24 Haziran 2011 Cuma

Kısacık bir açıklama

Bloğa yorum yapamıyorum bir süredir. Ayarlarımda bir sorun var.
Kısa bir açıklama yapmak zorunda hissettim kendimi, son yazdığım yazı konusunda bazı yanlış anlamalar olmuş, toplu halde yanıt verebilmek için.

Yazıyı okuyanlardan ve benim yaşantımı çok iyi bilen bir dostum aslında son durumda objektifliğimi kaybettiğimi iddia etti, ki yanlış değil. Zaten yazı sonunda bu objektifliğin insanı mutsuz ettiği gerçeğine yaklaşmıştım. Dikkatli okuyanlar anlamıştır.
Zaten daha dikkatli okuyanlar, karakter özelliklerinin kişilerin yaşamında ne denli etkili olduğunu da vurgulamaya çalıştığımı da ayrımsamışlardır.
Bazen ne kadar tarafsız düşünürsek düşünelim, baskın karakter yapısı tarafsızlığımızın önüne geçebilir. Ve değer yargıları farklı olabilir.
Bu, karşımızdakini anlamayı reddeder bir duruma itebilir insanı, ve bir şeyleri açıklamaya çalışmak, savunuyormuş havası yaratabilir. Karşılıklı konuşma sadece suçlama, savunmaya odaklanır.
Burada tarafsızlık biter, ve sadece kendi haklı olduğu konulara saplanır kalır insan.
Kolayı seçenler, "amaaan ben böyleyim napayım?" diye vurdum duymazlaşır, gider, ya da unutur herşeyi, "senden nefret edebilirim" diye terkeder gider.
Zoru seçenler, savunmadan önce kendi hatalarını da masaya yatırmayı başarabilenlerdir.
Çok büyük bir inançla itiraf ederim ki, ben yazdığım yazıda, kendimi savunmadım, ya da "ayy bakın başıma neler geliyor" diye ağlamadım, kendimi acındırmadım. Burası yanlış anlaşılmış.
Sadece, bazı sözleri sadece günün koşullarına değil, tüm bir yaşanmışlığa bakınca, haketmediğimi düşündüğümü ve unutamadığımı yazdım.
Mükemmel bir insan değilim.
Dedim ya davul dengine diye, işte o denge bozulunca sanırım hırçınlıklar, agresiflikler, özellikle "aşk" konusunda tarafsızlığı insafsızca yokediveriyor.

Sonuç olarak, yazı sonunda aşk konusunda çemkirmem tamamen kişiseldir, bunun dışında tüm olaylara bakış açım, koruyabildiğim kadar objektif kalacaktır.


Sevgilerimle, mutluluk diliyorum herkes için.

Davul dengi dengine hesabından

Kimbilir belki hepimiz yaşadığımız sürece aynı ya da benzer deneyimleri yaşıyoruz, farklı zaman, farklı mekanlarda.
Aynı şeylere seviniyor, aynı şeylere üzülüyoruz. Değişen sadece zamanlar, mekanlar yüzler.
Herkes ölümü, doğumu yaşamıyor mu? Aşık olmuyor mu? Aldatılmıyor mu? Dost kazığı yemiyor mu? Satıcı parayı eksik aldığı zaman seviniyor, yere para düşürüp kaybettiğinde üzülmüyor mu? Tuttuğu takım gol atınca sevinirken, karşısındaki üzülüyorken, bir başka gün sevinenler, üzülenler yer değiştirmiyor mu? Bir çorbanın tuzundan yakınan birileri, bir başkası yakınırken, mis gibi kuru pilavı mideye indirmiyor mu?

Say say bitmez!
Akp'nin seçim şarkısı gibi bir şey; Aynı yoldan geçmişiz biz! ;)

Ama işte

Bu geçişlerde, karakter özellikleri baskınlığıyla farklı tepkiler gösteriyoruz.
Bir başkasının "aman boşver, değmez" vurdumduymazlığı, bir başkasının ta derinlerinde onarılması mümkün olmayan yaralar açıyor.
Bir diğerinin kabul edemediği davranışlar, diğerinin umursamadığı, basit ayrıntılar olarak kalıyor.
Birbirimize akıllar vermeye başlıyoruz, kendi doğrularımızca, ya da gerçekten doğrularla. Hani olay anında psikolojisi farklı olur kişinin, objektif bakabilmeyi rafa kaldırır ya, hah işte tam o zaman gösterdiğimiz yol doğrudur ama dinlenebilirse tabi.;)

Artık doğuştan getirdiğim karakter özelliğinden mi, yoksa canım babamın çaktırmadan empoze ettiği tarafsız bakıp, düşünebilme, soğukkanlılığını koruma özelliğinden mi, belki her ikisi, gerçekten olaylara objektif bakmayı başardığım söylenebilir.

