15 Ekim 2011 Cumartesi

Bazı insanlar yani biz

Bazı insanlar
diye başlayarak, içinde senin, benim, en yakın dostunun, düşmanının, sevdiğin sevmediğin her kim varsa pek çoğunun
yani biz insanlar arasında gezintimden notlar...

Bazı insanlar
iyidir, gerçekten iyidir, saftır, temizdir, kandırılmaya uygundur, hatta öylesi saftır, iyiniyetlidir ki, seni kırmamak için, üstündeki siyah bluz için "aa pembe sana ne çok yakışmış" desen, gülümseyerek teşekkür eder. Ağzını açıp, "ama bu siyah" diye itiraz etmez.
O, safça iyiniyetlinin önde giden Pollyanna'sıdır.
Biz çok akıllılar, onun aramızda anarken, "salak" sözcüğünü kullanmayı ayıp sayarız, da içimizden geçiririz içimizi çekerken.

Bazı insanlar
kötüdür, kimbilir belki hayat şartları falan filan ciddi ciddi kötü insanlar yaratırlar kendilerinden. Fesatlaşırlar. İyilerin safça mutluluklarına katlanamazlar, daha da kötüleşirler. Mutlu olmak yoktur onlar için. Zaten insanoğlu mutlululuğu haketmiyordur.
Biz çok akıllılar, bu insanları yaşamımızdan uzak tutmaya çalışır, daha da kötü olmaya iteleriz onları.

Bazı insanlar
dedikoducudur. Başkalarının yaşamlarından sansasyonlar yaratmak için kurgulamışlardır kendilerini. İnsanları birbirine düşürmek, arkalarından ellerini oğuşturmaktır onların işi. Ve siz, akla karayı açıklamaya çalışırken, bu dedikoducular çoktan yeni kurbanlarını bulmak için yola çıkmışlardır bile.
Biz çok akıllılar, "neymiş ne olmuş" diye sormadan edemeyiz ama bu insanları lanetlemeyi asla ihmal etmeyiz.

Bazı insanlar
dediğim dedik, ben haklıcıyımlardır. Gözüne beyazı soksanız, onlar için siyahsa, mümkün değil kabul ettiremezsiniz. Hatta bazılarını bilirim, aynı şeyi söyleseniz bile, "yokk öyle değil, böyle" diye sizin söylediğinizi yinelerler. Siz zıvanadan çıkıp gülümserken, onlar "ben haklıyım" saçma saplantısıyla ömür tüketirler.
Biz çok akıllılar, kendi aramızda konuşurken, "oğfff bununla tartışılmaz" der geçeriz, fazlaca dertlenmeyiz, mümkün olduğunca alttan alarak muhabbeti kısa tutarız.


Bazı insanlar
bencildir.
Bazı insanlar
objektif bakış açısını yakalayamamış, suçlayıcıdırlar.
Bazı insanlar
zayıftır, gücü o anda en yakınında kim en güçlüyse, onun sözünü tekrarlamak sanırlar.
Bazı insanlar
hep umutsuzdur, olumsuzdur, bazıları hep olumlu, hep umutlu.
Bazı insanlar
esirdirler. Ya bir insana, ya bir maddeye esir. İnsanı kendi olmaktan çıkaran esaretlerin elinde sadece bir kurbandırlar oysa.
Bazı insanlar
yaşama sadece tek pencereden bakarlar. Geniş fotoğrafı görmek istemezler.
Bazı insanlar
neşelidirler. Hayatın esprilerini yakalama ustasıdırlar. En olumsuz anları, olumlu bir kaç sözcükle özetleyiverirler, şaşırtırlar.
Bazı insanlar
geyiktir. Hayat ciddiye alınacak yanı olmayan bir süreçtir. Herhangi bir oluşumla, durumla yerli yersiz dalga geçerek insanları güldürmektir onların amacı. Öyle ki, sabah üzüldükleri bir konudan, bu bir cenaze bile olabilir, akşamüstü saçmasapanlığa varacak geyikler üretmektir onların misyonu.
Bazı insanlar
satıcıdır. Ne dostluğun, ne paylaşılanların önemi yoktur onlar için. Sattıkları insana geri dönmek istediklerinde, bir daha hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünmezler. Giderek yalnızlaşırlar.
Bazı insanlar
fazla güçlüdürler. Gücü ellerinde tutmak için yapamayacakları, ezemeyecekleri hiç bir engelleri yoktur. Mutlaka bir çözüm üretirler. Yıkmak, kırmak, yoketmek pahasına.

