17 Eylül 2011 Cumartesi

Sil baştan

Hayatımı "sil baştan" resetleyip, yeni ev, yeni iş, kendime yeni bir ben lazım dediğim günün üzerinden yaklaşık 7 ay süre geçti.

Önce ev yenilendi, a'dan z'ye.
Ev ve eşyalar konusunda inanılmaz bir naymun hevesliliğim olduğundan mıdır nedir,
ya da içime kaçan bir göçebenin ruhumu esir almasından mıdır,
bir kaç gündür yeni ev ilanları ve dekorasyon dergilerinin sayfalarına gömülmüş buluyorum kendimi.
Biraz da hırs mı yaptım ne? O ayılıp bayıldığım, zincirlerin içinden sarkan, aralarında kırmızı mumluklar taşıyan avizemsi nesneye sahip olma dürtüsüyle, ee alsam bunu nereye takacağım ki sorusu arasında gidip gelirken hırslanmış olabilirim

filan diye düşünürken

yok aslında D) hiçbiri şıkkında kalakaldım dün akşamüstü 17:30 civarında başlayan işten eve dönüş yolculuğum saat 20:08 itibarıyle sona erdiğinde!

Yeni işime başvuru aşamasından, kabulüme kadar geçen süreci Twitter'da paylaşmıştım. Hatta ne giyeceğime kadar aramızda dönen geyiklerimizle, gayet moralli hazırlanmıştım, beni sorguya çekecek insan kaynaklarının sevimsiz elemanının karşısına çıkmaya.
Netekim zafer bizim olmuştu sonunda.
Hepimizi içten tebrik ediyorum!;)


Ev tamam,iş tamam, kılığı kıyafeti derken

cumburlop yuvarlandım yeni ortama

İstekli olduğunuz değişiklikleri yaptığınızda, ilk günler harikadır.
Eviniz en güzel evdir
komşunuz en tatlı insandır
kapıcınız en sadık, güleryüzlü yardımcınızdır
güvenlik görevlisi en içten size sırıtıyordur
ohh hele bir de ulaşım araçlarının ilk duraklardan binebilme lüksünüz varsa, en harika semt sizin taşındığınızdır.

Önce komşudan sıkıldım!
Off ne öyle dakika başı, "bak başın sıkışırsa saat önemsiz, biz buradayız" sempatikliği bahanesiyle zırt pırt kapı çalmalar
haa kapıyı çaldın ya içeri gir, ya işin bittiyse git
yok
ille omuzumun üstünden evin görebildiği kadarını bir tarayacak ki içi rahat etsin!
Hayır ablacım, aradığın kişi benim evde değil diyesim gelir susamam diye, aramızdaki bu saat başı kapı muhabbetini bitirmek için uygunsuz bir bahane bulup kadından kurtuldum!

Bir sabah, geceyi bende geçiren arkadaşımı uğurlarken, tam da o sırada çöp kontrolüne çıkmış kapıcımızla burun burun gelince pek sorun olmadı
ama
adamın her sabah benim kapıya çöp bırakma saatime denk getirip karşıma dikilmesi canımı sıkmaya başlayınca onunla ilişkilerimi gözden geçirmeye karar verdim.
Yoksa tüm gecelik, pijama koleksiyonumun sitenin diline düşmesine ramak kalmıştı.

Biraz yalnız yaşamanın paranoyaları, biraz meraklı insanlara olan nefretim nedeniyle tüm site yaşayan ve çalışanlarıyla mesafemi korumaya özen gösterirken

dört yanım inşaat işçileriyle sarılıverdi!
Havuzu gören inşaatın yavaş yükselmesiyle, cadde tarafına bakan inşaatın hızla dama ulaşması arasındaki problemi sizler çözedurun, ben bu sefer eve dolan tozlardan ilallah deme faslındayım. Tabi 3 aydır artık hit müzik listemin vinç, taş kırıcı, beton dökücü sesleri olması cabası.