Hiç bir olay kendiliğinden ortaya çıkmaz.
Mutlaka bir nedeni, bir sorumlusu, bir de illa ki mağduru vardır. Tabi mağdur her zaman haklı mıdır, çok su götürür bir durumdur.

Aldatılma konusu örneğin?
Aldatılan taraf, mağdurdur.
İyi de neden aldatılmıştır?
Ya da bir cinayetin mağduru?
Neden öldürülmüştür?
Bu saydıklarım anormal ruh durumu koşullarını içermiyor elbette. Sapkın davranışlar tamamen patolojik vakalar olup, anlatmaya çalıştığım konunun tamamen dışında.
Gündelik, standart insan yaşantıları söz ettiğim.

Objektif bakış açısında, iki taraf hem haklıdır, hem haksızdır. Doğru olan, haklılık ve haksızlık paylarının oranını bulabilmektir.
Kişinin kendisi için değerlendirmeleri de konuya dahil.
"Bana bunu bunu yaptılar, bunu nasıl hak gördüler,vsvvs..." sızlanmalarını bir kenara bırakıp, "ben ne yaptım da, bu davranışı hakettim?" daha doğru bir yaklaşım değil mi?
Eskilerin dediği gibi, iğneyi kendine... durumu.;)

Bu yazdıklarım tamamen kişisel bakışım yaşama. Yani okuyanı bağlamaz.

Başıma bir olay geldi benim, aldatıldım!
Tüm yaşantımı kökünden etkilemiş bir olay.
Hiç sormadan, sorgulamadan terkettim mekanı! Çok kızgındım, çok yıpranmıştım, o ruh haliyle sormaktan ötesine geçebilir, çok daha vahim sonuçlar yaşayabilir, yaşatabilirdim.
Beynimin bir köşesinde taşıdığım soru işaretine, yanıtlar aradım. Yine öncelikle kendi hatalarımı tarayarak.
Vardığım sonuç, ufak tefek gençlik hatalarının, bana yapılan hakaret karşısında epey hafif kaldığıydı. Bence elbette.
Epey süre bekledim.
Hani diyoruz ya, insan geçmişiyle hesabı kapatmadan, sağlam bir gelecek kuramaz diye. İşte bu sözün doğruluğuna inancım tam benim.
Tüm hayallerimi yerle bir eden aldatılmadan sonra, yaşadım, farklı dünyaların içine girerek.
Uzunca bir süre sonra, artık suların durulduğu bir zamanda hesabımı kapatmak üzere yola çıktım. Kendimce, bir özür alacaklıydım çünkü. Ve tabi ki bir savunma dinledikten sonra.

Ve geçmişle en büyük hesabım kapandı!

Ya sonra mı?;)

Anladım ki, biz hesapları hiç bir zaman kapatamıyoruz. Bir defter kapandığında, açık olan defterlerin hesabı sürekli artıyor.

Farklı konular, farklı hesaplaşmalar...
Bazen bir söz, bazen bir çarpışma, ya da bir münakaşa, veya sessizlik. Hesap hep açık.
Yeni bir dünya kurmak isterken, engeller hep var, ama aşılması kolay, ama zor.

Ben, kendim olarak anladım ki, bazı sözleri haketmiyorum, ve daha korkuncu unutmuyorum!
En romantik anı yaşarken, ya da hiç ummadık bir anda o bir söz, bir cümle, beynimin kıvrımlarından, söze yolculuğuna başlıyor.
Hele ki, söz ya da davranış, çok sevilenden gelmişse!
Hele ki, sözü söyleyen bir de sizi anlamak gibi bir gayret içinde değilse!

