu biliyorum.
Onun yolladığı ışık, bana ışık olacak 3 gencecik insanaydı.
Deniz Gezmiş, Yusuf İnan, Hüseyin Aslan.
Kendi söylemleriyle,

Şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, halkımızın bağımsızlığı ve mutluluğu için savaşan, 3 fidana.

Babama tapardım.
Işığı ışığım, yolum yoludur.
Aynı Deniz'in, aynı Hüseyin'in, aynı Yusuf'un yolu.
Halkımın bağımsızlığı ve mutluluğu yolu!

Bir gül ağacım olsaydı, galiba dileğim sadece bu olurdu.
Işığınız ışığımdır inanç, vatan sevgisi, devrim uğruna can veren vatansever kardeşlerim.

4 Mayıs 2011 Çarşamba

Ne sen eksiksin, ne ben fazla...

Bu sabahta her sabah olduğu gibi, nerdeyse saat başı değişen ülke gündemiyle başladık yaşama.
Gündem malum, bir türlü gelemeyen baharın içimizde yarattığı sıkıntı desen, yağmur sıkıntısını çoktan geride bıraktı. Yani nerden bakarsan bak bir tutarsızlık, bir dengesizlik, karışan kafalar, bir türlü durulmayan sular derken, giderek özel yaşamımızda oluşan anlık mutlulukları dile getirip, mutluluğumuzu açıklamaya, ya da tam tersi sıkıntılarımızı paylaşıp biraz olsun hafiflemeye çekinir olduk. Özellikle, bizleri buluşturan sanal dünyada!

Üstte "#22 Ağustos, özgürlüğün sonu", altta "ÖSYM Başkanı hala istifa etmedi!" türünden gündem paylaşan iki tweet arası "aşık oldum, terkedildim, annemle en sevdiğimiz restorandayız, vsvs", tarzı tweetler atmaya utanır oldu insanlar. Ben de dahil elbette.

Twitter, chat alanı değil farkındayım, ama gündemin daha yavaş seyrettiği dönemleri birlikte yaşadık. Sıcakkanlı ve paylaşmaya hazır millet oluşumuz, birbirimizle samimi ilişkiler kurmamıza yol açtı.
Kişisel yaşantılarımızı paylaşmımız azalsa bile sonuçta hepimizin bir özel yaşamı var. Kendi sevinçlerimiz, mutluluk, mutsuzluk, hayal kırıklıklarımız... bunları yaşamaya devam ediyoruz paylaşmasak bile.

Geçenlerde bir yazı yazmıştım, yeni bir yaşama başlama sürecimi anlatan. Sonrasında yaşadığım bir hayalkırıklığından sözetmiş, son yazıda Şebnem Aybar'ın çok sevdiğim kitabını anlatmıştım.
Her 3'ü de birbiriyle bağıntılı yazılar.
Bu yazıları bencilce kendimi anlatma çabası olarak nitelendirmiyorum. Sonuçta hepimiz bir şeyler yaşıyoruz, birbirimizin yaşamına benzeyen. Sadece tarihler, mekanlar, isimler farklı olarak.

Aybar'ın kitabında beni en çok etkileyen, geçmişle hesabı kapatmadan yeni bir başlangıç yapmanın çok zor olduğu temasıydı. İster 2 dakika öncesi, ister çok daha uzun zaman süreci olsun, bu düşünce çoktandır benim yaşam felsefem. Biraz da karakter özelliğimden, yapılan bir haksızlığı unutmuyorum ve "Allah'a havale ettim.", kolaycılığına kaçamıyorum. Allah bana bir akıl vermiş, bu aklımı kullanmayı bana bağışlamışsa, ona havale etmek yerine, hesabı kendim kapatmayı daha uygun görüyorum.
Zorlamalarla karşılaşıyorum, dayatmalarla mücadele etmek durumunda kalıyorum, dayatmaların sahiplerine durumu açıklamaya çalışsam bile, bazen çok farklı suçlamalarla karşılaşıyorum.
Empati kuruyorum.
Anlamaya çalışıyorum.
Ama farkediyorum ki, insanlar asla değişmezler.
Yine, "ben de dahil" diye eklemeliyim.
Ben ne kadar anlatırsam anlatayım, kendimce haklı nedenlerimi sıralarsam sıralayayım, karşımdaki kişininde kendi karakterine göre savunma ve saldırı mekanizmalarına saygı duymam gerektiğini, defalarca kez yineliyorum kendime.
Ve sonuçta hep aynı noktaya geliyorum: İnsanlar değişebilirler, görüntü olarak değişebilirler, bazı alışkanlıklarını terkedebilirler, yani alışkanlıklar edinebilirler, ama karakterleri asla değişmez!