Neyse ki işimi seviyorum (henüz 2 aylık çünkü) ve ilk duraklardan dolmuşa binebiliyorum!

Hıı ben öyle sanıyormuşum!

Yani oturarak gidebildiğim tek dolmuş Bağdat Caddesi'ne ulaşımımı sağlayan Bostancı'dan hareket eden 2.dolmuş. Yolun 1 saatlik kısmını ayakta, 7.5 dakikalık süresini geçirdiğim düşünülürse

ben bu bardağın hala dolu tarafına bakıyorsam? Saflık olmaz mı? :p

Bizim buralara fazla sefer olmadığı için, hergün 11 kişilik oturma 111 kişilik ayakta yolcu kapasiteli dolmuşlarla en az bir buçuk saat süren seyr-i seferimi gerçekleştirirken aklımdaki tek isim kim mi?

Feriha!

Vallahi billahi ben o kapıcı kızına kızmıyorum kendini zengin tanıttığı, zengin bir sevgili (isteyen manita okusun bu sevgili lafını) yapıp, arabadan geçtim helikopterle İstanbul semalarından hepimize tepeden nanik yaptığı için!

Bu dolmuş seferlerinden çok ilginç insan öyküleri çıkmıyor değil.
Hatta her şöförün kendine özgü öyle bir hal hareket şive yani tarzı var ki, onların dünyasına adım atabilmem için önümdeki 50 kişinin arkaya doğru sıkışması gerek.
Ümitliyim!
Bir gün elbet ön saflarda yer alabilirim.
Tabi, yeni işimde sürekli hizmet içi eğitim programı dahilinde, koçlarım tarafından kafama kakılan "azimli ol!" vurgusu beynimde dönüp durduğu sürece.

Eee ne kaldı yenilediğim?
İşim!

Ah en merak edilen konuya geldik işte.;)
Düzensiz çalışma saatlerim, gece ev dönüşlerinde "yorgun ama mutlu" attığım tweetlerim, çalışırken beni sanal dünyaya bağlayan tüm teknolojiden arınmış olmam falan filan derken, "senin işin ne?" diye merak edenlere yanıt verme sürem doldu sanırım.

Hayır, aslında bunun merak konusu olmasını hiç anlayamıyorum ki, ya da ben fazla meraksızım. Çünkü ne kimsenin yaşı, boyu posu, işi, geliri, gerçek kimliği (itiraf ediyorum bir kişi hariç) hiç ama hiç ilgi alanımda olmadı bugüne kadar.

Neyse

MEB kaşeli, üstünde asıl mesleğim yazan üniversite diplomamı duvardaki çerçevenin içinden çıkartıp, "yangında ilk kurtarılacaklar" kutusuna özenle yerleştirdim

ve

İnsanlara daha bir karizma getirdiğine mi inanıldığından mıdır nedir, değiştirildi ya şu mesleklerin isimleri
Gerçi kaçınız, bir mağazada yardım aldıktan sonra, eve dönüşünüzde "ayy satış danışmanı çok şeker bir insandı" diyorsunuz bilemem ama
ben ana dilimle yazayım
tezgahtarım!

Bazen tezgah arkasında, bazen depoda, bazen kasada, bazen güvenlik görevlisi, kısaca bir mağazada müşteriyi rahat ettirebilmek için sürekli güleryüzlü, enerji deposu, moral kaynağı milyonlarca "bayan mutluluk" lardan birisiyim yani.

Şimdilik...


Not: Aman nolur girdiğiniz her mağazada önünüze çıkan saçı örgülü tezgahtar... ay satış danışmanına "Belikce?" diye yaklaşmayın, ben sizi yazış şeklinizden tanırım zaten.:P

10 Eylül 2011 Cumartesi

Nihayet, bizi yaz uyanıklığımızdan kurtaran diziler sezonunu açıldı!

