28 Ekim 2010 Perşembe

İçimin yolculukları


Bir yolculuğa çıktığım zaman, araç ne olursa farketmez, hareket ettiği anda geride bıraktıklarım gelir aklıma.

Hani romanlarda, filmlerde hatta şiirler de vardır ya, başını cama yaslama olayı... işte tam beni anlatan bir sahnedir o. Düğüne, cenazeye, tatile farketmez, ne amaçla nereye gidersem gideyim, şehir arkamda kaldıkça hüzünlenirim. Bir daha dönemeyecekmişim, dönsem bıraktıklarımı yerinde bulamayacakmışım gibi gelir. Küçücüklüğümden beri...

Kendimi üzerim. Bazan ağlarım bile.

Öyküler yazarım hayalimde, hep ayrılıklar üzerine kurgularım öyküleri.

Kimbilir belki de dönüşlerimde bulamadığım kişilerim, anılarım nedeniyledir bu hüzünlenmelerim.

Sıkıca kapatırım gözlerimi, kulaklarımı tıkarım, ne dışarda ki manzara, ne doğanın muhteşem renkleri, ne çalan neşeli yol şarkıları...

Umursamam.

Her yolculuk, geride kalan her anı yüklü şehir, cama yasladığım kafamın içinde kendimle geçmişe uzandığım bir yolculuktur aslında.

Kulaklarımdaki tek şarkı, sözü olmayan, olabildiğince az enstümanla çalınan, hiç kimsenin duymadığı, bilmediği bir melodidir.

Benim geçmişim, benim şarkım.

Belki de rutin yaşamımızın koşturmacası içinde anıları yaşamak, sakin kafayla muhasebesini yapmak zorlaştığından mıdır nedir, bu yolculukları severim. Doğrusu, yanlışıyla yaşadıklarım.

Kapalı gözlerimin gerisinde, yol boyunca aralıklarla dikilen canlı insanları görürüm öykülerim bitince. Kimisi gülümseyen, kimisi mutsuz, mutlu, acılı, bencil, riyakar, dost... yaşamımın insanları.

Her biriyle ayrı bir paylaşmışlık, bazen sevinci, bazen üzüntüyü. Yediğim darbelerin kahramanları ayrı, benim tokat attığım kişiler ayrı.

Her yolculukta, bir kişi eksilirken bir yenisi yerini alır.

Yaşam bu değil mi zaten? Hayatımıza girenler, çıkanlar, iz bırakanlar, gitmesini istemediklerimiz, bazen kal diyemediklerimiz.

"Yol bir yere gitmez aslında, o bir durma biçimidir.", der ya şair, yol gitmez evet, sadece geride kalır. Giden bizizdir. "Bu yol nereye gider?" diye sorusunun yanıtı, "yaşamımın kıvrımlarına"dır benim için.

Severim yolculukları, karşıma çıkan yüzler her zaman mutluluk vermesede...

Ama yaşam hep mutlu olmak değildir ya?

Ya da hep hüzün taşımaz ki?




22 Ekim 2010 Cuma

Seni özledim

Babacığım,
İnsanlar babalarını kaybedince, ölüm yıldönümlerinde öyle yazılar yazıyorlar ki ardından... nasıl sevdiklerini, nasıl özlediklerini, onun yerinin hiç bir zaman dolmayacağını, duvardaki resmine her bakışlarında gözlerinde canlanan anıları anlatıyorlar, anlatıyorlar...
Bazılarını gazete köşelerinde, bazılarını bloglarda okuyorum.
Gülümsersin sen şimdi bana... ;) Bu yazıları okurken kapıldığım his şöyle. Sanki babalarını kaybeden ilkokul öğrencileri için, "Babanızı anlatın" konu başlıklı bir kompozisyon yarışması açılmış, en acıklı sözleri bulup, en çok ağlatan yazıya birincilik ödülü verilecek.

Bu günler, senin yolculuğunun başladığı günler...
Sana yoğun bakım odasının camından el salladığım günler. Arada izin verdiklerinde, yanına yüzümde bir maske, saçlarımı kapatan bir boneyle, kısacık son anlar için girebildiğim, sana doya doya dokunamadığım, annemin "ağlamayacaksın" tembihlerine hiç uyamadığım günler.
Seninse, yüzüne artık eve dönemeyeceğinin bilinciyle bir garip özlem ifadesinin yerleştiği günler.
Çaresizliğin, ümitsizliğin kabullenişe dönüştüğü, ayrılığın hiç dinmeyecek yakıcılığının, artık sakin bir gülümsemeye dönüştüğü günler.

Ölümü kabullenmek kolay.
Hiç bitmeyecek bir özlemin giderek büyümesi zor olan.
İnsanların yaşı ne olursa olsun, sizi yaşam boyu karşılıksız seveceğini, asla yarı yolda bırakmayacağını, kucağının, kapısının her koşulda açık olduğunu bildiğiniz dostunun özleminin acısı.

Babacığım, aynı evde yaşadığımız halde mektuplaşırdık ya seninle.;)
Benim fazladan harçlık, fazladan izin istediğimde, ya da biraz da hainlikle annemi, ablamı, abimi şikayet etmek için yazdığım mektuplar, ve senin hiç üşenmeden bana yazdığın yanıtlar. Hepsini saklamışım. O zamanlarda pek anlayamadığım, ama şimdilerde okuduğumda, beni gülümseten ve her birisinde yaşama dair püf noktaları bulduğum, bazıları esprili bazıları ciddi mektupların.
Garip bir ruhsal bağlılık... gizli bir işbirliği sanki seninle aramızda, o mektuplar. Bilmiyorum belki de bu yüzden senin beni diğer kardeşlerimden daha çok sevdiğini düşünmüşümdür hep.

Annemden şikayet ettiğim bir mektubuma verdiğin yanıtta, şöyle yazmıştın,

"Biliyor musun, ben de sevmiyorum annenin bu huyunu, ama anneni çok seviyorum. Onun da bizleri çok sevdiğini biliyorum. Benim sabahları gözümü açar açmaz yataktan çıkmadan yaktığım sigaranın anneni çok rahatsız ettiğini, bu huyumdan nefret ettiğini biliyorum. Bu benim ilk gençlik yıllarımdan kalma kötü ama çok zevk aldığım, huy haline dönüşmüş bir alışkanlığım. Annen epey uğraştı değiştirmek için, başaramadı. Ama farklı bir şey yaptı. Uzun yıllardır, başucumda bir bardak portakal suyu ve yanına bırakılmış taze bir poğaça buluyorum. Onun bu çabasına karşılık vermemek çok çirkin bir davranış olmaz mı? Ve ben artık, hepsini bitiremesem bile poğaçamdan ısırık almadan sigara yakmıyorum.
İnsanların sevmediğimiz, bize ters gelen huylarını değiştiremeyiz belki, ama onların bu huylarının zararını en aza indirebilecek formüller bulabiliriz. Sevgimizin gücüyle.
Baban "

Babacığım, evin bir odasını havuz yaptır diye kafanın etini yediğim günlerde, dahiyane fikrinle yaptırdığın bir duvardan şırıl şırıl sular akıtan mekanizmayı, evin yeni sahipleri söktürmüşler. Geçen bayram memlekete gidince tesadüfen karşılaştık, öğrendim.

Çaktırmadan öğrettiğin yaratıcı düşünme formüllerin sayesinde, bir kaç sevimsiz olayı, oyuna dönüştürüp, insanlara, keyif alabilmenin çok zor olmadığını anlatabildim.

Yine hastayım bugünlerde! Ve yine senin öğrettiğin gibi hasta olunca, bazı organlarımın dökülse bile beynimin çalıştığını unutmadım, yattığım yerde yazdım yazdım... Ha bu sana söz verdiğim, senin yazmamı istediğin romandı, bundan sonrakiler için biraz daha neşeli şeyler yazmak istiyorum, bunu sana itiraf etmeliyim.

Sana bayram ziyaretimde anlattığım, ümitsiz ama bana harika duygular yaşatan aşkım bitmedi ama kırık dökük de olsa arada paylaştığımız cümlelerimiz bitti. O gitti...

Unutmuştum sana söylemeyi. Bir saksıyla başlattığımız difenbahya üretim çiftliğimizde saksıların sayısı 11'e yükseldi.;) Artık eşe dosta dağıtıyorum. Çünkü diğer çiçeklerimizle birlikte ev tropikal bir alana dönüşüp, oturma, yatma gibi doğal eylemlerimizi gerçekleştirmemize izin vermemeye başlamıştı.

Babacığım...
Buraya kadar gülümseyerek yazdım. Ama şimdi hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlıyorum. Ben seni çok özledim.
Bazı şeyleri, sen bana ne kadar doğru öğretmiş olsanda, ben alışamıyorum yokluğuna. Her derdimde sana koşmuşum. Sana sığınmışım. Sen de ağlamışım. Başkalarına koşamıyorum ki baba. Anlatamıyorum. Acımasızlaşıyorum. Saldırganlaşıyorum. Sakinleşene kadar, dolabından aşırdığım, senin hep aradığın gömleğine sarılıyorum.
Ve ben de ilk kez babasını kaybeden bir ilkokul çocuğu gibi yazmak istiyorum...

