30 Ağustos 2010 Pazartesi

Sanal Dayatmalar

Son bir kaç günüm neredeyse boş denecek kadar eylemsiz geçti. Üstüste 2 günümden birini Kimsesizler Yurdu, diğerini Huzur Evi ziyaretlerine ayırdım. Klasik söylemlere hiç girmiyorum, çocukları sevindirin, yaşlıları unutmayın türü klişelerle. Bunlar içten gelmeden yapılacak şeyler değil.
Biliyorum, çünkü bir zamanlar benim içinde "angarya"ydı! Hele çocukken... annemin çocuklara dağıttığı, içinde ne olduğunu bilmediğim paketlere özenir, onları sahiplenen, anneme teşekkür bile etmeden alıp kaçan çocuklara sinirlenirdim.
Dişleri kalmamış, saçları dökülmüş, üstü başı pasaklı yaşlılar ise ürkütücüydü. Sadece bir kez gitmiştim. Sonraları gitmemek için ürettiğim saçmasapan bahanelere inanmış görünen babamı... (baba seni çok özledim;( şimdi olsa senden önce otururdum annemin hep bana ayırdığı ön koltuğa, senin yanına. Giderdik. Seni hep daha çok sevdiğimi biliyordu değil mi? ) yakışıklı babamı gözüm yaşlı anıyorum.

Neyse...

Boş günlerimin ortak yanı: Uzay boşluğunda bomboş dolanan bir yaratığa dönüşmem! Düşünmek zor, yazmak sıkıcı, öyle dolap toparlamak, kütüphaneyi yerleştirmek türü işler aman uzak olsun.

Ama sanal dünyada (twitter'da) üstüste yaşadığım bir kaç olay boşluğu bol kafamın duvarları içinde pinpon topu gibi bir oraya bir buraya vurup, korkunç sesler çıkarınca... düşündüm!

Tatminsizliğimizi düşündüm. Tatminlerimizi düşündüm. Keyif veren konuları, keyfimizi kaçıran konuları düşündüm.
Şimdi "boş şeyler düşünmüşsün" diyenleriniz olabilir. Onlar devamını okumasınlar, bu yazı "boş" bir yazıdır.

Biz gerçek yaşamda bir şeyleri başaramayıp, sanal bir dünya mı kurduk kendimize? Bu pembe dünyada, gerçek dünyada olduğumuzdan daha mutlu filan mı olacağımızı sandık? Kendimizi en iyi anlatabileceğimizi düşündüğümüz, "ben"liğimizi ispat edebilmemiz için bize sunulmuş bir fırsat mı kabul ettik?
Oysa... herkes "ben" di! Bunu unuttuk galiba...
Gerçek yaşamda dayatmalardan sıkılmıştık ama burada da insanlar farksızdı. Benliğini kabul ettiren, dayatmalarında kendisini haklı görmeye başlamıştı.
Bir adım fazlasıyla, bizi anlayabilecek bir sanal omuza başımızı dayamaya hazırken, yaşadığımız dayatmalarla, yaratmaya çalıştığımız pembe dünyanın aslında gerçek dünyadan hiç farkı olmadığını anlayıp sinirlenmeye mi başlamıştık?

Bu durumlara örnek pek çok tweet okudum boş günlerimde.
Kaldı ki Twitter çok daha farklı bir ortamdı.
Farksız olan sadece bizdik.
Güçlü kabul etmek istediğimiz kişi, kişisel zaaflarını yazdığında itiraz ettik. (Bana yapılan dayatmaya tam örnektir, kendimi savunma hakkım bile kullandırılmadan, kişiliğim, karakterim yerle bir edildi ve bloklandım!)
Düşüncelerimiz beğenilmediğinde hakarete varan suçlamalarla karşılaştık, biz de karşımızdakini düşüncelerinden dolayı aşağılarken. Kendi yaptığımız normal bir savunmaydı, karşımızdaki anlayışsızın tekiydi.
İsimsizseniz fake karakter olma olasılığınız hep vardı, resminizi kullanmak istememeniz bile yadırgandı, Pucca bile bu gizlilikten nasibini aldı. Öyle ki linç etmeye meraklı bir dolu kişi bunu fırsat bilerek, bir insanın yüzü çirkinse yazdıklarının anlamsız olduğunu savunacak duruma geldiler. Oysa biz değil miydik, Pucca bloğunu, kitabını yere göğe koyamayanlar?
Tüm yüz saklayanlar "iğrenç, çirkin, tatminsiz" kızlar ilan edildi ve kendilerini ancak sanal yoluyla tatmin edebileceklerine oy çokluğu ile karar verildi!
Bir başkasının açığını yakalayıp, "nasıl bozum ettim ben onu" gururlanmaları DM'lerde dolanmaya başladığında...
Garip gelmesin sakın, aklıma başı kesilerek öldürülen zavallı kızın babasının sözü geldi: Arka bahçe...
Ön bahçede oynayanların "arka bahçe" de gerçek düşüncelerini daha kolay anlatabildiğine de tanığım, ya da tam tersi duruma.
Romantik ilişkilerini 5000 e yaklaşık üye arasında yaşamaya çalışanların çektiği zorlukları sıralamaya hiç gerek yok.
Dahası ilişkileri olmadığı halde, aralarında dostluk kurabilen, frekansı tutmuş karşı cinsin, bir diğerini huzursuz ettiği saçmalıklarınıda görmezden gelemiyeceğim.

Kimimiz tüm komlekslerimizle olduğumuz gibi göründük, kimimiz komplekslerimizi bir başkasına fatura etmeye çalıştık.
Düşünceleri bize yakın gelen kişilerin kimliğini sorguladık.
DM lerde şikayet ettik, ya da övdük.
En güzel sözü ben yazmalıyım triplerinde arama motorlarında karşımıza çıkan cümleleri orasından burasından çekiştirip farklı bir düzenlemeyle kendimize malettik.

İsteğimiz basitti...
Beğenilmek, yüceltilmek.
Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi.

Oysa bize hoş bir fırsat sunulmuştu, biz tuttuk, gerçek yaşamlarımızı nasıl kirletiyorsak, sanalı da kirletmeye başladık. Üstelik karşımızdakini tanımamanın verdiği rahatlıkla daha pervasızca yapmaya başladık bunu. Bloklama lüksümüz var ya...

Benim mazim çok eski değil.
Ama bunları görebildim.
Belki de bazı gelişmeleri, oyalanmak için girdiğim, sadece 2 ay dayanabildiğim bir chat sitesinde yaşadığım için.