Yaşasın, bütün yaz harıl harıl çalıştık, memlekette sorunlarını hallettik, eh az biraz dinlenmeyi hakettik.

Seçim yaptık.

Akp'yi rekor yüzdelerle iktidara getirdik. Getirdiler demiyorum, katkı payımızı asla inkar edemem bir CHP'li olarak!
Elimizde pankartlar protesto yürüyüşlerine katıldık, "hımm halkımız bu durumdan memnun değil, hemen uygulamaları değiştirelim!" dedirtemediysekte, biz sosyal sorumluluğumuzu yerine getirdik.

Şike gündeme bomba gibi düştü.

Hemen tepkilerimizi "sizin takım yapar, hepiniz ibnesiniz" diye basbas bağırarak koyduk, aa baktık bizim takımın elemanlarını da alıyorlar içeri, "abi bütün bu şike aslında soysuz Gs'nın başının altından 2002 sezonunda çıktı" diye olayları dozu artırılmış gırla küfürle çözme gayretlerimizi başarıyla sürdürdük. Rasim Ozan Kütahyalı, Mehmet Baransu gibi futbol ve hukuk otoritelerini gecelerce kanal kanal gezen temsilciler tayin ettiler, biz yine küfrettik! (edenlerden birisi benim, hakettiler!)
Bazıları çatlak sesleriyle, "abi hedef Aziz Yıldırım, düğmeye basan belli, ihaleye fesat karıştı" diye fikir beyan edecek oldular, pek duyulmadı ama Türkiye Twitter'cıları İbrahim Seten, Ahmet Çakar ikilisini "serbest atış poligonunda" izleme olanağına kavuştu!
Şike sorununu da çözemedik ama küfür ve hakaret edebiyatımıza bir dolu yeni deyim sokmayı başardık!

Tüm bunlar olup biterken, gerekçesi bir türlü somut dile getirilmeyen, bazı gazetecilerimizin, milletvekillerimizin cezaevinde tutuklu tutuldukları gün sayısını her gün yazarak, bu sorumluluğumuzda başarıyla yerine getirme rahatlığıyla, ilerleyen saatlerde "I'm at..." diye başlayan güncel sosyal tweetler attık.
Havalar sıcaktı, Silivri mahkemeleri kapısına dayanamadık ama duyarlıydık en azından.

Hilal Cebeci diye bir pampişimiz oldu, "neden insanlar bu kadını izler" derin sosyoloji, psikoloji araştırmalarına dalamadık, yine sıcaklardan diyelim, ama kadını izleyenleri "abazanlar" olarak ilan ettik. Bu hatırı sayılır rakamı, asla memleketin cinsel sorun davasıyla bağdaştıramadık ama kadına şiddet uygulayanların analarına küfrederek tepkimizi koyduk.
Ben biraz safım sanırım, neden elimizde onca pankartla "kadına şiddete hayır" sloganlarıyla yürüdüğümüz halde, şiddet vakaları arttı, anlamadım gitti.

Eğitim süreci başladı, yine kayıtdışı sümenaltı paralar pullar toplandı, bakan "takipteyiz" dedi, artık nasıl takipse velilerin feryatları dinmedi, ve bu geleneksel sorunumuz bu yıl da sürdü. (Henüz küfredeni duymadım bu konuda? )
Öğretmenler "atanamıyoruz sesimizi duyun" diye, ne kadar Twitter ünlüsü varsa "RT plizz" diyerek, seslerini duyurmaya çalıştılar, biz takipçiler duyduk ama kaçımız gerçekten takip edip, bakanlığı mail, fax bombardımanına tuttuk, öğretmen kardeşlerimiz için, rakam henüz açıklanmadı.

Saraylardan koltuklar evlere taşındı, olay komikti, espri üzerine espri patlatarak, hepimiz bu yöndeki yeteneğimizi ortaya koyduk.