Not: İnsanlar öldüklerinde en sevdiklerini alırlarmış yanına. Sen annemi tercih ettin. Beni son kez kıskandırdın!
Bir not daha: Geçecek biliyorum... üzülme baba. Özlemim hiç bitmeyecek ama özlemi olgunlaştırmayı başaracağım. Söz veriyorum sana.

Kızın...

21 Ekim 2010 Perşembe

Sarhos yazılar vol:2

Boşver...
Ne kadar duyarsız bir söz değil mi?
Kırıcı hatta.
Bir insana bunu söyletebiliyorsanız, size bir mesajım var benim. Bilin ki çok kırdınız. Artık sözü bitti.
Bir insan "boşver" diyorsa, aslında derdini inandığı kişi bile anlayamadığından.
Ne duyun, ne söyletin.
İşte o zaman dostsunuzdur.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Seyirci gözüyle Cogunluk


Benim bir huyum var, bir filmi pek çok kez izlemek gibi. Her izlediğimde, daha bilinçli izliyorum. Filmin başında gelişen olayların nelere yol açacağını bilerek izlemek, nedenleri, niçinleri daha iyi anlamak gibi bir takıntı benimki. Ve itiraf ediyorum, ilk gösteriminde pek beğenmediğim pek çok filmi, detaylara daha önem vererek izlediğimde giderek daha çok seviyorum.

Ama elbette hiç bir zaman bir filmi bir sinema yazarı gözüyle izleyemem, eleştiremem.

Sadece, seyirci gözünden sizinle Çoğunluk filmini paylaşabilirim.


Filmin Venedik Film Festivali'ne katılacağı müjdesini aldığım zaman sevinçle, Twitter'da bir sinema yazarına ne düşündüğünü sordum. Ne filmi, ne yönetmeni, ne başrol oyuncusunu tanımıyordu. Dolayısıyla filmin festivalde Türkiye'yi temsil edeceğinden habersizdi. Şaşırmadım. Çünkü ne filmin çekim aşamasında hakkında tek bir satır yazılmıştı, ne de Fatih Akın'ın asistanı Seren Yüce'nin, senaryosunu kendi yazdığı bir filmi çektiği duyulmuştu. Filmin başrol oyuncularından birisi, birisi diyorum çünkü filmde dört başrol var, çok yakınım olmasa belki benim de haberim olmazdı.

Seren Yüce'nin ilk filmiydi...

Ve film, ilk ödülünü İtalya'da "En iyi ilk film" ödülünü aldı.

Filmi görenler, ilk film olarak böylesi bir konuyu yazmanın, yönetmenin biraz cesaret işi olduğunda birleşeceklerdir belki...

Çok uzak olduğumuz bir konu değil ama, filmin genelindeki durağanlık, hiç bir detayın atlanmaması için sarfedilen çaba sonucunda sahnelerin biraz uzaması, seyirciyi sıkabilecek dezavantajlar.

Hatta İtalya'da aldığı ödül bile bu nedenle tartışıldı. Yakın gelen neydi jüriye?

Yakın gelen yalınlık, yaşadığımız hayatın gerisinde fon müziği çalmaması, olduğu gibi aktarılmasıydı belki.


Ve film izleyiciyle Antalya Film Festivali'nde buluştu. Eleştirmenlerden tam not alıyordu. Senaryo ve oyunculuk dallarında karne iyiydi.

O günlerde Antalya'da olup, filmi izleyen yakınlarımla konuştuğumda, "harika" diyorlardı.

Ve en önemli ödüller peşpeşe geldi.

Sevinç çığlıkları attım, ağladım, inanılmaz mutlu oldum.


Ve nihayet bu gece filmi izledim. Tarafsız bir gözle izlemem mümkün değildi ama olabildiğince objektif bakmaya çalıştığımı söyleyebilirim.

Yanımdaki arkadaşım biraz sıkıldı, bense kapıldım gittim...

Her sahnesine, rol alan her oyuncuya gönlümü kaydırarak.

Perdede olanlar bizlerdik! Anlatılan bizim klasik, durağan, hiç bir heyecanı olmayan gündelik aile yaşantımızdı.

Mertkan'a isyan ediyorduk, klasik film izleyicisi bakışımızla, "hadi abi koy artık postanı, sen de isyan et, bağır, çağır, düzene başkaldır..." diyorduk. Ama Mertkan bunu yapmıyor, küfretmesi gereksiz her yerde küfrediyor, ama düzene küfredememesi boğazımıza düğüm oluyordu. O kadar ezikti ki...

Altın Portakal'ı havaya kaldırırken ilk sözlerinin "Ben Bartu" olması belki o ezikliğe isyandı!

Bu sabah okuduğum bir röportajında, kendi sözleriyle; "Basit bir karakter Mertkan. Babasının gölgesinde büyüyen bir adam. Ben genelde üzülüyorum Mertkan için. "Hadi bee oğlum yaa, öyle değil!" filan demek istiyorum."

Evet, filmde babasının gölgesinde büyüyen bu 20'li yaşlarda delikanlı, babasının o kadar izindeydi ki, aynı koltuğa babasından sonra oturup, aynı hareketlerle ayakkabılarını çıkarıp, dolaba yerleştiriyor ve terliklerini giyiyordu! Ve kocasında, oğlunda duygusal yaklaşımlar arayan annesine, tıpkı babası gibi umursamaz tepkiler veriyordu. O abartılmış bir tepkisizliğin değil, düzenin karakteriydi. Yine kendi sözleriyle;

"Ben Eskişehir'de okulumda ya da çevremde böyle insanları tecrübe ettim gerçekten. Babasının gölgesinde büyüyen insanları gördüm." diyordu.

Yani rolüne inanmıştı, gizli gizli sigara içeceğinden, sevdiği kızı sahiplenememekten öte bir adım atamayacağından haberi vardı.

Ve ilginç bir saptama...

Yine Bartu Küçükçağlayan'dan;

"Gerçek bir Recep İvedik bu." Karikatürleşmemiş haliyle diye ekliyor.


Bütün ince detayların dantel gibi işlendiği filmde eksikler yok mu?

Elbette var. Bu hafta Arka Pencere dergisi eleştirmeni bu noktaları saptamış.

Ama bunlar filmin zaten anlatmaya çalıştığı konular değil, çok ince detaylar. Bir görüşüne itiraz hakkım var hatta Arka Pencere yazarı Tunca Arslan'ın. Babasının işlerin başına geçmek üzere şantiyeye yolladığı Mertkan'ın "patronluk" taslamasını inandırıcı bulmamış. Aynen böyle bir durumda yakınım var, ve gerçekten babasının olmadığı yerde onun pozisyonunda olarak, bir çeşit güç gösterisine sığınan bir kişi kendisi.
Zaten anlatılmak istenen biraz da bu, Mertkan'ın babasından farksız olacağı. Filmde baba kaba kuvvete dayanan gösterilerde bulunan bir adam değil mi? Mertkan daha pısırık olduğu için bir tabanca istemiyor mu babasından?


Ben yeni gösterime giren filmlerin sonuna kadar yazılmasına biraz karşıyım, heyecanımı kaçırdığı için. Ama Çoğunluk yazıldı, çizildi, diyaloglar aktarıldı, sonu ister istemez açıklandı.

Ama aslında bunlar önemsiz. Çünkü bunları deşifre edenlerde çok iyi biliyorlardı ki, filmin ne sonu ne başı önemliydi. Anlatılmak istenendi önemli olan. Ve bizim boğazımızda bırakılan bir isyana neden olabilmekti. Seren Yüce bunu başarmıştı!


İzleyin diyorum, ve yine Bartu Küçükçağlayan'ın sözleriyle;

"Çoğunluk kendisine yakıştırmayabilir Mertkan'ı. "Zayıf" olduğundan çoğunluk onda kendisini görmek istemeyebilir sanki... Kendini Mertkan'ın yerine koymaya cesaret edebilecek, "Evet, ben de biraz olsun Mertkan'ım" diyebilecek insanlar arıyor bu film. Bu film onların filmi olsun istiyorum ben."


İzleyin...

Bizim yaşamlarımızın arkasında, yaşamımızı romantik kılacak fon müzikleri yok! Sessizce yaşıyoruz, ve bazen isyan boğazımızda düğüm kalıveriyor. İşte o düğümü açabilmek adına izleyin. Sıkılsanız bile...


Not: Bartu Küçükçağlayan röportajı İlhan Özgüneş'e aittir.






17 Ekim 2010 Pazar

Oysa...