Twitter'ı çok farklı amaçlarla kuran kişi, bir şeyi unutmuş!
Siteye girerken, "Burası en hızlı iletişim merkezi olmaya aday bir sitedir. Ve de içinizi dökmek için size sunulan bir hizmet. Kendinizi ve kimseyi yargılamaya gerek yoktur. Kimin nasıl tweet atması gerektiğine karar vermiş bir üst kurulumuzda yoktur. İçinizi dökerken, yararlı gördüğünüz bilgileri paylaşabilirsiniz, verilen linklerden yararlanabilirsiniz, linkler verebilirsiniz. Çalışmalarınızı tanıtabilirsiniz. Sohbet edebilirsiniz, ilişkileri gerçeğe taşıyabilirsiniz. Herkes kendi yazdığından sorumludur. Öncelikli amacınız "yararlanmak" olursa, çok daha fazla keyif alacağınızı hatta eğleneceğinizi unutmamanızı dileriz."
gibi bir hatırlatma yazısı , belki bu giderek dayatmaya varan ilişkileri zorlamazdı.


Bir dip notcuk: Genel görüşümdür. Kimse alınmasın. En azından, bazen 2-3 kişiyi yolun dışında bırakmaya mecbur olsam da, ben Twitter'ı seviyorum ve çok dostum olacağına inanıyorum.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Satır aralarında aşk


Yazının başlığını yazarken aklıma geldi "İsyan Günlerinde Aşk" romanı. İlk çıktığı yıl (2001) ölümlere isyanlarımdaydım, okumamıştım. Daha sonraları Ahmet Altan sevgisizliğim doruklara çıktığından mı, yoksa kitap için eleştiriler olumsuz olduğundan mı anımsamıyorum bu romanı okumadım. Ama adı hep ilgimi çekti.
Roman tarihte gerçek bir isyan içinde yaşanan aşkı konu etse de, aşıkların her isyan edişinde dudaklarımdan bu sözcükler döküldü.
Yaramaz bir yanım var, kabul ediyorum bunu. Kimse duymadı, ama aşıklar isyanları içinde ağlaşırken, kendi kendime fısıldarken güldüğümü itiraf ediyorum!
"İçinden tramvay geçen şarkılar" a takılmışlığımda vardır. Tramvaylı şarkıların içinden isyanlar geçirmişliğimde. Karman çorman...

Oysa ben olanca romantikliğime karşın, çoğunlukla realistimdir. Romantik yanım keşfedilmesin diye özellikle realist yaklaşımlarla, olaylara mantıklı açıklamalar bulmak gibi bir saçmalığı misyon edinmişliğim vardır. Bu durumun babaanemle ilgisi yok! O bana hep hüzün yakıştırırdı... Neyse;)
Belki çözülmekten korkmak ya da çözülüvermekten.
Belki aşağılanmaktan.
Öyle ya, kaldı mı, "mum ışığında omuzuna başına gömsem... hiç konuşmasak" fantazileri bu zamanlarda?
İnsanların aşklarını "ben aşık oldum yaaaee" şımarıklığında dile getirmesinin prim yaptığı günleri yaşıyoruz.
Ben 21.yy'da 19.yy romantikliği yaşarken, bu tutulmamdan utanmayayım ne yapayım?
"Sen uyuyorsun ya şimdi, yüreğimi bir yıldız gibi bağlıyorum sana..." demenin komik olduğunu kabul edip, "madem uyuyorsun, eh bari ben de çiçekleri sulayayım, sıkılmışlarsa hayvanların korkunç öykülerini filan anlatayım onlara" türünden daha gerçekçi "takılmayı" yeğliyorum.

Ve
artık nesilleri tükenmeye yüz tutmuş şairlerin, edebiyatçıların dizelerinde, sözlerinde... satır aralarında yaşıyorum aşkı.
Kendi satır aralarıma sıkıştırıyorum.
Kendimi satır aralarına mahkum ediyorum.
Ettiriyorum.

Ama geceler...
bu hain geceler var ya, hani şu perdesi olmayan penceremden gökyüzünde kaybolduğum geceler.
Işıksız yazıları kör gözümle okuyamadığım, ama kulaklarımdan silmeyi başaramadığım, tüm sarsıcılığıyla içimden dünyanın tüm tramvaylarını aynı anda geçiren o sözler...

"Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir
kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak
bazılarının gelecekte sandıkları o 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa
hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız
omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip
"nasıl olsa bir gün karşıma çıkar" dediğinizdir.
Oysa tam da o gün bu zalim şehri terketmiştir O,
boş yere sokaklarda aranırsınız..."

Yinede...
Satır aralarında aşkı yaşamak güzeldir romantikseniz. Aşkın yalnız yaşansa bile değerinden kaybetmeyeceğini biliyorsanız. Kendinize değil sevgiliye aşıksanız.
Sevilmiyorsanız bile!

Bu zalim şehrin sokakları şimdi bomboş.
Son tramvay çoktan kapılarını kilitledi. Biliyorum. Ağlıyorum ismini kendime bile söylemeden.
Ama satır aralarından çıkamıyorum ki...

Dip not yok.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Pucca köşesi


Pazar günleri gazete okumaya magazin eklerinden başladığımı itiraf edeyim. Tatil günleri beynimin tembelliğe endeksli olmasından mıdır nedir, ana sayfada siyaset haberlerine ne kadar odaklanmaya çalışsamda kafamın basmadığı gerçeğini de...
Aileden kalma alışkanlıkla her zaman ilk okuduğum gazete Milliyet.
Magazin sayfaları okuyorum dediysem, kim kimi nerede ne yapmış, kim hangi sperm bankasından aldığı spermle kimi doğuracakmış, Şahan aslında Recep İvedik'midir tarzı yazıları değil. Öncelik her zaman köşe yazarlarının! Magazin sayfalarının köşelerini dolduran, bir kaçı hariç artık onlara ne kadar "yazar" denilebilirse işte...

Canım Türkiye'mde bazı yazarlarımız best seller olabilmek uğruna, toplu taşıt araçlarının sıkışıklığında bile gözlem yaparak, cebinden çıkardığı küçük kağıtlara not tutadursunlar, kitabının çıktığının 15.gününde 'en çok okunanlar' listelerini altüst eden yazar (!) Pucca'nın köşesini okudum ilkin.
Her ne kadar Pucca yazar olduğunu iddia etmiyorsa da, bizim ülkemizde kitabı,köşesi olan 'yazar' mertebesine ulaştığı için bu sıfatı onunla anmak kaçınılmaz.;(
Çok kötü bir yazıydı!
Acaba atladığım bir güzellik var mı? Ben mi kötü niyetliyim? gibi yine önce kendimi sorguladığım düşüncelere yanıt vermek için bir kez daha okudum! Tek güzel sözcük 'Olimpos'tu! Yok Pucca bu tail yöremizi anlatmamış. Ben daha önce gördüğümden Olimpos sözü üzerine 2 dakika hayalimde oraya gidip geldim.
Yani baştan sona saçmasapan bir yazıydı!
Hani ergen kızlar günlüklerine bir şeyler karalar, yıllar sonra okuduklarında "amma saçmalamışım" diye gülüşürler ya... O türden bir anlamsızlık işte.
Milliyet Gazetesinin sorumsuzluğu mu desem? Best seller yazardır, ne yazsa yeridir, güzeldir, okunur mantığı mı desem?
Yoksa hepsinden vazgeçip sevdiğim gazetemin teenage grubuna yönelik okuma alışkanlığı kazandırma çabası... diyerek gazete için bahane mi üretsem bilemedim?
Ama...
Teenage dediğimiz buluğ çağında çocukları olan akrabalarımı uyarmak tutuculuğunu yapabilir miyim diye düşünmeden edemedim.