Kaz Dağları'nda bilmem kaç şirket altın arayacak didik didik. Meşguldük, pek çoğumuz kızgın kumlardan serin sulara atlama eylemindeydik,bir iki güncel, entel itiraz yaptık, sonuç malum.

Somali'de halk açlıktan kırılırken, gündem "bizim çocuklarımızda aç, yardım edecekseniz onlara edin" oluverince, ikiye bölündük yine bir insanlık dramında! Bazıları açlık ve emperyalistlerin yarattığı zorunlu "kıtlık" mağduriyetini aynı kefeye koyunca, kaçınılmazdı bölünmemiz.

Ha bu arada ülkemize bir füze kalkanı yerleştirildi.
Orduyu sivilleştirilme adımları birer ikişer hızla atlamanmakta ve okuduğum kadarıyla "sivilleşme" yolunda 13 maddelik bir teklif beklemekte Meclis'i.
Başbakan İsrail'e kafa tutuyor. Bazı savaş çığırtkanlarının, "bir kısım medyanın" gazıyla, "yürü be başbakanım, arkandayız" sloganlarını duyuyoruz, okuyoruz.

Ama...
Bizim uyuma zamanımız geldi!
Dizi sezonu başladı.


Oysa ne güzel tam da alışmıştık, uyanık kalıp memleket sorunlarını halletmeye.
Bütün yazı Doktorlar dizisi izleyerek, kurtarma opresyonunda bize destek vermeyenler utansın!

Bu yazının notu: İffet, Fatmagül pozları vererek, rezil ve utanılası durumlar yaratanlara, bazı dizilerin, "hiç uyumadığını" düşünen ergenler için ne kadar yararlı olacağını anlatacaktım aslında. Bir dahaki yazıya kaldı.
Sevgilerimle.

6 Eylül 2011 Salı

Twitter Etkisi

Neymiş, nasılmış, kim varmış, aa bak falanca yazar, filanca artist'de buradaymış, ay hem de konuşuyormuş, yazışıyormuş...
derken,
hepimiz bir şekilde önce üye olduk, sonra bağımlı!
Öyle ki, sıkılan, ya da bir şeylere kızıp hesabını kapatanların, 2 gün sonra dayanamayıp dönmesi, bağımlılığın en somut kanıtı.

Twitter için çokca yazıldı, çizildi.
Üye olan herkesin amacı farklıydı.
Ama tek bir amaç var ki, ünlü/ünsüz farketmiyor, "takip edilmek"!
Öyle ya da böyle, "yok canım ne alaka, işim olmaz takipçiyle filan" diyen kişilere ben inanmıyorum açıkcası. Rakam önemsiz olabilir ama 10 takipçim olsun, ya da binlerce olsun, diyeninde amacı bu işte.
Hiçte ayıp değil bence.

Konum bu değil, en azından her zaman dile getirdiğim gibi, değer verip takip ettiğim kişinin, beni takip etmemesi umrumda değil.
Ama hemen parantez açayım, bu kişilerin beni takip ettiğini haber veren mailleri aldığımda, sevinmeyi abarttığımı itiraf edeyim!
Ahmet Hakan fanı olduğumu bilmeyen kalmadı. "@ahmethc is following you" mesajından sonra, "acaba zirvede bıraksam mı?" diye, mesaja dakikalarca bakıp, sevinç çığlıkları atmama konu komşu ne anlamlar yükledi bilemiyorum ama ciddi ciddi bu anı ölümsüzleştirmek için gitmeyi istedim Twitter'dan!
Kendini beğenmiş filan demezseniz, şunu da not düşmeliyim ki, A.Hakan takibinden önce ve sonra, değer verdiğim çok "ünlü" takipçim vardı ve oldu.
Üstelik, hemen hepsi karşılıklı sohbet ettiğimiz kişiler oldu.
Özellikle @ahuozyurt'tan söz etmemek hainlik olur diyorum! Bence herkesin takip etmesi gereken asıl fenomen o'dur! Hayranıyım, tam anlamıyla "kültür abidesi, siyasete,magazine esprili yorumlarıyla can veren, harika kadın.