Çok sevilen olmakla, nefret edilen olmak arasındaki çizgi o kadar hassas ki... Ve aslında bazen insan nefret edilen bile olmayı tercih edebilir, sıkıcı olmak ya da umursanmamaktansa.
Umursanmamak acıtır, ama sıkıcı olduğunu bile bile sana ayrılan ek süreyi kullanmak sadece kullananı acıtır. Böyle bir çırpınmaktır anlamsızca... belki bir yerden tutturabilirim gibi saçma hayalleri olur insanın.;) Oysa sadece tanınan ek sürede, tüm marifetlerini bir solukta, elin ayağına dolanarak sergilemeye çalışan bir acemisinizdir... Ve kendinizi ne kadar kazanmaya kilitlesenizde, kaybedersiniz. Oysa içtensizinizdir. Oysa asla kötü niyetli değilsinizdir. Ve oysa... seviyorsunuzdur... Tüm kartlar açılmış, size sonsuz kredi sunulmuştur oysa! Ama siz artık umursanmayan bir sıkıcısınızdır, üstelik hiç böyle olmayı arzu etmemişken, böyle olmayı haketmemişken haketmeyi başarabildiğiniz için.
Şimdi ben hem yazıp hem gülümseyerek ağlarken, bir müzik var fonda bir şiire eşlik eden... Basit yaşayacaksın diyor.
Ben hep bu basit yaşamı tercih etmiştim... 2 ve 2 yi çarptığımda, topladığımda dört çıkmasını ummuştum. Çıkamayacağını düşünmemiştim.

Çıkmıyormuş bazen...

Bir şarkı dinleriz, öylesine duygusaldır ki, şarkıyı söyleyen bize bu duygusallığı yaşattığı için, sanırız ki yaşadı ve söyledi. Oysa biz o şarkıyla nerelere yolculuk yaparken, şarkıcı çoktan unutmuş, belki bir yerlerde hamburger yiyor, burnuna bulaşan ketçabı temizliyordur.
Yazarlarımız vardır bazen... öyle duygusal, öyle "ben" imdir ki... Elele olduğunuzu hissettiren satırların arasında dolanırken, o aslında çoktan sizi terketmiş, başka "ben"lere gülümsemektedir.
Çünkü "gerçek"le yaşıyordur. Ve gerçek dudağının kenarına bulaşan ketçapdır!

Sizse hayalinizle kalakalmaya mahkum, sınırı bile bilemeyen bir umursanmayansınızdır artık. Nefret bile edilmeyen...

"Oysa seviyordum, çok seviyordum" diye ağlaşırken, dudaklarına bulaşan ketçabı temizleyendir o anda sevilen...

Ve siz sadece hayallerde nefret bile edilmeyen, sıkıcı birisinizdir artık...

Not: Kimse okumasın! Belki ben okur okur... gülümserim. Öyle işte.
18.10.2010 geceyarısı saat 12'de, bu sıkıntıya son verdim! 2 ve 2 toplansa, çarpılsa dört artık!

16 Ekim 2010 Cumartesi

Dizi dizi "dizi"ciyiz, dizeriz


Kaç günlerdir dizilerimizle ilgili birşeyler yazma çabasındaydım, dün gece iyi niyetle başladım ama baktım ki epey uzun yazmam gerekecek, vazgeçtim. Ama bu konuda bir iki cümlem var. Kısacık bir özet yazmak istiyorum.

Ben sadık bir dizi izleyicisi değilim. Tercih ettiklerimse özgün senaryosu olan diziler. İzlemediğim dizilerinde yabancısı sayılmam. Sağolsun basın haberleri ve eş dost ve bir şekilde diziye tesadüf edişlerim. Eh bir dizi yayın saati dışında geceyarısı saatleri de dahil olmak üzere 153 kere tekrar edilince yakalanmak kaçınılmaz oluyor.;)


Bir kaç zamandır dikkatimi çeken konu, yerli dizilerin genellikle aşağılanması, ve bunun yanısıra yabancı dizilerin göklere çıkarılması...


Yerli dizilerin harika yapımlar olmadığını kabul ederim. Hatta uyarlama dizilerin, bizim toplumumuzun örf ve adetlerine uygun olmadığında ortaya komik görüntülerin çıktığını da, Küçük Sırlar'da olduğu gibi. Gerçi bu tarz yaşamları olan insanların varlığını inkar edemeyiz ama küçük bir kesim ve onlarında dizi izlediklerini pek düşünmüyorum.

Ama özgün senaryosu olan Kavak Yelleri'nde durum farklı mı? Diziyi izlemeye 3 hafta ara verilse, kim kiminleydi problemini yaşamayan var mıdır?

90 sayfalık romanlardan uyarlanan dizilerin, dallandırılıp budaklandırılıp nerdeyse 900 bölüm olarak zenginleştirilmesi apayrı bir durum. Zaten bu durum için bolca espri yapıldı, tekrarlamaya gerek yok.;) Tam burada, senaristlerin hakkını vermek gerek, demek isteseler bir başyapıt yazabilecek kapasitedeler.

Tek tek dizileri ele alıp incelemeye kalksam, bir değil en az 50 yazı yazmak gerekir. Çünkü sağımız, solumuz, önümüz arkamız dizilerce sobe!

Kısaca, evet elle tutulur dizi sayımız oldukça az.

Ama...

Peki madem beğenilmiyor, hatta aşağılanıyor, espri konusu yapılıyor bu diziler... neden yayındalar? Kimler için yayınlanıyorlar?

Rating ölçerler var. Eğer ratingler çok çok düşükse, neden bu dizilere yapımcılar para yatırsınlar? Demek ki izleyicisi var! Zaten olmayanlar, oyuncusunun kim olduğuna bakılmaksızın yayından kaldırılıyorlar.

Ve o izleyici, diziler nedeniyle, aslında aşağılanan kesim!

Yani bizim insanımız!

Şimdi isterseniz aşağıladığınızın aslında kim olduğunu bir kez daha detaylı düşünün.

Bizim ülkemizin eğitim, refah düzeyini düşünün.

Brezilya dizileri oynatılırdı ve rating rekorları kırardı, eski Türk yapımlarını andıran diziler. Neden? Bunu da bir düşünün isterseniz.

Türkiye nüfus oranı, orta kesim ailelerin yaşadığı, annelerin çoğunlukla ilk ve orta eğitim düzeyinde (lise demiyorum), babalarınsa en fazla lise mezunu olduğu eğitim düzeyinde, işçi ve asgari ücretle çalışan memurlardan oluşur. Bu insanımızın eğlencesi televizyondur. Klasiktir ama böyledir. Çok seçmeli kanallardan birini açar, ve istediği diziyi izler. Bir başka deyişle hakkına razı olur ve bir başkaları, onlara "elit" filan diyoruz, aynı anda Dexter izler, Lost'a hayran kalır, Desperate Housewifes'da ağlaşır! Kendi aşağıladığı diziyi, dolayısıyla kendi halkının büyük bir kesimini aşağılayarak!

Kötü yapımlara elbette ben de karşıyım.

Yine "eğitim şart" çıktı değil mi önümüze?;)

Ama asıl eğitilmesi gerekenler, bu dizileri aşağılayanlar öncelikle. Onlar eğitilmeli ki, insanımıza hiç layık olmayan bu dizileri izleyenleri eğitebilsinler. Eğitim sadece aile ve okulla sınırlı değildir.


Benim ülkem bu gelişme aşamasındayken, yaşam standartları bize uymayan dış kaynaklı dizileri izleyip hayran kalanları ben kınıyorum. Ben de izliyorum. Ama çevrildiği ülkenin koşullarını düşünerek, kendi yaşamımızdan kesitler sunan kendi dizilerimizi aşağılamayarak.


Eleştirmek ayrıdır, aşağılamak, dalga geçerek küçük görmek farklıdır.

Eleştirirsiniz düzgünce, senaristler ona göre yön verebilir dizilere. Yapımcı ve yönetmenin amacı bu değil mi?

Bakın Birol Güven'e? Bu insan harika bir dizi çekiyor, Çocuklar Duymasın. Ve açık açık Twitter'dan besleniyor. Doğrusunu yapıyor. Dizisinde her kesimden insana yer veriyor ve hepsinin nabzını tutabiliyor.


Bir sosyoloji öğrencisi olsaydım, tez konusu olarak yerli dizileri seçerdim diye düşünüyorum. Çünkü konu dizi değil aslında, kendimizde eleştirilecek acımasızlığımız, eğitimsizliğimiz.

Not: Hep "düşünün" dedim ya... ee düşünün, ben düşündüm ve başında dedim, tüm düşündüklerimi, gözlemlerimi yazmaya kalkışsaydım sayfalar dolusu yazmam gerekirdi.