bazı insanlar
bazı insanlar
bazı insanlar


öyledir, şöyledir, böyledir.

Dünya nüfusu bazı insanlardan oluşur.
Biz aslında yanlışta doğru arıyoruz.
Kaça ayrılır insanlar sonucunu bulmak istiyoruz ya, dünya nüfusu bölü bir insanız aslında.
Aynı pencereden baksak bile, kendi aramızda bölünüp, çoğalıyoruz.

Keşke
hem güçlü, hem güçsüz
hem iyimser, hem kötümser
hem objektif, hem subjektif
hem esir, hem esir alan
hem bencil, hem fedakar
hem neşeli, hem hüzünlü
hem geyik, hem ciddi
hem haklı, hem haksız
hem iyi, hem kötü
olmayı becerebilseydik.

Ve biz çok akıllılar, kendimizi hep en doğru sanarken, karşımızdakini tenkit etmek yerine, kendi aklımızı sorgulamaktan kaçınmasaydık.

Kimbilir
belki o zaman hepimiz kendi deneyimlerimizle kendi çapımızda "bilge insan" olabilirdik, iyiliğimiz, kötülüğümüz, saflığımız ve uyanıklığımızla.
Farklı farklı bilgeler.
Ve kavga etmezdik.
Kavgamız, hayat nasıl daha anlamlı yaşanır hep birlikte olurdu.
Sevmediklerimizi yolun dışına itmeyi değil, kazanmayı amaçlardık.

Sahi?
Kaç yıldır "bilge insan" çıkaramıyoruz kırk kişi içinden?

9 Ekim 2011 Pazar

Benim yağmurlarım

Yağmurla uyandık ya bu sabah

gökyüzü simsiyah olunca, mecburen ilk yaptığımız eylem, elektrik düğmelerine basmak oldu, evimizin içini sahte bir gün ışığıyla aydınlatmak için.
Hele benim gibi, gece aydınlanmak için bile, sadece mum kullanan insanlar için felaket bir durum, gündüz evi ampul ışığıyla aydınlatmak.

İtiraf ediyorum

Bu sabah yağmur var İstanbul'da şarkısı, melodisinin güzelliği ötesinde pek bir anlam taşımıyor benim için.
Belki de, hiç bir yağmurlu günü sevgilime sarılarak, şömine karşısında elimde aperatifim, önümde mısır ya da cipslerimle geçirebilme şansını bulamadığımdandır.
Öyle fonda hafif bir müzik, elde kadehler (duruma göre kahve çay olabilir elbet), battaniye altında mırıl mırıl sohbetlerin kahramanı olamadım ki hiç, kalkıp bu durumların fantazisini yapayım.
Hayal gücüm, bu yağmurda kapalı anlayacağınız.
Hatta
öyle anılarım var ki, bırakın camdan dışarı bakıp hayallere dalmayı, aklıma ilk gelenler bunlar olduğundan sevmem yağmuru filan.