Gençlerin eğlenmek hakkıdır.
Ben de dans severim, hatta Antalya sahillerinde ki plajlarda Dj'lerin çaldığı ritmlere dayanamayıp, herkesle beraber çılgınlar gibi dansetmişliğimde vardır gündüzün ortalık yerinde. Geceleri eğlence mekanlarında 'dibine kadar içelim, eğlenelim' dediğim gecelerde olmuştur mutlaka. O tatil gevşekliğinde bakışmışımdır da hoşuma gidenlerle... Bunlar garip değil, ailesinden kaçarak bile olsa nerdeyse tüm gençliğin yaşamında en az bir kere bile olsa tattığı zararsız kaçamaklar.

Tutucu değilim. Karşı da değilim.

Karşı olduğum, bunların özendirilerek, saçmalıklar eşliğinde "zengin koca adayları bulma fanazileri, oynaşmak, yiyişmek, ne kadar kusarsam kusayım beni taşıyacak birileri illa ki vardır" özendirmeleriyle, büyük bir gazetenin köşesinde yayınlanması!
Yok! Bu her fırsatta adı resmi kullanılan Marilyn Monroe'ya bile haksızlık bence!
O bile bu bu kadar hızlı yaşama dayanamayıp intihar etmedi mi?
Kaldı ki Monroe ardında güzellikler bıraktı... buram buram seks değil! O zaten ilaheydi, buna gereksinimi var mıydı?

Talep varsa, kitaplar da arz eder. Her tür kitap basılır, okunur. Okuyucuya hizmettir. Meraklısına hizmettir.
Ama ciddi bir gazete köşesinin, bu kadar sulu zırtlak yazılara yer vermesi anlaşılamaz. En azından ben anlamam!

Sonra...
aklıma getirmemek için çabalıyorum ama, biz bu "yiyişme" özendirmekten başka işlevi olmayan yazıların okuyucusuyla mı 'evet-hayır' konuşacağız, şu çok önemli döneme girdiğimizde?
Benim bu kadar okuyucu kitlem olsa, ülkemin bu kritik günlerinde kalemimi çok daha farklı oynatırdım. Kendime değil, sorumlu olduğum ülkeme görevimi yapabilmenin erdemini bir nebze taşıyabilmek için!


Bir dip notcuk: Bu yazıyı okumayacağını biliyorum Pucca, ama tesadüfen okursan, sakın bana "sen benim reel yaşamımda neler yaptığımı biliyor musun", gibi savunmalarla gelme lütfen. Reelde seni izleyen 5 kişiyse, unutma yazılarını örnek alan 5 binler...
Hayır ya da evet çi olabilirsin, kalemin ustaysa bu ikisinden birini "yiyişme" konulu bir yazıda bile satır aralarına sıkıştırıp beyinlere sinyal gönderebilirsin. Eğer gerçekten yapmak istersen.

20 Ağustos 2010 Cuma

Babaannecim...

Babaanne...
Yıllarca bana baktın ya, ben de senin sözünden hiç çıkmadım. Arada senden kaçak yaramazlıklarım oldu. Hadi itiraf edeyim, sırf sana inat, hatta sen duy diye göstere göstere yaptığım yaramazlıklarımda. Kulağına geleceğini biliyordum. Beni karşına alıp uzun uzun bu yaptıklarımın doğru olmadığını anlatırken saçımı okşamanı seviyordum galiba. Oysa ne sıkıcıydı bu uzun söylevler o zaman.

Babaanne sen bana hep dürüstlüğü öğrettin ya, ben de senin sözünden hiç çıkmadım, yalan söylemedim. Bak bir tanecik... ben aşık olmuştum, sen yakalamıştın, çok kızmıştın! Bu yaşta ne bu fingirdeşmeler filan demiştin. Fingirdeşmek iyi kızlara yakışmaz demiştin. O gece kötü kız olmayı düşlemiştim hep! Sana bu sözün yakışmadığını çok sonraları düşündüm... kendime fingirdek benzetmesini yakıştırmadığım gibi.
Yine de sana "tamam babaanne fingirdeşmiycem söz" demiştim ama ben aşıktım be babannem.
Hani bir gece ağlamıştım, sen nedenini sorunca "karnım ağrıyor" demiştim ya, biz ayrılmıştık! Bir nevi karın ağrısı olabilirdi senin için, pek yalan sayılmazdı yani.;)

Babaanne sen bana çok gülme derdin ya, ben de böyle asık bir suratla gezerdim! İşte o zamanlar okulun en yakışıklısının (her okulun bir en yakışıklısı vardır ya illa ki) beni aslında çok beğendiğini ama sırf suratsızın teki olduğum için rafa kaldırdığını bilsem... ah babaanne ah;(

Ben yazılar yazardım, sen buna da itiraz ederdin babaanne! Babam bir yazısı için tutuklandığı için miydi bu korkun yoksa sahiden yazmanın kızlara uygun olmadığını düşündüğünden mi hala çözemedim. Ama o günlerde kağıda dökemediğim herşeyi beynime yazdığımı, hatta bir roman yazmaya başladığımı itiraf ediyorum. Sana bakıcım rolünü verdim. Çok fazla uzun değil yani! E kızma ama babaanne, yaşlı kadınların ne işi var satır aralarında?

Babaanneciğim...
Ben her derdimi seninle paylaşamazdım.
Ama yokluğunda anladım ki seninle hayatımı paylaşmışım!
Bu gece seni aradığımı söylersem... beni yaramazlıklarım için affeder misin?

Yarın kaldığımız yerden devam ederiz ben sessiz sen yetişkin didişmelerimize...

Öyle işte...

Babaannem, vicdanı temiz insanların başını yastığa koydukları an uyucaklarını belletti bana yıllarca. Öyle ki, uyuyamadığım geceler hep bir suçluluk duygusu sardı içimi. "Ben nerede hata yaptım?" diye... Sabah ilk karşılaştığım insanla diyaloglarımızdan başlayıp, en son iyi geceler dediğim insana kadar tüm konuşmalarımı, hareketlerimi gözden geçirirdim.
Güme giden geceler diyorum şimdi o abuklukları düşünüp gecenin tüm sihirini, kendimle başbaşa kaldığım saatlerin güzelliğini yok ettiğim gecelere.
Babaannemle paylaştığımız odamızda geceleri perdeleri sıkı sıkıya kapatmamıza inat, kendi evimde odama perde taktırmadım! Yatağımı, gökyüzünün tüm haşmetiyle gözlerimi doldurması için pencere dibine yerleştirdim. Ve artık kendimle başbaşa kalabildiğim bu eşsiz sessizlikte uyumamaya yatmaya alıştım.
Kendimce ayin saatleri dediğim saatlerim.
Bazen gerçeklik, bazen mutsuzluk, bazen umut, bazen hayaller ayinleri...