11 Ekim 2010 Pazartesi

Sarhoş yazılar... hayaller

Ne çok tamlamamız var değil mi sarhoşlukla ilgili? Aşk sarhoşu, mutluluk sarhoşu, düş sarhoşu, para sarhoşu... say say bitmez. Ya bir olağanüstü gerçek mutluluk için kullanırız, ya bulutların üzerinde gezinenler için.
Genellikle bu sarhoşluk tanımlamalarını gülümseyerek yaparız, ortalığa kusup, abuk subuk konuşan içkiden midesi bulananlar aklımıza bile gelmez bu tanımlamaları yaparken. Hoşumuza gider hatta. ;) Bu sarhoşluk sevdiğimiz sarhoşluktur. Zararsızdır. Eğleniriz bile.
Düş sarhoşları... bir hayalin peşinde, o hayale sahipmişçesine sarhoşlar, ya da sahipse, onun mutluluğundan mutluluk duyarak bizi keyiflendiren sarhoşlardır onlar. Ben eminim hepimiz yaşadık bu içmeden leyla olma halini. Zaman zaman burnumuz yere çakılsada... ;)

Küçücük bir kızken hep bir yerlere gitmek isterdim. Babama mızıldanırdım, "yaaa gidelim gidelimmm..." diye.;)
Ama gidemezdik.
Ve ben her tatil günü hüsran yaşardım.
Yine böyle tutturduğum gecelerden birinde, babam boş bir karton ve kocaman bir Türkiye haritası serdi yere. "Gel bakalım" dedi, "gidiyoruz!"
Harita pembe, yeşil, sarı, mavi renklerle nasıl cazipti.
"Seç bakalım bir şehir!" dedi.
İstanbul'u seçtim.
Babam haritadan İstanbul'u özenle kesti, beyaz kartona o günün tarihini attı ve altına kestiği parçayı yapıştırdı.
Sonra bana İstanbul'u anlatmaya başladı. O kadar güzel anlatıyordu ki, ben şehri adım adım geziyordum o anlattıkça...
Bu oyunumuz Türkiye'yi adım adım gezip, yurt dışına açılana kadar sürdü. Hiç sıkılmazdım. Odamın duvarında asılı kocaman bir gezi rehberim olmuştu. Ben tüm şehirleri gezmiş, neleri meşhur öğrenmiştim. ;)
Yıllar sonra, bu şehirleri gezerken hiç yabancılık çekmedim. Bir düş gezgini sarhoşuydum ben...
Babama hiç teşekkür edemedim beni bu kadar çok gezdirdiği için. Ama o harikalığı yaşattığı için hep minnetar oldum.

Daha sonraları, beni yazmam için teşvik ettiğinde, önce korktum.
Hayal dünyam o kadar geniş değildi ki henüz.
"Bak" dedi babam, "çevrende yüzlerce insan var, yüzlerce yüz, yüzlerce yaşam... bak onlara, sana neler düşündürüyorlar, neler hissettiriyorlar... bunları hayal et, o yüzlere bu hayallerini oturt, ve onların öykülerini yaz."
Önceleri bunu başarabilmek zordu. İnsanlar ya gülüyorlardı, ya asık suratlı, ya öylesine bomboş ifadeli.
Bir gün İngilizce öğretmenimiz sınıfa her zamankinden farklı, daha renkli bir elbiseyle, ve hep bağladığı saçlarını çok hoş bir dağınıklıkta bırakarak girdiğinde... o gün ben dersi dinlemedim! Öğretmenimin öyküsünü yazdım kafamda. O bir mutluluk sarhoşuydu...
Böyle başladım yazmaya.

İnsanların yüzlerindeki ifadelerle kurduğum hayaller öykülere dönüştü, öyküler öyküleri tamamladı, duvarıma her gün yeni bir öykü astım. Hiçbiri gerçek değildi. Ama benim hayallerimdi... ve o hayallerde mutsuz insan hiç olmadı.
Yazdıkça mutlu oluyordum, mutluluk sarhoşuydum hayallerimin. Küçüktüm...

Ve bir gün yine içmeden sarhoş olup, acı bir öykü yazdım.
Artık babam yoktu!
Mutsuz insanların yüzlerinden bile mutlu öyküler çıkarabileceğimiz, o insanlar adına hayaller kurup, mutlu öyküler yazabilmeye beni teşvik eden insan yoktu!
Öykülerim acılaşmıştı.
Sarhoş değildim artık! Ölüm acıydı.
Babam ve ben bir mutluluk oyunu yaratmıştık. En kötü öyküsü olan insanın bile, bir gün bir an için mutluluk sarhoşu olabileceğinin oyununu oynamıştık.
Ve ben artık tek başımaydım. Oyun arkadaşım yoktu.
Ama benim canım arkadaşım, bana o kadar güzel bir miras bırakmıştı ki... bir zaman sonra, insanların mutluluğu için attığım her adımda, onun bir adım geriden bile olsa... kimbilir belki bir adım önümdeydi hep, bir mutluluk öyküsü yazmayı başarabildim. En mutsuz kahramanımı bile mutsuzluğa uğurlarken, onu mutlu edecek bir sarhoşlukla yolladım.

Ben bir düş sarhoşuyum.
Burnum çokca yere çakılsada...;)
Sarhoş yazılar yazarım. Ama bilirim ki, her mutsuzun ille bir mutluluk öyküsü vardır.
Ya buna tutunur, ya unutur!
Ben tutunulacak düşlerin peşindeyim.
Polyanna değilim... ama "bak o gün nasıl mutluyduk..." diyenlere, "neden bir kez daha olmayasın?" diye soranlardanım.
Sarhoşluğumda...
Yaşam her zaman gülmez insana bilirim.
Hatta hiç gülmeyenleri tanırım.
Ama birazcıkda olsa, mutluluğu tatmadı mı her insan?
Eee o zaman?
Biliyorum, hayallerin sonu vardır, ve çok hayal gerçeğe dönüşmez. İnsanı tembelleştirir hayaller. Ama yaşadığımız, yaşayabileceğimiz gerçekleri, o ufacık mutluluklarımızı büyütmek bizim elimizde değil mi?
Ya yan gelir yatarız hayallerimiz üstüne, ya yaşatmaya gayret ederiz.
Kavgamızı o ufacık bile olsa mutlu olma hayaline adar, ve kimbilir mutluluktan sarhoş bile olabiliriz.
Tükenmeyelim yeter!

Küçük bir not: Neden mutlu olacağımız hayalleri gerçeğe çevirmek için inat etmiyoruz?
Bir not daha: Sarhoşum ama kavga sarhoşu!
En önemli not: Bugün babamı sonsuzluğa uğurlayacağımızı bilemeden hastaneye yatırdığımız, ölüm yolculuğunun başladığı gün...

9 Ekim 2010 Cumartesi

Bugün benim doğumgünüm

Yaşgünü sözcüğünü oldum olası sevemedim. Büyüdüğümüzü değil yaşlandığımızı anımsattığı için!;)
Her yeni doğan gibi ben de ağlayarak doğdum. Eh o daracık yolları katederken insan zorlanır mutlaka ve ağlamak doğaldır. Yani ben, geldiğimiz yer çok güzeldi...oradan ayrılmak istemediğimiz için dünyaya geldiğimizde ağlarız, teorilerine pek önem vermem.
Dokuz ay gibi koca bir süreyi, ne kadar ekmek elden su gölden, yan gel yat keyfinde geçirsekte, dünyaya gelmek üzere yola çıktığımız anda geçmek zorunda olduğumuz yok galiba ilk Sırat Köprüsü. Karanlık, dar bir koridordan geçtikten sonra, hiç tanımadığımız bir insanın popomuza acımasızca vurduğu şaplaklar ağlatmasında ne ağlatsın?
İlk doğum günü hediyemiz o şaplaklar işte! Tamam hayat veriyor, bunu bildiğim için şimdi kızmıyorum ama minicik bebecikken nerden bilelim bunu?
Şimdi hiç hatırlamadığım doğum anıma geri dönsem...
Yine ağlardım belki. Dünyanın en harika ailesinin mutlulukla beklediği bebek olduğum için. Şımarıp ağlardım.;)
Canım babam, tatlı annem, her zaman anne yarısı ablam ve baba yarısı canım ağabeyim...
Bu kadar harika bir aileye kavuşurken ciyak ciyak ağladığım için özür dilerim, nedenini anlatmaya çalıştım.
Babacığım, anneciğim... okuyamıyorsunuz ama hissettiğinizi biliyorum.
Bana yaşam verdiğiniz için size teşekkür ederim. Bana erkenden öğrettiğiniz herşey için...
Bugün mutluysam, bugün başarılıysam, bugün seviliyorsam, aranıyorsam, hiçbir zaman bir dost sıcaklığı özlemim olmadıysa, çevremde arkadaştan öte güvendiğim dostlarım varsa, ve bana güveniliyorsa, ve ben herşeye karşın yaşamın püf noktalarını bulup mutlu olabiliyorsam ve mutlu edebiliyorsam... sizin sayenizdedir. Rahat uyuyun canımcımlarım.
Her hatamda önce sizinle konuşup, sizden özür dilemem öğretilerinizi yanlışa sürüklememdendir.