Aklıma, camdan içeri istemsiz girip, evin döşemesini küçük bir tepeye döndürmesi gelir;
Kabaran parkelerim, gökyüzünün yağmuru döküşünden daha hızlı akan gözyaşlarım ve gökgürültüsünü bastıran höngürdemelerim. Ha pimapen tamiri ödediğim faturayı yazmıyorum.
Bir keresinde semt pazarında yakalandım çılgın yağmura.
Olacak ya işte, brandaları tutan iplerin boşanıp, üstünde biriken suların gazabına uğrayan en az 20 kişiden birisi ben olunca buyur romantikleş.
Yanımdan geçen, otomobil uçar gider'in başrol oyuncusu olma potansiyeli olduğuna inandığım genç adamın, kenarda biriken yağmur sularını, daha 3 gün önce, nerdeyse servet ödeyerek aldığım blucinimi çamura bulaması?
Ha durmasına durdu, pişkin pişkin "gideceğiniz yere bırakayım" teklifinde bulundu. Bazılarınız "ay ne romantik bir tanışma" diye bile geçirebilirsiniz içinizden. Neyse ben ne tepki gösterdiğimi yazıp, öfkenize hedef olmayayım hiç.
Vapurda yakalanmışlığım da vardır, bildiğiniz korku filmi.
Ne martı uçar tepenizden, ne de güvertede sarılmış oturan aşıklara rastlayabilirsiniz. Korkudan büyümüş gözlerle, bildiği tüm duaları okuyan yolcular, rengi simsiyah denize bakmamaya özen gösterirler sadece.

Ve 2 sene önce...

Hani haberlerde, yağan şiddetli yağmurla evlerini, arabalarını, daha ötesi canlarını kaybeden vatandaşlarımız var ya, onlar gelir aklıma!
İkitelli'de oturan felaketzede arkadaşıma ulaştığımda, onun sesinden önce duyduğum, kurtarma helikopterlerinin korkunç uğultusu gelir.

Yıl olmuş 2011, hala evinin damını onaramadığı için naylonla kapatmaya çalışan yoksullar gelir.

Şehrin bir ucundan bir ucuna, 3-5 lira para kazanmak için, ayakkabılarını çamurlara batıra çıkara tabanlarını deldirmek uğruna koşturmak zorunda olan anne babalar gelir.

Güzeldir yağmurun kokusu, bereketi

Yeşilin yağmurla beslenmesi güzeldir
Güzeldir tarladaki ekinlerin yağmurla büyüyüp, boy vermesi.
Bunları severim.
Hatta yaz yağmurlarının, ardından çıkan gökkuşağının renkleri altından geçebilme ümidimi de severim.

Ama

Ne kadar romantik olursam olayım, yağmur hayatım boyunca ekstradan bir romantiklik katamadı bana.
Hele öyle camdan bakıp, "şehir pislikten arınıyor" efsanelerine hiç mi hiç inanmadım. Çünkü hiç olmadı öyle bir şey.

Kısaca

Yağmur romantizmi hep işsiz zengin fantazisi olarak yer almıştır, kafamda. Alınmayın darılmayın.
Ha, aşkın ilk günlerini yaşayan taze aşıkların, dam altına sığınıp, birbirlerine yaklaşıp, "minuminu" garip mırıldanmalarla, birbirlerinin burnuna dokunma eylemleri olabilir elbet
ama 3.seferden sonra bu eylem bile anlamsızlaşır, uyarayım bak valla.
Yağmur sadece zenginler için romantizmdir.
Geri kalan kocaman bir halk kitlesi içinse sadece felaketin habercisidir.
Bence böyle.

Not: Yazmam gerekir, yağmurlu bir günde, battaniye altında, film izleme eylemi yapmadım ama karlı bir havada bu fantaziyi yaşamış biriyim. ;)
Dışarda, buz tutan yollarda vıjj vıjj kayan arabaların oraya buraya çarpmama telaşını izlememek için, perdeleri sımsıkı kapatarak.
Galiba "aşkın" ilk günleriydi...

6 Ekim 2011 Perşembe

Bizi terketme Eros

Bu satırları yazmaya başlamadan önce

tam tamına 27 saat, sadece şarap, çay, neskafe ve sigarayla beslendiğimi,
tam tamına 7 saat kafamı hiç kaldırmadan, sınav için ders çalıştığımı belirteyim.