Paranoya boyutlarına varan takılmalarım olduğundan daha önce söz etmiştim.;)
Son günlerde paranoyalarım kendimle ilgili. Sürekli bir yanlış anlaşılma,anlaşılamama, kendimle hesaplaşmalar telaşı...
"Ben bunu dedim ya... acaba doğru anlatabildim mi?, bu sözcüğü neden kullandım ki... ah keşke canımsın diyeceğime 'çok candansın' gibilerinden iddiasız sözcükler kullansaydım, bir diğerini haklı görürken diğerine neden yüklendim, onun da kendine göre haklı olduğu nedenleri neden gözardı ettim..., duygularımı bu kadar çok belli etmemem gerekir, saf mıyım neyim, millet don rengini yazıp yazar oldu, ben hala romantizme gerçeklik nasıl eklerim sürünmelerindeyim!..."
vbvbvb...

Dün sabaha karşı gökyüzüne bakarken, son günlerde takıldığım bütün bu sanal paranoyaları pencerenin pervazına yerleştirdim. Gözlerimi gökyüzüne diktim. Sabah yakınlaştığı için midir nedir tek bir yıldız göremedim. Ama birden... Birden öyle kuvvetli bir şimşek çaktı, öylesine bir gümbürdediki gökyüzü... olmayan perdeleri çekip bu inanılmaz ürkütücü görüntüyü kapatmak istedim. Babaanemin yanımda olmasını, bana neler olduğunu onun söylemesini istedim. "Dua et uyu, bir şeyciğin kalmaz" demesini, üstüme okuyup üflemesini.
Sıkıca yumduğum gözlerimi, sadece bir saniye sonra muhteşem bir dinginlikle açtığımda...
pek bir şairane deyimle; çakan şimşeğin beynimde çaktığını, gümbürdeyenin yüreğim olduğunu anlayıverdim. Gökyüzünün hiç bir suçu yoktu!

Yıllar sonra sanık "aşk"tı...

Ne sorgulama, ne yargılama, ne mahkum etme.
Öyle işte.


Bir dip notcuk babaanneme: sana çok kızıyorum ama özlüyorum be babaanne.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Sadece "bir an"

bir an'a sığdırabilir misin
hüznünü
umutsuzluğunu
burukluğuna severek esir olabilir misin
isteyerek teslim edebilir misin kendini
mutsuzluğuna

"sadece bir an sevgilim
beni sana tutsak edebilir misin
aşkı sende doyasıya yaşamama
bir an için izin verebilir misin"

aşk bir an

dönüp giderken o an'dan
ya bir mutluluk gözyaşında
ya bir hüsran makamı
en arabeskinden
omuzlarında

mutluluk işte
bir an
çünkü bütün aşklar aslında "bir an"

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bazen...

Bu akşam yazacaklarım kafamın içinde müziğin ritmine uyamadan ahenksizce ordan oraya savrulan düşünceler... İlk kez toparlamakta güçlük çekiyorum. Oysa ben alışkınım notaların o eşsiz birleşiminden yayılan müziğin benliğimin tüm kıvrımlarında her duygumu uyumla dans etirmesine.

Bugün kırıktım.
Kendime kırgın!

Bazen yalan söyleriz. Kendimize göre zararsız, masum yalanlar. Öyledir de... ama o aslında hiç bir önemi olmayan masum yalan canımızı acıttığında aslında hiç bir yalanın masum olmadığını anlayıveririz ya. O an kırılma anıdır. O an kırgınlaşma anıdır. Artık hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağının bilincine varma anıdır. Önce bir telaş başlar, açıklasam beni anlar aslında diye düşünmeler... Anlar, her masum yalanın bir açıklaması vardır, nedeni vardır elbet.
Kafanızda cümlelere şekil verirsiniz ilkin. Beğenmezsiniz. Daha kısa daha net daha dürüst olmalı dersiniz. Ne kadar dürüstseniz o kadar zorlanırsınız! Garip çelişki değil mi? Yalanınız, masum saydığınız yalanınız ne kadar azsa açıklamak o kadar güç gelir. Kaybetmeyeceğinizi bile bile kaybetmeyi göze alırsınız... utanırsınız çünkü!

Hep dürüst oldum.
Bu akşam bu akşama kadar söylediğim yalanların içinde gezindim. Çok fazla bulamadım.
"Ne kadar kötü olursa olsun her zaman doğruyu söyle, yalanın küçüğü büyüğü olmaz, yalan bir kez yakalandığında artık güven yıkılır." sözlerini düşündüm babamın.
Öyle işte... yalanınız ne kadar azsa açıklamayı başaramazsınız en basit şekliyle.

Yalanlarla, masum yalanlarla yaşamadığım için kendimle gurur mu duymalıyım? Yoksa yakalanan bir masum yalanı bile açıklamaya doğru sözcükleri bulamadığım için kendimle dalga mı geçmeliyim?

Bilmiyorum!
Kaybetmeyi göze aldım. Utandım.
Çünkü ben bana duyulan güveni kaybettim... masumcada olsa;(

Ve bugün kendime küstüm!

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Başlıksız sonsuz


Sen gittin ya.
Ben yılları saymadım.
En son ne demiştin? "Görüşürüz" mü? "Seni seviyorum" mu? Bak unuttum!
Hayallerimizi, beraber gideceğimiz ülkeleri, bineceğimiz gemiyi...
Son izlediğimiz filmi, dinlediğimiz müziği, yediğimiz yemeği unuttum!
Sessizliğin içinde bir ses duyabilmek umuduyla beklerken sessizce "sesimi duyuyor musun?" diye fısıldadığımı...
Sesimi duyduğunu düşündüm hep, bir yerlerden bana seslendiğini, gülümseyemediğini, acı çektiğini düşündüm.
Bekledim.
Bekledim...
Sen acıkmıştın, susuzdun ya ben ağladım.
Ağlamak çaresizlikti, çaresizdim, daha çaresiz olamazdım.
Adının toprak olduğunu ben hiç kabul edemedim! Bana el salladığın artık olmayan pencere niyetine baktım gökyüzüne.
Ben senden sonra hiç bir siyah beyaz fotoğrafa bakamadım!
Kırık bir gülümsemem var ardından kırgın bir kalp işte.

Bir tek seni unutmadım.

17 Ağustos ....

15 Ağustos 2010 Pazar

Aldatma üzerine notlar

Aslında çok farklı bir konu yazmak için bloğu açtım. Ama... kafamda ki konular aralarında toplandılar ve kalemim bu konuyu seçti; Aldatmak!