Sözün kısası, yıllardır objektif bakabilmeyi kendine yaşam tarzı olarak seçip benimseyen ben, belki de ilk kez bu huyumu sorgulamaya başlamalıyım, yoksa sesimi duyurmaya çalıştıkça, daha çok dibe batar olmanın hüsranını yaşamaya başlayacağımdan korkmaya başladım ilk kez.
Çünkü artık düzen değişmiş, her durumda ben haklıyım modundaki kişilerin nüfusu giderek daha bir fazlalaşmaya başlamış ve mutlululuğu, neyi hakettikleri beni ilgilendirmiyor ama, onlara devretmişiz.

Ve ben boşuna bekliyorum!

Acı!

Ama belki, davulun dengi dengine vurmasını öğütleyenler haklı!

Dengini bulabilene kadar sınavlardan en az yarayla geçebilmenin umuduyla...

22 Haziran 2011 Çarşamba

Survivor Show

Survivor başladığından bu yana ilgiyle izlediğim, oyunlarda gerçekten heyecanlandığım hoş bir oyun/yarışma.
İdi.
Taki bu son Survivor'a kadar.

Ünlüler Gönüllüler

Günler öncesinden açıklanan ünlüler arasında kuşkusuz en dikkat çekici isim Nihat Doğan'dı.
Ciddi yazayım, ortalıkta dönen ND geyiklerine uzaktan yakından ilgim bile yoktu. Kendisiyle tanışmam Survivor sayesinde oldu diyebilirim. Tanıştıktan sonra, meraklıyım ya az biraz geçmişini inceledim. Adam bence hiç oynamadı Survivor süresince. O kendisine bir dünya yaratmış, yarattığı dünyaya inanmış, kısaca en başından, "kendi yaratığı ego dünyasının" başrol oyuncusu olmuş bile.
Vatanı en çok seven, saygıda kusur etmeyen, Allah inancı çok kuvvetli, özlü sözleri o kadar benimsemiş ki, nerdeyse kendi kelamı sayacak hale gelmiş bir insan.
Bu kendini inandırdığı oyunu tüm yarışma sırasında gayet başarılı oynamadı, yaşadı! O derece inanmış yani.

Final anına kadar!
İşte tam o final anında, kazanmak hırsı tüm bu değerlerin öyle bir önüne geçti ki, başladı çamurlaşmaya!;)
Zaten derdim ND falan filan değil, ne onu, ne kendi yarattığı dünyasında başrol oyunculuğunu, döneklikleri beni hiç ilgilendirmedi, zaten bu final gecesiyle adını bile unuttum.

Ama orada bir Derya vardı ki...

Derya Büyükuncu, yabancı olmadığım bir isim.
Survivor süresince, çok konuşmayan, daha çok dinleyici, anlayışlı, göbeğinin üzerinde uzanan takım arkadaşına ağabey, eşine sadakatini sürekli yüzüğünü öperek kanıtlayan, etliye sütlüye pek karışmayan, aslında "cool" deyimini anımsatan tavırlarıyla farklı bir yarışmacı. Kaldı ki, final gecesi, ödüle bir adım kala bu sessizliğini, çaktırmadan aleyhte propoganda yaparak bozmaya meyilli olduğunu izledik hep birlikte. Haklı haksız tartışmıyorum, ah bu paranın gözü kör olsun diyorum sadece.

Büyükuncu'yu tanımama karşın, yine de nette araştırdım biraz. Vikipedi kişi araştırmalarında en güvenilen kaynaktır ya, bu ay güncellenen tanıtımında, "daha çok katıldığı yarışmalarla kendisini tanıtmış kişi" demiş. Üzücü.
Aslında çok güvenilmez bir açıklama değil.

Futbol dışında farklı sporların adeta yoksayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Özellikle bireyse sporlar kişilerin sadece yakınlarını ilgilendiriyorsa ilgenilen sporlar.
Pek çoğumuz uluslararası yarışlarda başarı gösteren haltercilerimizin, atletizmcilerin adlarını saymakta zorlanırız.
Ancak Büyükuncu biraz farklı.
Türkiye'de yüzme sporu dendiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi. Ama akıllarda kalması, pek fazla başarılı olmadığı halde kendisine tanınan olanaklarla, son yıllarda gündemde olması nedeniyle bana kalırsa.
Çünkü, kendisini çok başarılı bulanlara aldığı ödülleri (Türkiye dışında) sorsam, adım kadar eminim, araştırmadan yanıt veremeyeceklerdir. Yok çünkü!
Balkan Şampiyonaları Türk yüzücülerin en başarılı olduğu şampiyonalardır ve aynen Derya gibi pek çok yüzücümüz bu yarışlardan ödüllerle dönmeyi başarmışlardır.
Derya'nın bir adım önde olmasının nedeni biraz da yaşı nedeniyle, bugüne kadar katıldığı yarışların diğer yüzücülerden fazla olması olmasın? Ha bir de, ne kadar büyük başarı sayılabilirse, Olimpiyat barajını geçebilmesidir.