İnsanları değiştirmeye çalışmak, kendi karakterimize uyum sağlamasını beklemek benim için hep ters bir düşünce oldu.
Hep aynı şeyi düşünmek ne kadar sıkıcıysa, hep birbirine tezat düşünmekte o kadar yıpratıcı ilişkileri.
Asgari müşterekler diye bir söz var, babamdan bana miras kalan çok sevdiğim bir tanımlama.
Eğer, karşımdaki kişi pek çok özelliğiyle sevdiğim ama bir kaç özelliğiyle bana ters düşen kişiyse, oturup artı, eksi listesi yapıyorum ve buluştuğumuz asgari müştereklerin sayısına bakıyorum. Eksiler fazlaysa, bu ilişkiyi sürdürmenin anlamsızlığını uzatmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Çünkü beni rahatsız eden ilişki, mutlaka karşımdaki kişiyi de mutlu etmiyordur.
İnsanları değiştirmeyi hiç düşünmedim bugüne kadar.
Çok bariz, başkalarınca da saygı görmeyen, kendisine zararı olan davranışları için uyarmışlığım olmuştur ama başlıbaşına bana uyan bir karakter yaratma çabasına hiç girmedim.
Ya da kendi karakterimi kimseye dayatmak istemedim.
Anlattım sadece davranışlarımın nedenlerini.

Ve bu sabah ben birden yoruldum!

Bunca kafa patlattığım, hep olumlu bir yaşam sürme çabalarımın aslında, ilşkide olduğum kişilerce hiçe sayıldığını yaşadım.
Yalnız olduğumu hissettim.
Giderek daha yalnızlaşacağım korkusuyla sarsıldım.
Muhteşem bir boşluğa yuvarlandım, kendi gözlerim önünde.

Yürüdüm, yürüdüm.
Kendi kendime tekrarladım, "Ya karakterinden ödün ver, kişiliksiz olma yolunda sağlam adımlar at, ya da sana benzeyen karakterlerin varlığının olduğunu unutma. En azından "asgari müştereklerde" buluşabileceğin, yargılamaların daha adil olduğu düzende, pek çok şeyi paylaşabilmenin tadına vardığın kişiler olduğunu unutma!"

Benim yolum bu...
Ne kadar yorulmuş olsamda, belki yine yorulacağımı bilsemde, bir başka gerçeği biliyorum.

Küçük not: Kimseyi suçlamak için yazmadım. İlişkilerde yanlış giden birşeyler varsa, asla tek tarafın hatası değil, karakterlerin çatışmasıdır sadece. Değiştirmeye çalışacağım, ya da beni değiştirmek için dayatmalarla yanımda olanlarla aynı yolda yürümeyeceğim artık.

1 Mayıs 2011 Pazar

Şehr-i Aşk ve Yılmaz Büyükerşen

Hafta sonu Eskişehir'deydim.
Efsane Başkan Yılmaz Büyükerşen'in, küllerinden yarattığı, şehir insanının "aşk şehri" diye adlandırdığı Eskişehir.
Bugüne kadar pek çok köşe yazarı, şehir hakkında yazılar yazdılar. Kimisi Avrupa kentlerine benzetti, kimisi pek çok Avrupa kentinin bileşimi dedi.
Gezilip görülmeye değer pek çok tarihi eseri barındıran Eskişehir'in, bir de modern yüzü var ki, birbiriyle bir bütünlük içinde, şehre bambaşka bir hava verdiği doğru. Çok büyük olmaması, yürüyerek ulaşım rahatlığı hesaba katılırsa, kısa zaman diliminde, her semtte farklı bir yaşamın sizi karşılaması çok hoş.

Kendine has, tadından geçilmez muhteşem lezzetleri tattıkça, görselliğe bir de doyumsal tatmin ekleniyor ki, daha ne istersiniz?

Ben biraz daha doğal yaşamı benimsediğimden belki, şehri modernleştirmek adına kullanılan ferforje yığınlarını biraz itici buldum. Gereksiz fazla demir kullanılmış gibi geldi. Üstelik bazı bölgelerde garip bir mavi renge boyanan demir figürlerden hoşlanmadım.

Büyükerşen'in usta bir heykeltraş olduğunu bilmeyen kalmamıştır herhalde. Bu özelliğinden dolayı, şehrin hemen her yerinde karşımıza heykeller çıkıyor. Bazıları çok anlamlı, ama bazıları, sanki heykel yıkan zihniyete inat olsun diye, gelişigüzel konduruluvermiş gibi geldi bana. Oysa Güzel Sanatlar Fakültesini gezdiğimde gördüğüm çok daha muhteşem yapıtlara yer verilse daha bir anlamlı olurmuş gibi geldi bana.
Şehri heykellerle anlamlandırmak çok doğru, ama yerleştirilen bazı heykellerin seçimleri biraz aceleye gelmiş gibi. Sanatı eleştirmiyorum, saygım sonsuz. Ama bu kadar özenilmiş bir şehir için biraz daha özenli seçimler yapılabilirdi diye düşünüyorum.