Yazıyı okudukça beni marjinal bulabilirsiniz. Bütün riskleri göze alarak;

Ahmet Altan 'Aldatmak' kitabını yazana kadar, memleketimde bu konuyu konuşmak tabuydu. Kitabı okuyan hanımlar önce şiddetle itiraz ettiler hanım hanımcık bir kadının yolunda giden evliliğini onlara göre 'şehvet' nedeniyle bozmasına. Sonraları epey tartışıldı. Çarpıcı bir kitaptı.
Niyetim kitabı anlatmak, tartışmak, kim haklıydı kim haksızdı muhabbetine girmek değil. Benim niyetim bu konuda düşüncelerimi paylaşmak sadece. Sonra belki sizlerden yorumlar gelir tartışırız;)

Yıllarca, aldatmak erkeklere has bir davranış şekli kabul edilmiş. Hatta erkeklerin doğasında baskın olan bu egonun doğruluğu bizlere öyle bir öğretilmiş ki, nerdeyse aldatmayan erkeği garipseyecek duruma getirilmişiz. Erkeğin 'elinin kiri' olarak tanımlanan erkek aldatması, acımasızca kadını 'kir' olarak göstermiş, hatta bunu en yaygın kullanan kadınlar olmuşlar! Öyle ya dişi köpek kuyruk sallamazsa 'masum' erkek neden peşine düşsün? Yuvayı yapan dişi kuşa düşende erkeğin elinin kirini yıkayıp yuvaya bir barış dalı daha eklemek. Üstelik güvenini yitirmeden, sormadan sorgulamadan!

Bunlar bilinen 'acımasız gerçekler'. ;)

Ben bu olayın biraz daha farklı boyutlarına bakıyorum.
Hani şu insan davranışları incelendikçe gelişen bilim dallarının yaşamımıza kattığı yeni kavramlara...
Beyin aldatması, göz aldatması gibi kavramlar türedi malumumuz.
Aldatma olayını genişleten, nerdeyse hepimizi aldatan birer cani fani olduğumuza ikna eden ama asla açıklamayacağımız bu sırrı kendimizde taşıyacağımız türden aldatmalar...

Göz aldatması aldatmaların en masumu. 'Yapmadım' diyen kadın erkek kim varsa bana yazsın, yemin ederim ona Tom Cruise ya da Angelina Jolie'nin oynadığı bir film DVD si hediye ederim.
Bir plajda, bir cafede otururken yanında ki eşinin, sevgilisinin varlığına rağmen önünden geçen bir yakışıklıya/huriye çaktırmadan bakışlar fırlatan, gözgöze gelmeye çaba harcayan, ya da bir şekilde kendimizi göstermeye çabalayan biziz! Şu gerçeği kendimize bile itiraf edemiyoruz! Yakalanınca 'Allah sahibine bağışlasın, pek tatlıymış' iyiniyetimizi göstermekle yakamızı sıyırıveriyoruz!

Beyin aldatması...
Sapıklığa varmadığı sürece kime ne zararı olmuş? Ben yararlarını bile sayabilirim. Evet yaparım bunu!
Erkek ya da kadın, eşiyle birleşirken başkasını düşünüyormuş da... aslında onu hayal ediyormuş da...
Eee ne var, ne oldu yani? Mutlu olmadın mı? Amacın mutlu olmak değil miydi?
Haa anlarım, çamaşır asarken ya da otomobil yıkarken sana başka bir isimle seslenmeye başlamışsa paranoyaklık tehlikesi başgöstermiştir, önlemini alırsın.

Ama kimseyi beynindeki düşüncelerden, gözündeki görüntülerden dolayı mahkum edemezsin, suçlayamazsın, aldatıldım diye feryat figan ortalığı velveleye veremezsin. Dolayısıyla bu aldatma şekilleri benim lugatımda yok!
Zaten Güzin Abla yıllardır yazmıyor mu? Karınız kocanız başkasına kaydırıyorsa az biraz kendinize çeki düzen verin, hatta ortalıkta salınmadan önce bir kadeh şarap yutuverin diye?
Yıllardır okuduğum anladığım, suçlu hiç bir zaman aldatan değil, hep aldatılan!
İnsan durduk yere aldatmaz!

Benim marjinalliğim bu noktada başlıyor işte.
Hiç kimseyi bu tip aldatmalardan dolayı mahkum edemiyorum!
"Asıl aldatma beyin aldatmasıdır." klişesini kabul etmiyorum!
Bu sözün arkasına sığınıp, yatakta biten aldatmaya kılıf uydurulmasına hiç dayanamıyorum!
Çünkü insan zaaflarının farkındayım.
Bunları kabul edersem, herkesin potansiyel 'aldatan' olduğunu kabul etmiş olurum. Güvenim sarsılır.

Yatakta biten aldatma gerçek aldatmadır benim gözümde.
Aslında biraz zorlarsam bu aldatmayı mazur gösterecek nedenler bulabilirim. Ama kadınım... yakışık almaz. Bana bunu öğretmediler! (desem de... anladınız siz onu!)

Bir dip notcuk: Bu yazıyı yazmaya başladığımda, benim düşünce ve kalem olarak idolüm Neslihan Acu "Aldatma" konulu yazısının medyatava linkini verdi. Etkilenmemek için yazıyı henüz okumadım. Sen kim Neslihan Acu kim diyerek bana gülümseyenlere tek sözüm: Evet haklısınız! O benim çok saygı duyduğum, örnek aldığım yazarlardan birisi. Bir gün adımın onun adı gibi saygı ve sevgiyle anılmasından başka ne isterim?

Bir dip notcuk daha: Aldatmak kitabı türünün ilk örneği değildir. Konunun tartışılmaya başlamasında tabuları yıkan kitapların hemen hemen ilklerindendir.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Arasıra saçmalama hakkı olmalı insanın

"Bu sıcakları atlatırsak yaşarız." diyen babannem bu sözü söylediğinde bir Temmuz ay'ıydı. Hissedilen sıcaklık 29'du! Aynı senenin sonbaharında hakkın rahmetine kavuştu. Bunu çözemedim! Sıcakları atlattığı halde ılık bir sonbahar günü ölümündeki esrar neydi?
Bunu en yakınlarıma sordum. Sordum ciddi ciddi ve aldığım yanıt hiç değişmedi: "Saçmalama!"...

Babaannem, ölümünden önce uzunca bir süre oda arkadaşımdı.
Kalabalık bir ailenin çocuğu olunca, nasıl odanızı seçemezseniz arkadaşınızı seçme şansınızda olmuyor işte. Hayalimdeki arkadaş bir saksı çiçeği, geceleri konuşabileceğim duvarımda asılı bir Tom Cruise posteri, veya ışıkları açık bırakıp derdimi tasamı şikayetlerimi mutluluklarımı paylaşabileceğim bir anı defteriydi... Bu kadar basitti işte!

Ama benim oda arkadaşım babaannem oldu buluğ çağlarımda. Sivilcelerimi bile sıkmama izin vermeyen, gece 10'dan sonra ışıkların yanık kalması odaya şeytan doldurur düşünceleriyle beynimi yıkamaya çalışan, bilgisayarda bir şeyler karalama çabalarıma "Bırak şu gereksiz icatta acaip şeylerle uğraşmayı" diyen bir ihtiyar cadı!
Bir gün Kemal Sunal filmi izlerken attığım kahkahaya sinirlendi ama duygusal bir ses tonuyla, "sana hüzünlü olmak daha çok yakışıyor." dedi. Aylarca okul banklarında başım yana eğik, melankolik pozlarla yapayalnız oturdum da, millet nerdeyse amansız vereme yakalandığımı düşünmeye başladığında, çok gülmemem için bunun da babaannemin oyunu olduğu gerçeği kafama dank etti!