Tamam, reklam kokan satırlar demeden asıl konuya klavye vurayım.

Twitter, kabul etsek, etmesek kamuoyunda epey etkili.
Ha kaç kişi arasında?
Nüfusumuzla, Twitter kullanıcılarını oranladığımızda, ulaştığımız rakam o kadar düşük ki.
Yani gazete köşelerinde takip eden etmeyen, nerdeyse tüm yazarlar bu platformdan sözetsede, sanat dünyasının kişileri "popüler ünümü korumanın yolu galiba Twitter'dan geçer" mantığıyla, hesap açsalarda, rakamlar düşük.
Ama şöyle de bir şey var ki, bir hesap en az kendisi gibi düşünen, ama üye olmayan en az 1000 kişinin görüşlerini, yaşam tarzını yansıtıyorsa, evet bir anlamda Twitter aynamız.

Bazıları için siyaset, bazıları için sanat, bazıları için spor öncelikli, ve bir temsilci binlerce kişinin temsilcisi sayılır benim için. Üye olmasına gerek yok yani.

Ama inanmak, görmek istemediğim bir durum var ki;

Üstelik takipçi rakamlarına bakarak, bunu üzülerek yazıyorum, bizim insanımız için öncelikli konu magazin ve magazin geyiği.
Eh durum bu olunca, hafiften bundan şikayet etmeye başlayınca, dün gece arkadaşım @jokersoserios'un bana yazdığı bir tweeti aynen buraya alıyorum:
"@Belikce ahval-i memleket maalesef budur,ilgi,alaka ve merak konuları bunlar oldugu sürece daha çok füze kalkanı,bop,işsizlik görür memleket."

Magazine karşı değilim.

Ama kimse darılmasın benim izlemek istediğim magazin, Erol Köse'nin uzuvlarının kaç santim olduğu değil!
Çok düzeyli ve ince esprilerle magazin geyiğini yapan kişiler varken, asıl izlenmesi gereken kişilerin onlar olduğunun farkına varırsak, belki... siz tamamlayın.

Geyiğe hiç karşı değilim, severim, hatta katılırım.

Eh insanız, bir şekilde deşarj olmamız gerek. Sanal ya da gerçek yaşamda geyik olmasa, vallahi çekilmez. Hep ciddi bir duruş sergileyen insanlar nasıl da sıkıcıdır.
Ama geyiğin bile kendine özgü bir felsefesi olsa, bu kadar suyunu çıkarıp rencide etmesek, elimizdeki bu en kuvvetli şakalaşma, dolayısıyla ilişki kurma olgusunu?

Küfür ederim, etmezdim başladım.

Hatta bu konuda Twitter'ın hatırı sayılır katkısını görmezden gelemem. Ama vallahi de billahi de, ister tutucu deyin, ister kibarcık, ne derseniz deyin, özellikle takım muhabbetlerinde her tweetin sonuna amk,bsg yazanların,yakın çevrelerinde, evlerinde aileleriyle sohbetlerindeki durumlarını merak eder oldum?
Tadında güzel küfürler bence, @lilithse'in sözünü çalarak, "genç kızlarımız gelin yamacıma, bu kadar küfretmek sizi sevimli filan yapmıyor! Hatta ördek ağız facebook fotolarınız bile daha sevimli!"

Bir de yeri gelmişken, bir takımın fanı olabilirim, ama bu diğer takımın fanlarına her fırsatta "ibne" dememi gerektirmez! Hatta ileri gidip, "bütün xx'ler ibnedir" dersem, ki diyenler çok, ee canım kardeşim sen benim kardeşime küfür ediyorsun?! Belki de, kendi teyzene, amcana? Az biraz insaf!