İçinden nehir geçen şanslı şehirlerden Eskişehir.
İçinde küçücük bir su birikintisi barındıran Avrupa kentlerinin, bundan azami yararlandığını düşünürsek, bir bataklık olan Porsuk, Büyükerşen'in en büyük başarısıdır.
Pırıl pırıl akan suda, motorla ya da gondolla dolaşma olanağım olmadı ama, köprülerin üstünden geçerken izlediğim manzaralar çok keyifliydi.

Şehrin makyajına başlamadan önce, alt yapı sorunlarını gidermeyi misyon edinen, bataklığı imrenilesi bir nehir haline getirmeyi başaran, şehri çamurdan kurtaran Başkan Büyükerşen'i, sadece bu başarısı için ayakta alkışlamamamak hainlik olur!
Kaldı ki, bölgenin depremden en çok etkilenecek bölgeler arasında olması bilinciyle, inşaat yapımlarında gösterdiği hassasiyet ayrıca takdir edilesi.

Cuma gecesi doyasıya keyifli bir eğlenceden sonra, cila çekmek için dalıverdiğimiz Barlar Sokağı'nın dekoru, düzeni imrenilecek boyuttaydı. Müziğin her çeşidini bulabileceğiniz, keyfinize göre tercihinizi yapıp geceyi keyifle sonlandırabileceğiniz bir dolu mekan ve güvenli bir ortam.

Cumartesi günümüz, Anadolu Üniversitesi gezisiyle başlayıp,çibörekle süren, meşhur Karakedi Bozacısı'nın inanılmaz lezzetli bozası, yemyeşil çimenlerin ortasında yer alan harika bir cafe bar sohbetiyle sürdü. Trafik sorununu yürüyerek aştık. Ama dikkat çekici olan, asıl trafik yayaların yarattığıtrafik! Öğrenci şehri kimliği olan Eskişehir yaya trafiği hayli yoğun. Aynı hafta sonuna denk gelen pek çok etkinlik çakışınca bir hayli kalabalıklaşmış şehir.

Anadolu Üniversitesi, tüm fakülteleri, konservatuarı, her türlü sanat dalını barındıran birimleri, engelli çocuklar için açılan okulları,öğrenciler ve vatandaşlara hizmet veren hastanesi, sineması, lokantaları, misafirhanesi, oteli derken, bir günde gezilemeyecek, ama gezilme isteği uyandıracak kadar cazip bir üniversite. Öğrendim ki, Büyükerşen rektörlüğü zamanında Boğaziçi Üniversitesi modelini hedef almış ve başarmış.

Şehrin alt yapı sorunu hallolunca, başka bir ilk başarmış; şehre deniz getirmiş! Plaj açmış.
Deniz kıyısında yemek yemek gibi bir keyfi var Anadolu'nun orta yerinde insanların.

Yetmemiş, Disneyland projesinin ufak bir modelini Eskişehir'de yaratmış.

Bataklık bir şehir, yemyeşil, yaşanılası bir kente dönüşmüş.

Sanat faaliyetlerinde şehirde başka bir boyut oluşmuş. Eğlence dünyası anlam kazanmış.

Raylı sistem ulaşıma kolaylıklar getirmiş.

Bataklıktan bir kültür kenti yaratmış Başkan Büyükerşen. İnanılmaz bir mücadele öyküsü dinledim. İmrendim. Ümitlendim.

Ve ben Eskişehir'de bir ümit ışığı gördüm. Mücadelenin azminin zafere dönüştüğünü gördüm.

Daha önce yazmıştım, eğer bir örnek varsa, taklit edilebilir ve başarılabilir. Yeter ki istensin. Yeter ki o mücadeleci ruh mücadeleden yılmasın. Büyükerşen'in yoluna da çok engeller çıkmış ama yılmamış.

Demir yığınlarını, gelişigüzel yerleştirilen bazı heykelleri sevmesem de, muhteşem bir kültür şehri yaratmış, bir bataklıktan yılmadan.

Seçimlere az kaldı.
Her türlü baskıya, muhalafete direnen böyle bir insanın yarattığı şehri görelim, görmesek bile okuyalım ve yılmayalım.
Neden böyle bir TÜRKİYE'miz olmasın?
Şehrine gönül vermiş Büyükerşen örneği, Türkiye'ye gönül vermiş, satmadan, her bir karış toprağı sevgiyle işleyen bu insan neden bize önderlik etmesin?




Büyüksün CHP'li Başkan Büyükerşen.
Örneksin.
Umutsun.
Ellerinden öperim.


Not: Ben Eskişehir'e eğlenmek için gittim, eğlendim doyasıya. Duyarlı bir vatandaşım. Başarılabileceğini gördüm ve umutlandım. Eskişehir bataklıktan kurtulduysa Türkiye neden kurtulmasın?