Okul gösterilerinde yıllarca sahneye konan piyeslerim bugün 322 bölüm tekmili birden televizyon dizisi olmadıysa, hep babaannemin yazı yazmamı engellemesindendir!

Uzun uzun durumu anlattıktan sonra... kısaca, ben hiç saçmalayamadım yani;(

Oysa ne güzeldir arada kendini koyuvermek.
Söz ettiğim saçmalamak sulu şakalar yapmak, olmayacak hareketlerle, yorumlarla milletin canını sıkmak değil.
Ama ciddi bir konu konuşulurken, bir şiirden sevdiğiniz dizeleri okumak, şarkı söylemeye başlamak, canınız çektiyse şarkıya dansederek eşlik etmek, bir filmin felsefesi tartışılırken başrol oyuncusunun size çok hoş gelen dudaklarından sözetmek, ne bileyim;) yani içinizden geldiği gibi konuşuvermek, davranıvermek işte.
"Sen böyle saçmalamazdın?" diyenlere gülümsemek...
Arasıra... bize yapıştırılan "ciddi insan" maskesini fırlatıp atıvermek.

Çok mu saçma oldu?;)

İtiraf ediyorum: Babaannemin öldüğünü söylediklerinde kendimi kuş kadar özgür hissettim ve kahkalarımı tutamadım!
Gömülürken çok ağlasamda...

Bir dip notcuk: Arasıra saçmalamak isterseniz bloğun bu sayfası serbest. Kim ne düşünür hakkımda diye düşünmeyin, her hakkınız kontrol altında. ;)

5 Ağustos 2010 Perşembe

Haybeden dizüstü sohbetler

Kendime özgü bir 'kalite' anlayışım var.
Öncelikle yaşam tarzı olarak 'kaliteli' yaşamı benimsedim. Yanlış anlaşılmalar olmasın diye hemen örneklemek istiyorum. Bugünlerde etiketlendirilmek pek bir moda, durduk yerde 'megoloman' ünvanım olmasın.;)
Kaliteli yaşamak pahalı mekanlarda boy göstermek, sürekli marka giymek, kredi kartın dibine vurduğu halde trendleri takip delisi olmak, bira yerine mochito içmek, spagetti yerine bilumum yabancı sos ve isimlerle süslenmiş makarna yemekle ilgisiz.

Kaliteli yaşamak, seçenekler arasında bütçeme uygun, bana vereceği keyfe ve kullanım uzunluğuna bağlı koşulları tercih etmek.
İngilizler'in "ucuz mala para verecek kadar zengin değilim" sözü her alışveriş zamanı beynimin kıvrımları arasında dolanır durur. Ucuz diye her mala atlamadığım gibi, sadece marka olduğu için bütçemde ciddi yaralar açacak mağazaların kapılarından girmemeye çalışırım. Ama bir dergide görüp beğenmişsem, ederini öğrenir, gerekirse bir kaç harcamayı erteler, bütçe ayarlaması yapar, o mala sahip olmaya çalışırım.
Neyse...
Bu yazıda amacım şöyle yaparım, böyle yaparım diye uzun uzun kendimi anlatmak değil.

Konu "sohbet kalitesi".
Blog takipçilerim ve takip ettiğim çoğunluk bloglar Twitter kullanıcıları olduğu için, örnekleri buralardan seçmem daha doğru olur.
Geçenlerde hiç yazmadan 1 saat kadar sadece okudum tweetleri.
Yakınmalar vardı, gençlerin konuşmalarından yakınıyordu birileri.
İzledim.
Bazılarını tam cümle halinde buraya almak isterdim ama gereksiz, kaliteyi düşürmesi açısından!
Yakınırken bile kullandığımız sözcükler, farkında olmadan o kadar kalitesizleşmiş ki...
"Hadi lan bana onun nesini savunuyorsun?" türü bir cümle örneğin. Savunulan kişi bolca küfür kullanan bir zat ve "hadi lan" diye başlayan kişi, küfürbazı eleştiriyor! Twitter'da olmasa ya da yüzkırk karakter sorun olmasa bir de küfürbaza 'pe....k' ya da 'or....u' diyecek besbelli!
Bu yaman çelişkilere ne ara düşürüldük?
'lan' yerine 'nan' yazanlar, 'ittiret o kaltağı' diyerek, pervasızca ortalık yerde, insan teşhir edenler, özellikle ünlü bir kişiye 'giydirmeler' ve sonra böbürlenmeler, 'ben onu tam benzettim abi...' sözleri vbvbvb...

Gün içinde hepimiz okuyoruz. Yeri geldiği için yazıyorum, lan yerine nan, adm yerine herif yazmak sizi sevimli yapmıyor kızlar, aynı Facebook modeli fotolar gibi iticisiniz. Bir kaç şakşakcı vardır size 'gaz' veren ama emin olun arkanızdan 'erkek gibi hatun' diye övgüyle filan sözetmiyorlar, tanığım buna!
Çok kibarcık bir insan değilim. Hatta yerinde edilen küfrün, tam yerinde söylenen atasözü etkisi yarattığını bilir ve kullanırım. Ben buna bile küfürde kaliteli diyorum. Gülmeyin;)

Fazıl Say, günlerce kendisine yazılanları RT yaparak herkesi kızdırdı! Ben kızmadım. O bir ayna tuttu, kalitesizliğin aynasını, aynaya bakmak istemeyen, "arabesk" yaşamı savunanlar kızdı.
Gerçekten bu mudur istenen yaşam?
Kızdığında giydirmeler havada uçuşsun, kim sesini daha fazla yükseltirse galip ilan edilsin, daha çok küfredebilen karşısındakini bezginleştirsin... Bu mu? Bu yazı hayatında ki kalitesizlik sokaklara döküldüğünde... bolca okuyoruz tecavüz ve gasp olaylarını. Alın günlük bir gazete ve açın 3.sayfayı, mutlaka bir saldırı olayı bulacaksınız.
Bize haklı ya da haksız, 'kavgada üstün taraf olmamız' için yapmamız gerekenler aşılanıyor farkında olmadan.

Gazetelerin magazin eklerinde yazanlar arasında argo kullanımının yükselmeye başlayan değer olduğunu farketim bugün. Haksız değiller. Eğer argo yüklü kitaplar 'edebiyat' olarak adlandırılıyor ve best seller oluyorsa... boşverin kaliteyi, yakalayalım trendi!

Belki bu yazı altında şöyle bir yorum bulacağım;)

"Haybeden diz üstü muhabbet işte, salla gitsin, çok takılma yaa..."