Sporcu, bir türlü istediği başarıyı yakalayamamasının nedeni olarak, kendisine devletin tanıdığı olanakların az olduğundan yakınmaya başladığında, yıllardır yüzme sporunun göbeği ABD'de bursla okuduğundan kaç kişinin haberi vardı bilmiyorum?
İşte tam o sıralar, uluslarası yarışlarda ülkemizi temsil edecek pek çok sporcuya, antreman yapabilmesi için alan gösterilemiyor, gereksinimleri olan temel malzelemelerin sağlanmasında büyük zorluklar yaşanıyor, sporcular kendi olanaklarıyla bir yerlere yükselmeyi başarıyorlardı. Onlar altın madalyalar kazansalar bile "isimsiz kahramanlar" olarak kalmaya mahkum ediliyorlardı.
Elbet bu Derya'dan kaynaklanan bir sorun değil, ancak devlet bütçesinin ne kadar kısıntılı olduğunu bildiği halde, başarı sözü karşılığında talep ettiği 10bin dolar aylık maaş kendisine bağlanıyordu!

Peki gerçekten bu 10 bin doların hakkını verdi mi Derya?

Gerek ailesinin maddi güçlük çekmediğini, yüzdüğü klüplerin kendisine tanıdığı sınırsız olanakları, ve ABD antreman koşullarını az çok bilenler bu soruya sadece gülümser!
Maaş bağlandıktan sonra, verdiği sözleri tutacağına inanılan efsane yüzücü (!)müz tam da uluslararası sahneye çıkacağı günlerde, Acun Show'un dans yarışmasına katılmasın mı?!!
Kötü denk gelmesi diyelim, ama Derya'nın tercihine ne kadar saygı duyarsınız bilemiyorum, kendisi dans yarışması uğruna Milli Takım görevine gitmemiştir!
Maaşı kesilmiş, Aynı zamana denk gelen yarışlarda klübü Galatasaray'ı yüzüstü bıraktığı için, takımından kovulmuştur.

Galibinin SMS'lerle belirlendiği "ruhunu kaybetmiş" bir Survivor'da, büyük ödülü kazandığı zaman, bir kez daha Olimpiyatlar'a katılmak istediğini açıklasada, Federasyon'un oldukça sert tutumu, ulu önderimin "Ben Sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlaklısını severim" sözlerinin altına imza niteliğindedir.

Kişisel hiç bir alışverişimin olmadığı, ve gerçekten çok iyi yüzücü olduğunu defalarca izlediğim Derya Büyükuncu'ya show dünyasında başarılar dilemekten başka bir sözüm kalmadı.

Acun'un yaptığı işlerde başarısına sözüm yok, daha önce yazmıştım, arkasındayım.
Bu kez, Survivor ruhunu farklı yaşattığı için kırgınım. Keşke adını "Survivor Show" koysaydı!
Kısaca, bu Survivor'ın galibi, Acun Medya, Türkcell ve Coca Cola olmuştur.

Ama Survivor'ın asıl galibi, Pascal Nouma'yı destekleyen, onun işaretiyle Büyükuncu'yu birinciliğe taşıyan SMS'lerin sahibi Çarşı'dır! Hiç bir koşulda ruhunu satmadığı için!



Not: 22 Haziran 2011 Posta Gazetesi'nde yayınlanan "Derya Büyükuncu vatan haini" başlıklı yazı insanın tüylerini diken diken edecek kadar vahim bir yazı. http://www.posta.com.tr/spor/HaberDetay/_Derya_Buyukuncu_vatan_haini__dedi.htm?ArticleID=67548

18 Haziran 2011 Cumartesi

Seninki talih, benimki Kör Salih!