Ve...
Doğumgünleri ne özeldir, ne güzeldir.;)
İnsanın kendisine özel tek bir gün!
Bayramlar güzeldir, yılbaşıları heyecandır. Ama hep ortak heyecanlar...
Oysa doğumgünü insanın kendi heyecanıdır, başkalarının sadece sizin için heyecanlandığı günlerdir. En kıymetli sizsinizdir, en şımarık siz davranabilirsiniz.;)
Anneler, babalar günü? demeyin lütfen. Evlilik yoluyla bir zaman sonra kaçınılmaz olarak onlarda ikiye katlıyor ya... ;)

Bu sene 10.10.10 tarihine denk gelen doğumgünümü, unutulmaz bir tarih olarak özel günler için saklayanlar, hatta doğuracağı bebeği bile ince hesaplarla bu güne ayarlayanlarla, önümüzdeki yıllarda kalabalık bir ordu olarak kutlayacağız 10 Ekimleri. ;)

Bir değil bir kaç dileğim var...
Mumları üflerken sıkıştırabilirsem hepsini dileyeceğim tabi ki.
Ya tutarsa? ;)

Uzatmıyorum.;) Ama böyle özel bir tarihe rastlayan doğumgünüm için iki satır karalamasam olmazdı. Bencilliğimi affedin.

Doğumgünlerini ve bir de isimleri unutmayın. Bir insanı kazanmak "ismini" hitap etmekle başlar, ve kendisine ait en özel gününü hatırlamakla.

Sizi seviyorum.

7 Ekim 2010 Perşembe

Ağlamak güzeldir ama...

Şurası bir gerçek, ben asla Sezen Aksu dinlemekten vazgeçmem. Sezen Aksu'yla hiç tanışmadık. 7 ya da 8 kere konserine gitmişimdir. Her seferinde sahneye terzisinden, köpeğine kadar çıkarıp tanıtmıştır ama benim kendisine yaşamıma dair bir fotoğraf gösterebilme şansım bile olmadığı için tanıştık saymıyorum tabi ki. ;)
Sezen kimdir, nasıl bir yaşam sürer, kokain kullanır mı, ilişkileri nedir, nasıldır... hiçbirisi ilgi alanıma giren şeyler değil zaten. Ben şarkılarını seviyorum. Ve iddia ediyorum, içinden Sezen şarkısı geçmeyen tek bir kul kalmamıştır Türkiye'de. Ya da geçecektir...
Zeki Müren bir fenomen değil midir?
Bir zamanlar radyolarını, iğneli pikaplarını açanlar cızırtılı bile olsa onun şarkılarıyla mest olmamışlar mı? Çalıştığı gazinolar önünde kuyruklar oluşmamış mı?
Hala Zeki Müren söylediğinde gözlerini kapatıp bir başka aleme dalıveren insanlar yok mu?
Üstelik Zeki Müren, pek çok kişinin "Aman Allah korusun, oğlum böyle minicik şortlarla, apartman topuklarla gezerse..." diyerek, fotoğraflarına bakınca bıyık altından gülümsediği insandır.
Toplumun büyük bir kesimi tarafından onaylanmaz kendi cinsine eğilimi!
Ama şarkılarını dinlerken, zevkle kendinden geçerken kimsenin aklına gelmez ne o bol makyajlı fotolar, ne de cinsel tercihleri.
Sezen Aksu, son referandumdan sonra, adı üzerinde epey tartışılmış bir isim. Bir bakıma kişisel tercihini kullanmış, "evet" demiş.
Kişisel tercihler sıralaması yaparsak, günümüzde starlaşmış pek çok ismin, bize hiç uygun gelmeyen davranışlarıyla karşılarız.
Ama kişisel tercihleri kişilerin başarılarını engeller mi?

Ve ben aslında Sezen Aksu'yla ilgili yazmayacaktım.;)
Bugün akşamüstü ilk kez dinlediğim bir şarkısını, yaklaşım bir saattir tekrar tekrar dinlediğimden olsa gerek, onunla ilgili bir kaç şey yazmak istedim sadece.
Yaşadıkça Sezen Aksu dinlerim. Çünkü biliyorum ki, yaşadıkça beste yapacak ve her yaşımızın bir şarkısı olacak...

Bugün çok kötü bir gündü!;(
Bir gün öncesinin yorgunluğuyla çalan saati duymamışım. Ta ki telefonum kimbilir kaçıncı kez çaldığında gözlerimi aralayabildim, ama geceleri penceremi açık bırakma huyum olduğundan, sıcacık yataktan buz kesmiş odaya kalkmak istemedim.
Güne bir saat gecikmeli başlamanın siniriyle, ne bir gece önce tasarladığım kılığı denkleyebildim, ne çayıma dokunabildim, ne de saçlarımı, ziyaretçim minicik erkeğin sevdiği gibi tarayabildim! Üstelik o erkekle randevumuza geç kalmıştım. Gönlünü alabilmek için epey uğraş verirken... ilk kez aslında orada olmadığımı farkettim.;( Sadece profesyonelce davranıyordum!
Öğlen saatlerine doğru gazeteleri açtığımda, memlekette olumlu hiç bir gelişme olmadığını görünce sıkıldım.
"Sen memleketim gibi güzelsin... "dizeleri aniden aklıma geldi Nazım'ın.
Güzel olan ne kalmıştı? Güzel olanlara dikilen bunca göz varken, daha ne kadar güzel kalabilecekti memleketim?
İnsan canı sıkkınken, canı acımışken herşeye neden kızar, her söylenene neden alınır, bunu çözmek zor değil ama, hem kızgın, hem kırgın hem canı yanarken kendisinden başkalarını bir farklı kırıyor galiba.
Ben bugün akşamüstü saatlerinde ardımda epey kırgın insan bıraktım!
Sonrasında neşeli olmaya gayret ettikçe, o kırgın yüzleri anımsayıp, neşemde boğuldum!
Eski filmlere merakım malum, daha önce Hülya Avşar'lı sinema versiyonunu izlediğim için dizisini izlemediğim Fatmagül'ü bahane edip ağlamak için televizyon karşısına oturdum.
Ağladım...
Şimdi tek bir repliğini bile anımsamıyorum ama ağladım işte.

Bugün kötü bir gündü... çünkü kendimi anlatabilme sancısını hayatımda ilk kez bu kadar zorlu yaşıyordum.
Biraz da Terazi burcunun baskın özelliğinden midir nedir, haksızlığa uğramayı, uğratmayı, ve başkalarının uğramasını asla asla asla istemem. Babamın eğitiminin sadık bir öğrencisi olduğumu da eklersem... haksızlık sadece kendime değil, bir başkasına da yapılsa ben o gün mutsuz oluyorum. Kendimi paralarcasına mutsuz. Hiç ilgim olmayan olaylarda karakollarda sabahlamalarım vardır, bir kere yazmıştım.
Sakın yanlış anlaşılmasın, bu kez hem haklıydım hem haksız.
Hem kendi hakkımı korumalıydım, hem kimsenin hakkına saygısızlık etmemeliydim. Öyle bir karmaşadır ki, çözüm ararken kırarsınız, dökersiniz... ama her kırış döküş aslında kendini kırmak dökmektir, sonradan anlarsınız.

Bunları neden mi yazdım?
Hiç kimseye öğüt verecek durumda değilim, bunun tabi ki farkındayım. Ama az çokta olsa, yaşamda hepimiz benzeri olayları, farklı şekillerde yaşıyoruz. Belki birbirimize içimizi dökersek, yapılması gereken doğruları birlikte bulabiliriz.
Ben kendi adıma, insanın bir şeyi kabul etmesinin gerekli olduğuna inandım bugün: Kendi öfkemizi, kendi acımızı, bunlarla hiç ilgisi olmayan insanlardan çıkarıp, onları huzursuz etmenin, kırmanın ne kadar onarılmaz hatalara neden olabileceğini anladım. Birbirini çok seven insanların bile bir yere kadar bu duruma hoşgörü gösterebileceğini, anlayabileceğini ama sonrasının istenmeyen çirkinliklere neden olabileceğini anladım. Bunlar zaten bildiğimiz şeyler değil mi? ;)
Asıl anladığım ise: Kim olursan ol, ne olursan ol, hatalarınla, doğrularınla, güzellik ve çirkinliklerinle... bil ki aynı zaaflar karşındaki kişilerde de var. Yok yok;) sana yapılmasını istemediğini.. diye başlamayacağım asla.;)
Yozlaştırmamak!
En yakınımız bile olsa, ilişkiyi yozlaştırmamak gerek. Beni tanır, iyiniyetli olduğumu bilir, anlar gibi tesellilere sarılmamak gerek. "O anda aklım karmakarışıktı... seni kırdım ama özür dilerim"'le başlayan hiç bir cümleyi kullanmamak için, ilişkilere özen göstermek gerek. Yanlış bir imajı düzeltmek çok zor oluyor sonra. Kime kızgınsak, kime kırgınsak, gerçek muhatabımızla kavga etmek asıl olması gereken.

Sezen Aksu'nun en sevdiğim şarkılarındandır, "Ağlamak Güzeldir".
Sakın utanma der ya, utanmadan ağlamak güzeldir işte! Bir diziyi, bir şarkıyı bahane ederek ağlamak değil, sarsıla sarsıla utanmadan ağlayabilmek... hatalarına! Ve bir başka kez ağlamanın gerçek güzelliğini yaşayabilme umuduna.