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Utandım Özyılmazel

Yazarlık sorumluluğu başlıklı bloğu yazmanın üzerinden sadece 2 gün geçti. Bugün tam da bu konuya örnek, beni ve birçok kişiyi hayrete düşüren bir yazı okudum!
Yazar (!) bu yazıyı yazarken güneşten mi çok etkilendi bilemedim. Ama ben ciddi düşüncemi yazayım, kendisi adına utandım. Hemcinsim olduğu için utandım. Yazarlığın böylesine kötü kullanımı için utandım. Bu yazıları okumaya mahkum edildiğimiz için utandım.
Kısaca bende tam bir 'soğuk duş' etkisi yaptı yazı.
Öyle serinleten cinsten değil, yazarından buz gibi soğutan.
Aslında ilginç olan, yazıyı üşenmeden yazan kişinin ilk cümlesi! "Allahım resmen kendimden soğudum." diye başlıyor.
Geri kalan çaba, biz okurları kendinden nasıl soğutur çabası anladığım kadarıyla.
Yine de, 'sıcaklar şaşırtmış olabilir' mantığımı kullanmaya, yazan kişi için onun adına bahaneler üretmeye başladım. Ih ıh olmadı! Okumayı sürdürdükçe kendimi kandırmanın anlamsız olduğunu anladım.
Bir dolu kavramın anlamını değiştirmesi cabası, cool olmak diye bir kavramımız var ya... Bu hanıma göre bunun karşılığı "mala bağlamak" ! Şöyle yazmış; "Her sabah uyandığımda kendime 'cool kadın' olma emrini veriyorum, adamı gördümü mala bağlıyorum."
Sakın ola Ajda Pekkan duymasın, bu 'şirin kızın' bu anlamlandırmasını. Eh süperstara sadece yaptığı albüm adı için bile baştan "mala bağlamış" olmuyor mu bunun karşılığı?
Sonrası, bu Mars'tan bağlanan adamı tavlamak için yapılanlar, olmayınca kendi dilinden "kıçına baka baka" ortamdan uzaklaşmalar...
Komedi, kendini Bihter Ziyagil'le özdeşleştirmesi;)
Yapma Allaşkına, Bihter hiç bu kadar komik durumlara düşürmedi kendini, güçlü tarafını ona benzeteyim derken, bize anlattığın 3 paragraflık anlamsız yazında, bundan sonrası için kaybettiğin prestijini düşün derim.

Neyine güvendiğini anlayabilmek için maddeleri sıralıyorum.

Öncelikle, baban olabilir. Onun şarkıcı kimliğine, sen de dahil laf söyleyen olursa karşısında beni bulur! Çok güzel söyler, ama sen bunu başaramadın. Olmadı... enerji tek kliplik olunca, o klipteki figürlerin hangi döneme olduğunu bizler anlayamayınca sinerji oluşamadı, şarkıcı kimliği rafa kaldırıldı. Şimdilik olsun diyeyim yine de senin için. O da babanın şarkı söylemesine duyduğum saygıdan.

Hıncal'ın şımartmış olabilir seni?
Ama şunu bil ki artık Hıncal Uluç'un otorite sayıldığı dönemler bitti. Kendisinden daha çok, kendisini ti'ye alan komedyenleri izliyoruz artık. Üstelik, ben yazılarını, kitaplarını severim Uluç'un. Tek dileğim seni bu yazıdan sonra azarlamış olması! Onun sözünü dinleyeceğine inancım...

Twitter'da ki takipçilerine güveniyorsan... aldanma derim!
En çok takipçisi olan köşe yazarımızın Twitter'ın en sevilmeyenlerinden birisi olduğunu biliyor muydun?

Sıcaklar,tatil desem... yapma! O zaman köşenin tepesine "Tatildeyim, sevgiyle kalın" yaz, kendini üzdürme...



Bir dip not: Yazıyı önermiyorum, merak edenler için adres Sabah Gazetesi Ayşe Özyılmazel

1 Ağustos 2010 Pazar

Yazarlık Sorumluluğu

Twitter kanalı ile duyurduğum üzere bir roman yazıyorum.
Arkadaşlarımın baskıları, ailemin desteği ve çocukluğumdan bu yana biriktirdiğim notlarım, yazılarım, kısa öykülerimin son aşaması bu kararım.

Daha önceleri salt kendim ya da arkadaşlarım için yazdığım yazılarda kaygılanmıyordum. Öyle ya, bir hata olsa yargılayacak, hesap soracak kimse yok. Gülünür geçilir dostlar arasında.
Yazmak, sözcükleri birbiri ardına sıralamak, duyguları aktarmak kolay gibi görünen ama aslında gerçekten büyük sorumluluk isteyen bir durum.

En basit örnekle, pek çoğumuz gazetelerde köşe yazılarını okuyoruz, bazı yazıların ardından "ne var ki bunu yazmakta? Ben de yazardım bunu." diyoruz. Konu belli, elde veriler var, istatistikler var, var da var. Yani meşhur deyimle un var, şeker var var, yağ var, yapılacak tek şey helva.;)
İşte o aşamada helvayı yapanın hakkını teslim etmek gerek. Hiç kolay değil çünkü sözcükleri birbiri ardına, anlam katarak sıralamak, kitleleri etkilemek. Kaldı ki okur affedici değil! Ufak bir sözcük hatası, sözcük kaydırma, bir virgülü yanlış bir yerde kullanma... sonuçları düşündüğümüzden daha korkunç.

Daha önce okumamıştım, dün farklı bir konuda adı geçince Sibel Arna kimdir diye araştırdım. Sibel Arna'nın kimliğinden öte, madde madde yazdığı bir yazının başına açtığı dertlerle ilgili konular çıktı karşıma. Ben bu kadar meraklı bir kişi olmama karşın Sibel Arna'nın bir gazetede köşe yazıları yazdığından bile habersizdim. O kadar çok köşe yazarımız olunca, bir de ilgi alanı daha çok siyasiler olunca gözümden kaçmış olabilir ama dikkatli kişiler yazının rencide eden yanlarını gözler önüne serince Sibel Arna adının etrafında kıyamet kopmuş! Yani "amann işte magazin yazarının biri saçmalamış..." diye gülünüp geçilmemiş!
Burada kendisini hissettiren en önemli şey yazarın sorumluluğu ve okurun bilinci.
Hal böyle olunca yazarın omuzundaki sorumluluğun ciddi boyutları tartışılmaz ve "aman ne var bunu ben de yazardım" diye, basite alınamaz hiç bir yazılı belge.
Yazmak konuşmaya benzemiyor, bir yazı basıldığı an itibariyle artık bir belge! Sorumluluğun yazarına ait olduğu bir belge. Konu ne kadar basit olursa olsun.
3 ay önce ciddi anlamda okura aktaracağım bu kitabı yazmaya başladığım andan itibaren tüm yazarlara bakış açım değişti. Özellikle hergün farklı bir konuda gazete köşesi yazan köşe yazarlarına saygım arttı. Malzeme ne kadar bol olsa da sözcüklere anlam kazandırmak, hatasız dile getirmek kolay iş değil.

Roman yazarlığı ile köşe yazarlığı birbirinden çok farklı elbet.
Ama konu "yazmak"...