Yani

Steve Jobs'un ölümünü ilk saatlerinden itibaren duyduğum halde, artık geyiğinin dönmeye başladığı şu saate kadar onu pek düşünemedim.
Zaten benim bir Apple'm da yok.
Yine de Jobs'u muhteşem konuşmasıyla anıp, saygımı gösteririm o ayrı.
Yok kapitalist düzenin zenginiymiş, ürünleri bedava mı dağıtmış falanlarına hiç girmem.
Babasının hayrına çeşme yaptıran kaç kişi kaldı ki?
Edison'a ampulün icadı için teşekkürler ama her ay elimize tutuşturulan faturaya bakınca, adamın ruhuna Fatiha okuyan kaç kişi var Allaşkına?
Neyse, siz Apple'cılar, elinizde hala taksitlerini ödediğiniz alet edevatınız varsa, ekstre gelince, Jobs'un ruhuna iki dua yollayın. Masrafları çıkınca, medeniyetin ortasına salan adamlar bunlar bizi sonuçta.

Zaten konum SJ ya da mucitler değil.
En azından son bir kaç haftadır deli başımın içinde, yine kuyrukları birbirine değmeden dolanan tilkilerin kafasında dolanan sivrisinekler farklı şeyler vızıldıyorlar.

Ölüm Allah'ın emri (sen de hoşçakal Jacobs ve kusura bakma seni düzgün anamadık
diyerek

Eros'un oklarına zaplıyorum.

Eros'la tanışmadan çok önceleri, onu sadece erkeklere özel iç giyim markası sanırdım.
Bir zamanlar genç kızların rüyası Zetina dikiş makinalarının pabucunu dama atıp, farklı rüyalar görmelerine neden olan, kutular içinde satılan, siyah beyaz renklerde bildiğiniz donlar, atletler işte.
Bu seksi (!) çamaşırlarla, kaç erkek kaç kadının gönlünün, gözünün kapısını araladı hiç bilemiyorum.
Ben oldum olası, erkekte bisiklet yaka Amerikan çamaşırlarını ve o daracık sliplerden çok daha seksi bir imajı olan paçalı boxer'ları tercih ederim.
(Yazar burada fenomenleşmeye adım filan atmamış, düpedüz gerçeği yazmıştır.)

Ve tanıştık Eros'la

Bu tanrı direk kalbi nişan alıyormuş ya, ve acıtmayan ok kullandığına bizzat tanığım.
Sadece oklar çıkarken çok sancılı oluyor, o dönemde mutlaka yardım alın derim.

Yardım dedim de
bu Eros bencil bir tanrı sanırım, yardımcısız çalışıyor. Yani oku atıyor, kaçıyor.
Sonrasında sen, kalbine okun diğer ikizi saplanmış sevdiceğin, ve oklarınız başbaşasınız.
Ya ömür boyu özenle kollayıp koruyacaksınız
ya da milim, santim yavaş yavaş ama çok sancılı çıkartacaksınız.
Eros'un yardımcısı, aşkımızı korumakla yükümlü kendimiz oluyoruz bu durumda.

Yıllardır, kadınlar ne ister, erkekler ne bekler konularını yazarız, okuruz, kafa patlatırız yani ciddi ciddi.
Pırlantalar, arabalar, yatlar, katlar, vsvsvsler hepsini isteriz bu konu şöyle dursun
kalbinde okla gezenler, samanlığı seyran ilan edenler, iki çıplağı bir hamama yerleştirip, hamamı en romantik ortam kabul edebilenler dünyasında istenen en belirgin durum şudur, iki taraf içinde;

Bir koltukta sarmaş dolaş sarılıp tv, ya da türevlerini birlikte izlemek!