6 Ekim 2010 Çarşamba

Tutunmak

Adının seslenildiğini duyar gibi oldu. Kuvvetli çıkmak istermişte, o anda tıkanıvermiş bir nefesin fısıldaması gibi, zayıf cılız bir ses. Arkasını döndü, sesin geldiğini sandığı yöne baktı. Kendisi için toplanmış kalabalıkta aradığı sesin sahibini bulamadı. Kendisine el sallayanlara gülümsedi. Yanında duran asistanına döndü, eliyle ağzını hafifçe kapatarak, beli belirsiz bir sesle sordu; "Birisi bana mı seslendi?". Asistan gülümsedi; "Evet, buradaki herkes adınızı sesleniyor!"
Kalabalık beklediklerinden fazlaydı. Orada bulunan herkesin yüzünde hayran oldukları adamı yakından görmenin, hatta belki dokunabilecek olmanın mutluluğunun ifadesi vardı. Ama o günde orada bulunanların bu ümidi gerçekleşmedi ve Ömer Bezirci korumaları eşliğinde, kendisine çok yakışmayan bir allak bullaklık ifadesiyle, son filminin galasının yapılacağı sinemanın salonundan içeri girdi.
O sesi duymuştu.
Bundan emindi nerdeyse.
Film beyazperdeyi renklendirdiğinde salon derin bir sessizliğe gömüldü. Ömer Bezirci, öyküsünü yazdığı filmi konuklarla birlikte izlemeye başladı.

Annesi Sera'ya; "Sana kahve getirmemi ister misin?" diye sorarak oda kapısında belirdiğinde, kızı çoktan notlarını toplamış, giyinmiş, botlarını bağlamaya çalışıyordu söylenerek; "Off... her seferinde karman çorman olmak zorunda mı bu bağcıklar?". Annesi güldü; "Her seferinde ayağından çıkarırken bağcıkları çözmezsen olacağı bu, mızıldanma!"
Annesinin yanağına belli belirsiz bir mecburiyet öpücüğü koyduktan sonra, askıda asılı montunu alarak evden dışarı fırladı Sera. Geç kalmıştı!
Yoldan geçen ilk taksiye atladı. Şoföre gideceği adresi verirken, taramayı unuttuğu saçlarını toparlayacak toka arıyordu çantasında. Uzunca aradan sonra göreceği hocasının karşısına bu kadar dağınık çıkmak istemezdi. Başını cama yasladı. Kaldırımlar, insanlar, ağaçlar birer birer geride kaldılar. Şoför, "geldik" diye uyarmasa, farkında bile değildi yolun bittiğinin.

Film bittiğinde, tüm ekibin beklediği gibi, salonun duvarlarında alkışlar, ıslıklar, tezahüratlar yankılandı. Bir kez daha başarmışlardı.
Ömer Bezirci, kendisini bekleyen magazin muhabirlerine bu kez alışılagelen sözcükleri değil, "O vardı, yaşadı...Bu öykünün başkahramını yaşıyor, gerçek yani..." diyerek gülümsemeye çalışırken, önünden akıp giden kalabalığın içinde ne bir yüz ne bir ses aramıyordu artık. Sonraları muhabirler bu son filminin, onu ne kadar duygulandırğını yazacaklardı.

"Hala asisin.", diye gülümseyerek karşıladı Mümtaz Hoca eski öğrencisini. Sera utanmadı. Sarıldılar. "Sizin odanızda hala dağınık."
Gülümsediler. Bir kez daha sarıldılar. Bilindik bir hüzün çöktü aynı anda ikisinin de omuzlarına. Küçülür gibi oldular karşılıklı bakışırken. Bilinen bir öykü hiç dillendirilmeden, ama haykırarak yankılandı kulaklarında, beyinlerinde, ve kalplerinin en acıtacak yerinde.
"Büyümüşsün yine."
"Büyüttüler, biliyorsunuz."
Sessizlik öylesine gürültülüydü ki, ikisi de susuyorlar ama haykırıyorlardı sanki.
Sera elindeki dosyayı masanın üzerine bıraktı; "Hepsi burada, tüm dökümanlar, belgeler, notlar... tarih sırasıyla."
Ayağa kalktı.
Mümtaz Hoca, geri alıvereceğinden korkarcasına, hızla dosyayı alıp çekmecesine attı.
Kapıyı kapatıp giden Sera'nın arkasından burulmuş bir sevgiyle iç çekti.
Ne kadar güzeldi... Kaba saba bol kot pantalonu, kazağının altından görünen kareli gömleği, her an çözülüverecekmiş gibi gelişigüzel bağlanmış botlarıyla incecik bir siluetti Sera. Beline kadar inen saçlarını hala örgüyle toparlayan küçük bir kız çocuğu...
Masasına oturdu, bilgisayarını açtı ve bir mail yazmaya başladı, sahibini hiç tanımadığı bir adrese. "Ömer Bey..."

Ömer Bezirci için sıradan bir akşamdı, o sıcak yaz gecesinin akşamı. O güne dek oynadığı her filmin öyküsünü kendisi yazdığından, okuması için bırakılan, yollanan senaryolarla ilgilenmiyor, ama aklında bir türlü şekillenmeyen çarpıcı bir öykünün sancısını çekerek, hayal dünyasında dolaşıyor, olmuyor olamıyordu! Bu film kariyerinin son filmi olacaktı. Kırkbeş yaşındaydı. Bundan sonrası için planları farklıydı. Eşini çok ihmal etmişti, kadın haklı olarak huysuzlanıyordu. Kızı büyümüştü. Daha sakin bir yaşam sürdürmek istiyordu. Gelgitlerden uzak, rutin mutlu bir aile düzeni olmasını istiyordu artık. Kıskançlıkların olmadığı, sevgiye dayalı bir yuva özlemi... Ve hiç bir şey için geç değildi!
Bilgisayarını kapatmak üzere olduğu anda, sağ alt köşeden çıkıveren mail uyarısına göz atmak istedi. Adres tanıdık değildi.
"Ömer Bey, adresinizi eskiden sinema yazıları yazdığınız bir dergide buldum. Umarım hala kullanmaktasınızdır. Bu saygısızca girişimi affederseniz, ve beni yanıtlarsanız, "Sen Gittin" filminizle ilgili aklıma takılanları tartışmak isterdim sizinle.
Teşekkürler.
Sera"
Kısacık bir nottu. Sözü geçen filmini çok severdi ve bugüne kadar anlatmak istediği ana temayı hiç kimsenin bulamamış olduğundan yakınırdı. İlgisini çekti. Hemen yanıtladı.
Film tartışması, filmler tartışmaları ve daha farklı tartışmalarla sürdü geceleri kısa maillerle tanışıkları. Birbirlerinin yüzünü görmemiş, seslerini duymamışlardı hiç ama arkadaştılar artık. Bazen olağanüstü neşeli, bazen kırgın, bazen hüzünlü maillerine alışmıştı Ömer Sera'nın. Sadece bir kez onu görmek istediğini söylemiş ama Sera şiddetle karşı çıkmıştı buna. Böylesi iyiydi.
Bir akşam Ömer kendisini dehşete düşüren maili alana kadar. Sadece iki sözcük; "Sana aşığım."
O gece yanıt vermedi Ömer. Sera'yı kendince seviyordu, onunla yazışmaktan hoşnuttu, ama aralarında böyle duyguların yaşamasına asla izin veremezdi. Üstelik tanışmıyorlardı bile. Bu aşkın platonik bir duygulanmadan başka bir şey olmasına olanak yoktu. Yine de sustu Ömer. Ona hiç bir ümit vermemişti. Belki bir iki romantik söz... hepsi o kadardı. Ama Sera akıllıydı, zekiydi. Adamın bu ümitsiz sözlerinden, kendisine ilgi duyduğu anlamını nasıl çıkarmıştı? Evet, evinde problemleri vardı Ömer'in, çok mutlu bir evliliği yoktu ama o kızına düşkün bir babaydı. Sera'ya içini açmıştı bazı sarhoş gecelerde. Hepsi bu kadar! Hepsi bu kadar!... bu sözcükler Ömer'in içini rahatlatıyordu. Kimsenin sorumluluğunu alamazdı. Hele platonik aşıklarla hiç uğraşamazdı. Hayır, artık ona asla yazmayacaktı.
Bir kaç gün ne Sera yazdı ne Ömer.
Her ikiside kendi dünyalarına, kendi işlerine dönmüş görünüyorlardı.
Ömer bir geceyarısının sabaha karşı vakitlerinde okudu, günler sonra gelen, Sera'nın sitem dolu mailini. Kendisinden korkmasına gerek olmadığını, duygularının sadece kendisine ait olduğunu, onu bağlamayacağını anlatıyordu. Küsüp gitmesine gerek yoktu ki...
Yeniden yazışmaya başladılar. Ama bir şeyler kırılmıştı sanki. O eski tat yoktu maillerde. Ömer daha uzaktı. Ondan kendisine yazmasından başka hiç bir şey istemeyen Sera, adamın bu tavrına anlam veremiyor, hırçınlaşıyordu. Sonra yeniden özür diliyordu ama, bu duygusal çırpınışlar Ömer'i yoruyordu. Böyle sürdüremezlerdi. Yorucuydu, zorlayıcıydı.
Ve son gece, biraz da bahaneyle Sera'ya kapılarını kapattı!
O sırada Sera, adamın kendisine yazdığını bile unuttuğu mailini okuyordu...
"Sana hiçbir şey vaadedemem ki... Tanışsak, sonra sen sesimi duymaya ihtiyaç duysan, bana ulaşamasan... ben elini tutmak istesem?..."
Bir daha asla yazışmadılar.