Ara ara bu blogda yazdıklarımı paylaşmak, en doğal halimle sormak istiyorum, "oluyor mu?" diye;)
Uzun bir dönemi kapsayan bir roman. Özellikle şu içinde bulunduğumuz günlerde 80'li yılların bu kadar gündemde olması nedeniyle, zaten araştırmalarını yaptığım, o yılları yaşayan ilk ağızlardan edindiğim pek çok bilgiye sahibim. Ancak yine de her bilginin tekrar tekrar araştırılması kolay değil.

Yani yazmak kolay değil.

Böyle bir açıklayıcı yazının altında yer vermek gerekir mi düşündüm ama yazmadan duramadım.
Twitter'da ilgimi çeken bir konu var.
Pek çok kişi, "aman bunları okuyoruz ediyoruz ama bizden farksız kişiler, hatta biz pek çoğundan çok daha iyiyiz..." gibi sözlerle özellikle yazarlara çemkirkemelerde.
Açıkcası bu çemkirmeler içinde yer almadım, üstelik karşıyım.
Sadece yazı yazdığım için değil, insanlara insanca haklarının teslim edilmesi gerektiğine inandığım için!
Twitter, kişinin özgürce yazabilmesine olanak sağlayan modern bir hatıra defteri.
O halde neden biz ünsüzlerin mayo rengimize kadar yazmamız doğal geliyorda, bu insanların gittiği yerleri, birbirleriyle sohbetlerini tenkit ediyoruz?
Yazılarını tenkit edebiliriz, filmlerini beğenmeyebiliriz, şarkı söyleyiş tarzları hoşumuza gitmeyebilir, sorabiliriz, açıklama isteyebiliriz, yanıt alamıyorsak belki bizim soruş şeklimizde bir hata vardır? Yoksa insan neden kendisini açıklamak istemesin?

Bir dip not: Gözlemledim, pek çok ünlü kendisine yöneltilen sorulara birebir yanıt vermese bile toplu bir yanıtla sorulara açıklık getiriyor. Tersi bir durum söz konusuysa... Bunun içinde kimsenin kişiliğini aşağılama gibi bir lüksümüz var mı? Sonuçta bizi takip eden herkesi biz de takip etmiyoruz, ya da zaman içinde takipten vazgeçiyoruz.


Bir dip not daha: Elinde 80 ve 90'lı yıllara ait, film, basılmış kitap, önemli siyasi olaylara ait tarih belirten dökümanları olanlar bana yollarsa mutlu olurum.

Teşekkürler, sevgiler...

Paranoyak Takılmalar

Durup durup aklıma takılan bazı şeyler olur.
Daha önceleri geceleri başımı yastığa koymamla basmaya başlayan bu bitmez sorularımın esiri olmamak için yatma saatlerimi epey geciktirdiğim bile oldu. Öyle böyle değil! Bildiğiniz paranoyaklık hali.

Kaşığa neden kaşık adı verildiğini düşünürken, kaşığın ilk keşfine kadar gerileyen sorular... Kendi kendime yüzlerce kez 'saçmalama diyen demiş boşver dal hayallere...' desemde, hayal nedir sorularıyla karşılaşmaya başlayınca iflah olmaz bir umutsuz vaka olduğuma inanmaya başladım. Önceleri sadece geceleri başıma gelen bu saçmasapan sorgulamalar giderek gündüz saatlerine yayılmaya başlayınca paylaşmaya karar verdim. Belki aranızda benden birileri vardır, birlikte toplu terapi yapar ya soruların yanıtlarını bulmakla ömrümüzü yeriz, ya da birbirimize güler iyileşiriz;)
Google gibi bir arama motorunun dünyanın tüm bilinmeyenlerini bilmemize olanak tanıdığını unutmuyorum ama mantıklı sorular için!

Evlilik için neden 'dünyaevi' denir? Buyrun sorun Google'a? Bir dünya dünyaevi açıklaması var ama neden denir... bunun açıklaması yok!

Çoğunluğun beğenmediği film, kitap, müzik neden hep liste başlarında yer alır? "Ayy bu adamdan nefret ediyorum!" dediği halde neden insan ısrarla adamın görüntülerini izlemeyi sürdürür?

Esprili insanların çoğu neden küfürbazdır ya da argo sözcükler kullanır? Küfür komik bir şeyse, neden insanlar kendilerine küfredildiğinde kızarlar?

Çok gülünce ağlanacağının bilimsel bir ispatı var mıdır?
Biz Türkler hemen her konuda espri üreten bir milletiz. Cenaze evinde kıkırdaşıp gülmemize bile "sinirler bozuk" diye kılıf uydurmaya çalışırız ama ben buna inanmıyorum. Ölen dünyanın en aksi adamı bile olsa yaratmış olduğu komik durumlar vardır, bunları anıp gülmek ölene saygısızlık filan değildir! Sonuçta biz her durumda gülünecek bir şeyler bulabiliyorsak, eh ağlanacak bir şeylerde olduğuna göre... "neden çok ağladık inşallah çok gülmeyiz demiyoruz?" Takıntılı mıyız?

Denize dizlerine kadar girip, orada dakikalarca beklerken neden ikide bir plajda güneşlenen yakınlarına "gelin su harika" diye gaz verir insanlar? Sen su kontrolünden sorumlu tatilci misin?

Havanın soğuk,sıcak ya da güzel olduğunu herkes anlayabilecek kapasitedeyken, sıcak soğuk yakınmalarının anlamı nedir?

İlk kim konuşmayı denemiştir? Ne demiştir? Sözcüklere anlamlar nasıl yüklenmiştir? Neden hayır olumsuzdur, evet olumludur? Kimin kafasının altından çıkmıştır? Babanın erkek kardeşi neden amca, kız kardeşi neden haladır? Ne anlamı vardır?

Twitter üyesiyim bildiğiniz üzere...
Kafamda twitterın dişi kullanıcıları için bir dolu soru! Kendilerine sorsam... "sapık mısın?" diye sorabilirler, açıkcası çekiniyorum;) Neden erotik rumuzlar, erotik fonlar, erotik profiller? Sakıncası yok tabi ki. Ama neden bunların sahibi dişiler?
Buna bağlı hemen bir diğer aklıma takılan, madem bu kadar iddialısınız ee neden kimliğinizi saklıyorsunuz? Ayıp mı? Ayıpsa derdiniz ne? Bu ne turşuysa bu ne perhiz durumu bile yok!

Kısaca...
Yukarıda dile getirdiklerim aslında basit görünebilir. Ama verdiği rahatsızlığı anlatamam.;(
Havuzun bir türlü doldurulamamasını, karşılıklı kalkan iki otobüsün bilmemkaç km hızla gittiklerinde hangi noktada karşılaşacaklarnın anlamsızlığını bile teslim ettiler, ders programlarından çıkardılar ama benim "neden kaşığa kaşık denmiş ki?" soruma hala bir yanıt yok.

Varsa sizin de takıldığınız sorular paylaşalım mı? ;)