Evet, evet, bir milyon aşığa sorsam, 999.999'ununilk aklına gelen bu şehir efsanesi.
Basit değil mi?
Otur bir koltuğa, aç karşına oynayan bir şeyler, sarıl, izle!
Bu kadarcık işte.
Artık yan ikram patlamış mısır mı olur, bol ketçaplı spagetti, şarap mı olur, ışık yerine mum mu kullanılır, bu hiç farketmez.
Önemli olan sarılarak, birbirinin kokusunu içine çekerek yapılan oturmak eylemi.

Peki sormaz mıyım ben şimdi bu aşıklara

Birbirinize sürprizler yapar mısınız? Öyle kapının önüne elinde tuttuğun bir demet papatyanın arkasına saklanıp, "kim gelmişşş şaklabanlıkları değil, sürpriz?

Kaç kez, aklınızdan başka şeyler geçirmeden can kulağıyla dinlediniz, o anda anlattığı saçmasapan şeyleri? Dinliyormuş gibi görünmeden yani?

Bunaldığını kaç kez, o söylemeden farkettiniz de, "hadiii seni uçuruyorummm" diye, tuttuğunuz gibi bir çılgınlığın içine attınız kendinizi?

"Ama sevgilimmm" le başlayan kaç cümleyi, "amaaa sevgilim ben deee..." diyerek kendi şikayetlerinizi dillendirmeden dinlediniz?

Ohoo say say bitmez bu rutin kaç kezler?;)
Zaten bunlar çoktan Güzin Abla klasikleri oldu. Bir çoğumuz aşk'ı yaşarken, çokca sahiplenme duygusundayız artık. "O benim" bencilliğindeyiz, farkında bile olmadan.
Çoğumuz parfümümüzü sadece boynumuza sıkıveriyoruz unutmazsak, oysa diz kapaklarımızın arkasına bile sıkardık değil mi?
O seksi Eros çamaşırları, (tekrar ediyorum benim için asla değiller), dantel gecelikleri dolabın bi taraflarına tıkıştırdığımız, "amaan bu saatten sonra, yok artık" diye yüzlerine bakmayıp, tatlı bir hatıra olarak sakladığımız yalan mı?

Ha bu arada

O koltuğa birlikte sarılarak oturmak efsanesinin katili aramızda!

Çok yakında bu da tarihe karışan bir klasik olarak sadece dillerde kalacak, demedi demeyin.
Valla bak.
Bu kadar dizi, haftanın 5 gecesi maçlar, digi, smart, tivibu mivimu derken pıtarak gibi artan her türden filmlerin, acımasızca aşkların katili olarak yayına sürüldüğü kanallar derken...
Evlere çoktan 2., hatta o da yetmez, dizi saati mutfaktayım diyen hatunlar için 3. tv'ler alınırken o koltuk efsanesi can çekişmekte!

Nerden mi biliyorum?

Ah şu Kuzey Güney!

"Ben bu akşam Kuzey Güney izlicem."
"Ben izlemezsem surat asmak yok"
"Sen ne izliceksin ki?"
"Bilmem!"

Bu diyalog işte.

Eee nerde kaldı efsane?

Biz biz olalım, madem bu tempo içinde, birbirimizin isteklerine pek fazla vakit ayıramıyoruz, sürprizleri erteliyoruz, bu koltuk işini yabana atmayalım.
Uyuklasak, amaann bile desek,
Eros'un oku kalplerimizde saplıyken, iki saatin o doyumsuz sarılma kutsallığını, sevdiğimize çok görmeyelim.
Unutmayalım, bu bişiler oynatan meret, yarın öbürgün bizim sevdiğimiz bir programı da yayınlayacak.
Sevgi emek isterdi değil di?
Fedakarlık isterdi?


not: Gerçekten ok çıkarken çok sancıtıyor kalbi.
bi not daha: Bu yazı asla ve asla bişiler öğretmek için ukalaca yazılmamıştır, anımsatmak baabından vurulmuştur klavyeye.
son bi not: Yazarın romantikliği...