Ömer Bezirci, Mümtaz Haktan'ın maili aldığı sırada, kafasında şekillenen öyküyü kağıda dökmek için bilgisayarını açmıştı. Psikiyatri profesörü ve aynı zamanda güncel bir gazetede köşe yazarlığı yapan Haktan'ın mailini merakla açtı...
"Ömer Bey, elimde ilgileneceğinizi düşündüğüm, yaşanmış bir öykü var. Son filminizi çekmek üzere hazırlık yaptığınızı, ve iyi bir öykü arayışı içinde olduğunuzu ortak bir dostumuzdan öğrendim. Bu öykünün sizin hünerli ellerinizde ölümsüzleşeceğini tahmin ediyorum. İlgileniyorsanız lütfen benimle temas kurunuz. Saygılarımla."

Galanın bir hafta sonrasında, Sera'nın annesi perdede izlediği kadının trajik yaşam öyküsünde ağlıyordu.
Yaşam dolu bir kadının uğradığı tecavüzden sonra utançla dünyaya kapıdığı kapıları, kabullenmeyişi, alkole sığınışı, saklanışı, sevdiği erkeği sessiz çığlıkları, alkole bulanmış çirkinliğiyle kaybedişi, her ayağa kalkmak istediğinde isyankarlığının bulaştırdığı çirkinlikler, başını belaya sokmalar ve nihayetinde bitirdiği üniversite bölümünün en güvenilir hocasıyla tesadüfen karşılaşması, ona sığınması, yeniden yaşama tutunma mücadelesi... Kaybettiği her değeri, her duyguyu yeniden yaşama özlemi... Tutunmak!

Saatine baktı Sera'nın annesi. Kızının kemoterapi seansı bitmiş olmalıydı. Ona bir mesaj attı.
"Bu akşam dışarda yemek yiyelim mi?"
Telefonu çalınca gülümsedi, açtı. "Yiyelim annem."

Yemeklerini yerken Sera'ya filmi anlatıyordu annesi. Çok acıklıydı çok! Ama herkes görmeliydi. Alınacak çok ders vardı.
"Anne..." dedi Sera.
Kadın kızına baktı.
"Biliyor musun, kel kalmak umrumda değil!"
Gözleri yaşardı kadının. Ne diyeceğini bilemedi. Gülümsedi.
"Ben iyiyim anne. Alışkınım. Benim hatalarım, benim yanlışlarım! Herkes kendi bedelini öder. Ben bir başkasının hatasının bedelini öderken, kendi yanlışlarımın da bedelini ödüyorum. Ama yeniden çıkacak saçlarım biliyorum."

O gece bir mail düştü Ömer Bezirci'nin kutusuna.
"Teşekkür ederim. Sevgiler. Sera."
"Ben teşekkür ederim. Seni tanımak istiyorum." yazdı kısacık Ömer, yolladı.
Ekranda "failed!" yazdı. Bu mail adresi artık kullanılmıyor!

5 Ekim 2010 Salı

Sen beni sevebilir misin?

Bu gece Ahmet Hakan'vari yazmak istedim biraz. Yok öyle o tarafa, bu tarafa "şöyle davranın, bunu yapın, yapmayın" gibi öğütler değil! Hani vardır ya alt başlıkları, neyi sever sevmez, neden sıkıldı etti... işte o türden.;)

Hoşlanmadıklarım, takıldıklarımla başlarsam sonunu okumak belki daha keyifli olur düşüncesiyle...

Hoşlanmadıklarım;

Sürekli taktik deneyen, bir taktik tutmayınca farklı taktiklere başvuran insanlardan hoşlanmıyorum! Hani kapıdan kovsan bacadan girenler misali... Bazılarının sevimli olduğunu kabul ediyorum, ama bazılarının artık yüzsüzlüğe varan denemeleri ciddi yıldırıyor!

Her kış başlangıcında Ugg sohbetinden sıkıldım! Hele bir de güzel fizikli kızlara yakıştıramayanlar var ki... Ne yani kısa tombik bacaklılara mı yakışıyor? Ayakları üşüyen, seven bırakın giysin. Ben giymiyorum, rafta var bir tane ama Dexter ya da Timberland aleyhine konuşan olursa susmam!

"Ayy evet bendeee..." diye başlayan hiç bir onay cümlesinden hoşlanmam. Sanki söyleyecek pek bir şeyi yokmuşta uzata uzata gereksiz bir onaylama gibi gelir bana.

Bir "siz" bir "sen" diyenleri zaten hiç anlayamamışımdır? Ciddi cümlelerde "siz"in rahat sohbetlerde "sen"e dönüşmesi hep bir kuşku yaratır bende.

Her konuda uzman kesilenlere, arka plana Google açıp, nerdeyse kopyala yapıştır yapacak kadar cahilce atlamalardan hiç ama hiç hoşlanmadım. Bilmiyorsan sorarsın. Herşeyi bilen zaten çok fazla sevilmez, aklında olsun. İnsan kültürlü olabilir, ama her konuda uzman olabilir mi?

Başkasının adına düşünüp, karar verenler bencillerdir. "Ben senin iyiliğini düşünüyorum..." sözü yerine, "madem böyle olsun istiyorsun, sakıncaları bunlar ama razıysan dene. Olmazsa "ben sana dediydim" dersem kızma." diyenleri yeğlerim. Herşeyi bizim yerimize başkaları düşünürse, nasıl olgunlaşabiliriz ki?

"Ben sana dediydim" diyenlerden hiç hoşlanmadım, bu sözü kullanmadım. Düşeceğini bildiğim halde merdivene yönelene "düşersin" diye bağırırım ama düştüğünde yanına gidip bu sözü etmem! Zaten bir şaşkınlık yapmış, ya da bir hata, ya da başına geleceği bile bile bir durumu kabul etmiş... bir de üstüne bilgiçlik yapmanın anlamı ne? Yardımcı olmak, acısını hafifletmek varken? Ama bizim adetimiz değil mi düşenle dalga geçmek, bir tekme savurmak?

"Ben öksüzüm, annem babam yok" acındırmasına başvuran insanlardan, ya da bunu dile getirmediği halde "o öksüz" diye hoşgörü gösteren insanlardanda hiç hoşlanamadım! Hele şımartanlar! Hangi duygu anne baba yokluğunun yerini tutabilir ki? Çok gereksiz hareketler bunlar!

Sanal dünyada yazıştığı insanları bilgisayar gibi gören insanlardan Allah korusun beni! Bas düğmeye konuş, kapat düğmeyi unut gitsin! Tamam elbette herkes bir değildir ama sonuçta hiç kimsede bilgisayar değildir! Kimse birbirini sevmek, anlaşmak zorunda değil ama aşırı tepkilerle insanları yaralamaya gerek var mı?

Sanal deyince... hepimizin birleştiği; kasanlar, yaaee, yhaa gibi sözcükleri kullananlar, "tek tip" renksiz insanlar, ilgi çekmek için saçmalayanlar, olduğundan farklı tiplemelere girenler, sürekli dokunduranlar, gereksiz alınanlar, alınganlar! Eminim ortak noktadayız.;)

Sevdiklerim mi?

Dünya, gülümsemek, sevebilmek, hoşgörü, çocuklar, engelliler, hayvanlar ve sen...
Eee biliyorum, sen de bunları seviyorsun!;)
Ya beni?
Yukarıda saydığım sevmediğim özelliklerden bazılarını mutlaka bende yapıyorum.
Sevebilir misin beni?
Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz... arada hepimiz hepsini yapıyoruz aslında.
Ve ben seni, insani özelliklerinle seviyorum.

Not: Aşırılıklarınla değil!