Eleştiri

bu konu bizim ülkemiz insanının hala çözemediği konu valla bakın, aşkı bile anlatabiliriz ama eleştiri nedir'e vereceğimiz yanıt, yıl olmuş 2011, hala "vur vurabildiğin kadar". Ama asla bunu itiraf etmeyiz, o ayrı, hepimiz "eleştiriye açığızdır ama eleştireni bloklayıveririz, saçma sapan "ay bayılıyorum sendeki bu pozitif enerjiye" sözünü RT ediveririz! Ah hele siz ünlüler!
Nefret nedeni bu halleriniz ama neden anlamazsınız, ben çözemedim ki.

Hep bildiğimiz, şikayet ettiğimiz şeyleri yazmışsın Belikce, dediniz değil mi?;)

Bunlar da yine bildikleriniz mesela:

- Kardeşim, Twitter her şeyi düşünmüş, bir Retweets butonu yapmış, açar bakarım (aklım var), beğendiğim kişileri takibe alırım. Siz ne diye dakika başı RT'ciliğe soyunup, üstelik en abuk ergen geyiklerini benim önüme dayıyorsunuz ki?
Ha biriniz "Odtü yol olmasın" RT'leyin, yeminle ömür boyu takipçiniz olayım!

- Yine aklım var, gözüm var diyerek, yazdığınız bir şeyi RT'lememiz için, neden DM'den baskı yaparsanız ki? İnanın çok ters etkisi var bende! Yeminle kendimi akılsız, mantıksız hissettiriyorsunuz. Yapmıyorum!

- Herkes istediği gibi kullanır, ee size mi kaldı gönüllü Twitter öğretmenliği? Ha bunun okulu vardı da, bizim mi haberimiz olmadı?

- Bir de hep "ben en doğrusunu bilirim" havasında kişiler? Tamam yazdıklarınız, düşünceleriniz doğru olabilir ama bunları yazarken tweet sonuna koyduğunuz "ahmaklar, gerzekler" sıfatları? Benden söylemesi, bu sözlerle suçlanan, gerçekten ahmak bile olsa, daha fazla ahmaklaşır!

- Kız düşürmek, erkek avcılığı? Ee bize ne? Bu hayatın bir gerçeği. Hatta insanoğlunun en değişmez gerçeği. Bırakın bulan bulsun. Bakıyorum herkes "ahlak abidesi" ! Korkmayın sizden sorulmayacak bunun hesabı. Siz aracı olmayın yeterli.

- Ünlülere laf çakmak Twitter'da en masum eylem bence. Hatta ünlülerin verdiği yanıt blok bile olsa, bununla gurur duyup, ikide bir "ayh falanca beni blokladı" yazanlar var ki, hiç sandığın gibi değil durum canım kardeşim. O laf çaktığın adam seni çoktan unuttu. Ama benim asıl derdim, ünsüz ve birbirini hiç tanımayanların laf çakma gayretleri ki, komedi!
İşte eleştiriyi bilmediğimizin en güzel kanıtı!

- Aforizmalara hiç girmiyorum. Hırsızlıklara hiç değinmiyorum. Ünlü yalakasasısın suçlamaları aman uzak olsun.

Var var, daha onlarca ortak şikayet konumuz var.
Oysa ne güzel bir olanak sunulmuş bize. Kendimizi ifade edebilme, merak ettiğimiz bilgilere, ilk ağızlardan ulaşabilme, ölçüyü aşmayan tweetlere, ünlü/ünsüz herkesden yanıt alabilme vsvs.

Ama izninizle, yazı başında dediğim gibi, bir üye, üye olmayan binlerce insanın temsilcisi, aynasıysa, gerçekten düzeltmemiz gereken pek çok şey var.
Keşke, şu aforizmaları sürekli yazanlar, ne yazdıklarının bilincinde olsalar, belki o zaman gerçekten "amann biz Türkler" diye başlayan cümlelerimiz azalırdı.