Hani bir söz vardır, "seninki talih, benimki kör Salih!"
Kim ne zaman ne niyetle demiş bilmem etmem ama, bugünlerde karşıma piyangodan amorti çıkmış birisi bile çıksa bu sözü ederim herhalde! O derece talihsiz günler yaşıyorum işte!
Sıkıntılar üstüste gelirmiş ya, belki mutluluklarında üstüste geldiği oluyordurda, biz bulutların üstündeyken farkına varamıyoruzdur.
İnsan bir kere çakılmaya görsün.
Sonrası, artık eline diken çarpsa, ciğerine batmış diken için rontgen çektirmeyi düşünürsün ciddi ciddi!

Önce Digitürk bozuldu!
Net bağlantım zaten başından beri sorunlu, her sabah TTNet müşteri temsilcisiyle helalleşmeden bağlantı kurmam olanaksız. Hani şakacıyım filan ya, galiba benimle sohbet etmeden TTNet'in işleri yolunda gitmiyor, aramamı istiyorlar gibi fantaziler üretmeye başladım. Bu arada callcenter'ın en tatlı dilli elemanı Ayça Hanım'a sevgiler.

Tam Digitürk halloldu, seçim günü geldi çattı. Hay televizyonum toptan bozulaydıda, açamasaydım, duymasaydım şu sonuçları dediğim gece!
Gerçi saatler ilerleyip, liderler konuştukça anladım ki, sonuçların beni mutsuz etmesi gereksizmiş. Herkes mutluydu! Hatta Twitter'da ardı ardına patlayan esprileri okudukça, en eğlendiğim seçimin bu olduğuna bile yemin edebilirim.
Kendimi bu neşeli ortamda, "aman nasılsa kapıda ekonomik kriz var, Akp uğraşsın, o arada CHP artı puanlar toplar, artık önümüzdeki seçime bakalım." diye teselli etsemde, %50 hangi şekilde kazanılırsa kazanılsın, başarı saymayı başardığımdan, içim sıkılmadı değil!

Sonra telefonum bozuldu!
Türkcell'den gelen eleman telefonumun onarılması için götürürken bana kullanmam için bir telefon bıraktı, tamire giden telefonumdan daha bozuk çıktı, telefonsuz kaldım!

Anahtarımı unutmuşum, kapıda kaldım, özel sigorta şirketim BackUp'ı aradım, adresim güncellenmediği için bir dolu blablabla... çilingir çağırdım.

Araya sıkıştırayım, Digi Vip, Türkcell Premium, Back Up kurucu üyeyim! Yani avantajlı her türlü pakete sahip "sözde" şanslı vatandaş! Lanet olsun içimdeki "bir ünvanın olsun da, seni sömürenden olsun" salaklığına!

Bütün bunlar olup biterken, ben aşıktım!

Ve, ne kadar olumsuzluk varsa, hepsini unutturacak bir can vardı dünyamda.
Upuzun yılların, çok engelli yolların yoldaşı can.
Şimdi,
CHP daha güçlenecek, kuşkum yok.
Digitürk'üm onarıldı.
Back Up özürler dileyerek gönlümü aldı.
Telefonum yenilenecek.

Ama
Artık bir can yoldaşım yok!

Bugün Twitter'da Serdar Akinan şunu yazdı;
"Hiç risk almayan kişi, belki acı ve üzüntülerden korunabilir ama büyüyemez, sevemez, değişemez, hissedemez, öğrenemez. Garanti arayışlarıyla zincirlenmiş bir köle olarak yaşarken, bedelini; özgürlüğünü kaybederek öder.Sadece; riski göze alabilen kişi özgürdür."

Tamda söylemek istediğim cümlelerdi, can imkansız aşktan giderken.

Ve ben artık çok iyi biliyorum ki, sinirlerimizi bozup, sınırlarımızı zorlasa da, teknoloji her zorluğun üstesinden gelebilir.
CHP bile yeniden güçlenebilir.
Ama, sadece özgürlüğü birşeylere tercih etmek her zaman galip gelecek.
Ve sadece özgür olabilme cesaretini gösterebilenler "gerçek" mutluluğu yakalayabilecek.