Sabrınıza teşekkürler, sevgiler.
Ve ben Twitter'da kurduğum, RT kaygısı hiç taşımayan, ama takipçi ve takip sayısını yükseklere çıkarmayı amaçladığım dünyada mutluyum.

Not: Bir konu hariç! O konuyu ilgili kişi anlamıştır;), o da benim çok özelim, kıskançlığım, hatta üyeliğimi sonlandırabilecek kadar hassaslaştığım bir konu. Umarım, gerek kalmaz, gerçekten değerli olduğumu bilsemde, saçma bile kabul edilsede...
Eh insanın bir de özeli olmalı değil mi? :)

2 Eylül 2011 Cuma

İçinden bayram geçmeyen bir yazı


Pek hoşa gitmeyebilir, ama planlı programlı yaşamayı sevmiyor/um/dum!

Yaptığım sevinç dolu planların hep bir hüsranla güme gitmesinden belki. Uzun vadeli planları geçin, kısa vadelerle yapılan programlara bile "bakarız, umarım, belki" gibilerinden kaçamak yanıtlar vermeye başladım.
Bir aksilik olup, bozuluverecek korkusundan sanırım.
Aslına bakarsanız bunu bir huy olarak geliştirdiğimin farkında bile değildim, ta ki arife gecesi bir dostum "senin ipinle kuyuya inilmez", diyene kadar.
İpi çoktan kopardığım o anda dank etti kafama!
Aramızdaki sorunu, benim durumu çözmeye yönelik bir program yapmamla halloldu ama hazırlıksız yakalandığım için, araya bir çok pembe yalan sıkıştırmak zorunda kaldım.
Biraz utandım doğrusu!

Pembe, beyaz, kara. Yalanı sevmem.

Bir de bir inancım var ki evlere şenlik.
Durum kurtarmak için söylediğim yalanın gerçekleşeceğine inanırım!
"Kardeşim hastalandı, acil memlekete gitmem gerek" bahanesini uydursam, kardeşimin öleceğini düşünmeye kadar vardırırım paranoyalarımı. Üstelik benim yüzümden!

Belki de bu yüzden, saçmasapan bir dürüstlük abidesiyim, "sırlarım" dışında.
Hani şu "doğrucu Davut" dediklerinden.
Ne düşünüyorsam, ötesini berisini pek hesaplamadan "pat" diye söyleme huyum. Ki sonraları "abartmışım yahu" dediğimde çok olmuştur.
Yani aslında başkalarının hoşuna giden dürüstlüklerim, bazen sonradan üzüldüğüm patavatsızlıklar olarak canımı yakmıştır.

Biz millet olarak, başkalarının didişmesini izlemekten keyif alan insanlarız.
Açık oturumlarda, iki karşıt görüşün ateşli taraftarı, eğer birbiriyle nezaket kuralları içinde konuşuyorsa, ilgimizi çekmez, zaplar kaçarız.
Hatta bazen öyle aşırıya kaçarız ki, taraflardan birine "gaz vermek" amacıyla, çaktırmadan kulağına bir şeyler fısıldayıveririz.

Amaçsız değil, ama plansız programsız yaşama sanatım, doğrucu (bazen patavatsız) Davut'luğum, beni sıradan insan olma özelliklerinden, daha marjinal bir boyuta taşısada, bütün bunları sadece bir günlük bayram tatilinde, Twitter'da vakit geçirirken masaya yatırdım.

Doğrusu bu ya, "biz seni böyle seviyoruz" diyenlerin çokluğuna karşın, ben bu benden az biraz şikayetçi oldum.