4 Haziran 2011 Cumartesi

Hayaldi hayal kaldı

Sizi bilmem, ama ben 2011 seçim sürecinden çok sıkıldım.
Aslına bakarsanız, uzun zamandır kirletilen siyaseti izlemekten de çok sıkıldım.
Seçim vaadlerinden çok, birbirlerini karalama kampanyalarına dönen mitinglerden, koca koca siyaset adamlarının mahalle çocukları (bazı arkadaşlarım çocuk yerine "karı" diyorlar, ben biraz ılımlaştırdım, hak etmeselerde.)gibi sataşmalarından, çamur at izi kalsın politikalrından, iddialaşmalarından çok bunaldım.
Tüm bunlar zaman içinde belki unutulabilir, ama hafızalarda, bir sloganın uzun zaman korunacağını düşünüyorum; "Hayal'di, gerçek oldu!"
Yok, siyasetle yatıp kalktığımız, sağım,solum,önüm,arkam her yanımızın siyasete bulandığı bugünlerde siyasi bir yazı yazmayacağım. Sağolsunlar, profesyonel, amatör eli kalem tutan tüm yazarlarımız bu konuları zaten yazıyorlar. Özellikle, kendi içimizdeki (Twitter) yazarlarının, hiç bir baskı hissetmeden, dürüstçe, aksaklıkları, haksızlıkları dile getirdikleri yazılar var ki, hemen hepsini izleme gibi bir açlığım olduğunu itiraf etmeliyim.

Bugün, biraz da özel yaşamımda oluşan bir dengesiz durumdan ötürü, gündeme konsantre olamadım.
Ne televizyon açtım, ne de sürekli okuduğum yazarların köşelerini doğru dürüst algılayamadım.
Öylece, hiçbir şey düşünmemeye gayret ederek, bir koltuğun üzerine tünemişken, hay bin kunduz! Aklıma takılıverdi, "hayaldi gerçek oldu" sloganı!
Ama öylesine olumsuz bir günümdeyim ki, "hayaldi,hayal kaldı"larımı düşündüm ister istemez.

Aslında pek fazla hayal kuran bir insan değilim.
Hayaller, mucizelerin gerçeğe dönüşmesini anlamsızca beklediğimiz saçmalamalarımız gibi gelir hep bana.
Gerçekleşmediğinde kocaman bir ümitsizlik yaratan, zayıf kişiliklerde depresyona bile yolaçabilen bir takım hayattan kopuk beklentiler.

Ama

İnsanın yaşı, konumu ne olursa olsun, kurmaktan kaçamadığı hayalleri oluyor ergeç.
Aşk'a dair hayaller.
Ya bir gece yarısı ansızın geliyorlar, ya da bir otobüs beklerken, bir film izlerken, ya da bir sandviç yerken. Mekansız, zamansız üşüşeveren, kaçması zor hayaller.
Ne kadar umut vaadederse aşk, ya da ne kadar umutsuz olursa farketmiyor!
Kaçmak istemiyorsun üstelik. Hayal ettikçe daha fazlasını ediyorsun. Daha fazlasını hayal ettikçe, daha çok bekliyorsun. Ve bekledikçe, gerçekleşmeyen hayallerin seni ümitsizliğe, oradan umutsuzluğa, biçareliğe savuruyor, farkına bile varamıyorsun.
Hele bir de, imkansız aşk'a düşmüşsen, artık hayallerin senden bir canavar yaratıveriyor. Öyle ki, karşında canavarlaşanda, o en çok sevdiğin aşığın oluveriyor.
Ve gerçekleşmeyen hayallerinin uçurumunda, imkansızlığın en bedbahtına yuvarlanıp, hayallerini kemiren kurtçukların seni yiyip bitirmelerine engel olamıyorsun.
Hayaldi, hayal kaldı'ların ne kadar fazlalaşıyorsa, o kadar yalnızlaşıyorsun.
Artık, ne yana savuracağını bilemediğin rüzgarın uğultusunda sürükleniyorsun, yürümeyi hem mutluluk, hem mutsuzluk sayan ayaklarınla, kalbinle.

İşte böyle bir günde, ne yapacağını bilemez halde içini çekiyorsun.
Kendinle ve canavarınla başbaşa yarattığın dünyanda.

Ve bir gün oluyor, artık geride bıraktığını sandığın hayallerin, tam da sen ölmeye yatmışken, dudaklarında buruk bir tebessüm olup donuveriyor.

Ölüyorsun.

Küçük bir not: Bir dostum, benim duygularımı yazarak anlatabildiğimi, ama konuşmayı başaramadığımı söylemiş. Gülümsedim.
Evet, bazen zordur konuşmak. Ve haykırmak.