Dengesizliklerimi düşündüm, şu denge bileziği sahteliği muhabbetlerinde.
Gerçi ben o bilekliği çok farklı bir amaçla takmıştım, beni dengeleyeceğini filan falan hiç düşünmemiştim.
Zaten pek inanmam böyle şeylere.
Akapunktur'un somut sonuçlarını bildiğim, gördüğüm halde, bu alternatif tıp'a para yatırmam.
Babaannemin kalbi sıkıştığında, babamın dilinin altına koyduğu minik şekerler aklıma gelir, ve işin sırrının beyne gönderilen komutlar olduğunu bilirim.
İyileşmeyi kafasına koyan kanser hastasının, kötü urlarla mücadelesinde çoğunlukla başarılı olmasının nedeni bu değil mi?

Neyse...
Sözü yine çok uzattım biliyorum.
Biraz nerden nereye oldu bu aktarımlar.

Şöyle ki,
Program yapmadan anlık kararlarla yaşamak zevkli görünebilir. Ama yorucudur.
Ya da yalnızlığa kendini esir etmektir bir anda. Yani yaşamı plansız sürdürmek, bazen amaçlarına ulaşmayı zorlaştırabilir.
Evet, planlar aniden bozulabilir, ama bunlar yaşamın acımasız,tatsız gerçekleri değil mi?
Gül bahçesi mi vaadedildi bize?

Doğruculuk kötü bir şey değil, abartıp hesap sormalara vardırılmadığı zaman.
Çünkü hiç bir insan "tam doğru" değildir ki!
Bir yönetmene, "filmini sevmedim" demek farklı, "iyi de, şu sahnede saçmalamışsın. Bence (kendi doğrusunu dayatarak) böyle böyle olmalıydı!" diye kafa tutmak farklı şeyler. O zaman "iyisini sen yap" yanıtını alırsın, oturursun. Başkaları da bu didişmeyi izlemekten keyifli ellerini oğuşturur.

Sevmek, sevmemek, tercih etmek ya da etmemek bize bırakılmış.
Bu nedenle eleştiri dozunu ayarda tutmak önemli.
Dinlemek, nedenini anlamaya çalışmak ta önemli.

Ve aslında, hiç kötü niyetli olmadığın halde, ve çevrendeki kişiler bunu ne kadar bilselerde, "ama sen içimi biliyorsun, asla kötü niyetli değildim" diye çırpınsanda, çokca yanlış anlaşılabilmende cabası.

Twitter demiştim değil mi?
Şöyle;
Twitter'da saklanmak, gerçek düşüncelerini saklamak olanak dışı. Bir yerde kendini ele verirsin.
Mustafa Altıoklar'la tartıştım en son.
Ne o beni tanır, ne ben onu. Tartışma bana "salak" demesiyle son bulabilirdi ben bu sözü hakaret kabul etseydim! Etmedim, çünkü ben çileden çıkardım kendi doğrularımla, ve biraz da izleyenlerin gazıyla, o da kendi doğrusunu savundu ve artık sıradan bir söz olan "salak"ı yapıştırdı!;)
Ben terbiyesizleşmedim, hatta kabul ederek sürdürdüm ve bu kez üzülen o oldu, sonuçta anlaştık. Yok özür dilemedi, özür bazen dile gelmese hissedilir bir durumdu.

Sonuç;
Sonradan edindiğim bazı huylarımı yavaş yavaş değiştirme adımlarımı atıyorum.
Hafta sonu planım, günü evde pinekleyerek geçirmemek! Yalnız kalabilirim, çünkü sanırım herkes planını çok önceden yaptı.
Giderek kalabalıklaşabilirim, umarım.

Doğruculuk güzel şey, ama tadında ve hakarete vardırmadan, varmadan. Doğruculuk, inatlaşmak değil, tartışmak olmalı. Ortak noktalar illa ki var!



Ve biliyorum ki, bunlar beni sıradan yapmayacak.

Kısacık not: Yine ne yazmak için oturdum, bak neler yazdım? Ay bu klavye beyin kaçınılmaz ilişkisi!
Neyse...
Kimse okumazsa ben okurum!:p