3 Ekim 2010 Pazar

Sanal,ben,onlar,biz,hepimiz

Daha önce Msn kullanımında dünya ülkeleri arasında hatırı sayılır bir derece almıştık, bu hafta Facebook kullanımında dünya dördüncülüğü ile yüzümüz bir kere daha güldü. Facebook yöneticisi Türkler'in ne kadar sosyal insanlar olduğuna dikkat çekerek, kutladı! Sıra Twitter anketine gelene kadar, eminim Türk kullanıcı sayısı hatırı sayılır derecede artacak, ve bu ankettende alnımızın akıyla çıkacağızdır. Yani umuyorum, bekliyorum.
Gerçi bu araştırmaları yaparken neyi sayıyorlar, tam olarak anlamış değilim. Benim bir arkadaşım var, kendisine ait 7 ayrı Msn'i var! Msn kullanmıyorum ama benimde 2 ayrı hotmail hesabım, bir gmail hesabım var. Facebook üyeliğimi erkek arkadaşımdan telefon beklediğim bir sırada, bana sanal bir kahve yollaması nedeniyle "deactive" etmiştim, bir daha da hiç açmadım. (Erkek arkadaşıma nolduğunu merak ederseniz, bir sonraki yazımda bu renkli,neşeli,hüzünlü,ilginç öyküyü anlatırım.;) )Kısacası, bu sayımlarda benim pozisyonum nedir bilemiyorum ama... kendimi biraz ezik hissettiğimi itiraf ederim.
Ve...
Geçenlerde bir arkadaşımla konuşurken bu sanallık durumunun canını sıktığını, karşılıklı geçip kahve içmenin... devam etmiyorum, hepimizin artık ezberlediği cinsten bir sohbet. Sanal dünyanın vazgeçilmez #klise si! ;) Herkesde bir şikayet, ama herkeste bir sanallık, sanallıktan kopamama durumu. En bilindik sözle, bu ne perhiz bu ne lahana hesabı. Nedeni, niçini bırakalım ciddi bir şekilde İsviçre'liler araştırsın. Sosyologlar araştırsın demiyorum, çünkü kendimi bildim bileli İsviçreliler her şeyi araştırıp, delilsiz sunarlar. O kadar güvenilir millettirler yani. Bir aralar İsviçre'nin ülke değil, Nasa tarzı bir araştırma merkezi filan olduğunu sanan bir arkadaşım bile vardı.
Yani benim anlatacaklarımın hepsi "bana göre" dir. Bilimsellikle ilgisi yoktur, yaşanmıştır, gözlenmiştir, uydurma değildir ama kayda değer mi bilmiyorum. Maksat blog bugün boş kalmasın.;)
Bu yazıyı okuyacak olan herkesin sanalla ilgili bir anısı olduğundan kuşkum yok. Üşenmeyip eklerseniz, gülüşürüz, halimize ağlaşırız, kendimizle kafa buluruz. Yazıları okuyanların bana twitter üzerinden yorum yapmalarına, tartışmalarına alışkınım gerçi.;)
Benim sanal maceram, google'a "forum siteleri" yazmamla başladı. Kafama uygun bir tanesine üye oldum. Avatarlarda yer alan fotolara bakılırsa epey "elit" bir sitedeydim. Konu başlıklarıda tatminkardı. Felsefe bölümünü tıkladım... ve macera başladı!
Ben Hegel üzerine bildiklerimi döktürürken, özel mesaj kutuma düşen mesaj sayısındaki artışın farkında bile değildim. Büyük iş başarmış kişilerin rahatlığıyla arkama yaslanırken... aa bir baktım 17 mesaj! Aman bende bir sevinç, bir mutluluk... Yazdıklarımı tebrik ediyorlardı mutlaka. Açtım: "Nerden? İş/okul? Yaş?", açtım: "Asl?"... iyi ki resim yüklemeyi bilmiyordum da, profil fotom sitenin kendi logosuydu;) Yanlış anlamayın, güzel,çirkin konu değil, önemli olan kullanıcı adı ve "ya tutarsa" mantığıydı. Bunu yıllar içinde anlayacaktım.
Hep bir fırlama yanım vardır, inkar etmiyorum. Daha önceleri okuyanlar bilirler, bastırılmış her türlü duyguyu çok sonradan yaşamaya başladım. Herşeyden biraz eğlenceli yan arama maymunluğu tamamen bundan kaynaklanıyor.
Sitelerin asıl amacının ne olduğunu anladığımda, hiç itiraz etmeyin, gerçekten beklentileri farklı kişilerin işgali altında pek çok site, daha afilli bir isim buldum kendime: Janet!
Bu Janet'i iki kafadar arkadaş birlikte kullandık, ve çok eğlendik. Hiç bir randevu talebini geri çevirmedik! Gittik üstelik pek çoğuna. Hatta utanmazca beklettiğimiz insanın yanına kadar gidip, "saatiniz kaç acaba?" diye sormayı ihmal etmedik. Hatta aynı adreste birden çok kişi çağırıp, uzaktan resimlerini bile çektik. O garipler bekleyedursun, biz çoktan yeni kurbanları arıyorduk bile farklı sitelerde.;) Ayıplıyorsanız okumayın lütfen, çünkü hiç biri rencide amacıyla yapılan yaramazlıklar değildi. Sulu zırtlak ilişkilerin, iki selama bir şiire, bir güzel söze, ya da iki geyiğe dayalı yüzeysel ilişkilerin biraraya getirdiği insanların bekletilmesi olayı deyin geçin. Bilmiyorum artık sosyologlar bu açlığı nasıl değerlendirirler? Ama bildiğim bir şey varsa, bizim ülkemizdeki tecavüz vakalarının çoğunun altında yatan bu bastırılmış açlığın mutlaka düzgün bir şekilde incelenmesi, ailelerin ve gençlerin mutlaka bilinçlendirilmesi gerekliliğidir.
Bu konuda erkeklerin yalnız olmadığını hatırlatırım. Çünkü bir diğer kullanıcı adımda Ömer'di! Ve Kadıköy'de Boğa'nın altında bekleyenler her zaman erkekler değillerdi!!
Bu durum uzun sürmedi, kazasız belasız atlattık ama...
Hep konuya hakim taraf olunamıyor ki.;) İlk dolandırılışım, genç bir evli çift tarafından gerçekleştirildi! Hasta bir çocukları vardı, ve durumları hiç parlak değildi. Kadın ayrı ağlıyor, erkek ayrı. Ve bir sabah kadın hastalanan çocuğunu acile götürdüğünde, nette (!) olan baba, bana yardım edip edemeyeceğimi sordu. Ettim! Bu yardımlarım 1 ay kadar sürdü. Ben 1 milyardan biraz fazla bir rakamla kurtarmıştım ama bunların deşifresinden sonra öğrendik ki, forumun merhametli ahalisinden toplam 10 milyar bir ödeme yapılmıştı kendilerine... ;)
Gülüyorduk, eğleniyorduk ama ciddi vakit ayırıyordum geceleri.
Böyle sürmezdi elbet, ve aslıma dönüp, tüm bu (anlatamayacağım kadar çok) saçmalıklara son verdim.
Ta ki, bir yıl sonrasında çok yakın bir arkadaşım gerçekten çok yararlı bir forum sitesi açıp, bana görev vermeyi teklif edene kadar!
Site yavaş yavaş büyüyordu. Çok sıkı kontrol edilen, konularla ilgili gerçek uzmanların konuk yazar olarak katıldıkları ciddi bir site. Öyle ki, tanışma toplantısı yapıp üyelerle birlikte olmaktan sakınca görmedik. Hatta bu fikir/ eğlence toplantılarını rutine bindirdik.
Ve... şu anda paylaşırken bile ellerimi titreten, uzunca bir süre bırakın neti, insanlardan uzaklaşmama neden olan olayları yaşamamla birlikte, canım arkadaşım gelecek vaadeden sitesini kapatı ve dağıldık.
Facebook'ta çok kısa bir süre kaldım.
Sonra Twitter'ı keşfettim. Gerçek yazarlar, profesyonel isimleri takip. Anında haber alabilme özelliği.
Ama bu kadarla sınırlı kalmıyormuş.;) Sohbet sohbeti açıyor, ekleyenler, eklenenenlerle değişik ama bilindik bir sohbet dünyasına adım atılıyormuş. Bilindik sözünden lütfen kimse alınmasın, alınacak olanlar zaten benim okuyucularım arasında yok.;) Umarım.
Dağılan siteden bana kalan güvensizlikle henüz kendi fotomu, gerçek ismimi paylaşamadığım için üzgünüm. Kendimi yarım hissettiğim zamanlar olmuyor değil. En güvendiğim kişilere "bak ben buyum" demek ben istemez miyim? ;(
Bir süre daha yenemeyeceğim bu korku için sizlerden özür dilerim.
Çünkü bir gece, çok yakın saydığım bir dostuma adını seslendiğimde, beni dinlemedi, ne anlatmaya çalıştığımı sormadı bile.;) Sildi, gitti. Canı sağolsun. Ama bu da bana ders olsun. Demek biraz daha zamana ihtiyacım var, insanlara gerçekten güven vermek ve güvenilmek adına...

Not: Uzun oldu.;) Hakkımda biraz farklı düşünüyor olabilirsiniz, bu riski göze aldım. Çünkü hiç bir zaman olduğumdan farklı bir karakterle tanınmak istemem. Çok duygusalımdır, çok romantiğimdir, ama yaptığım hiç bir yaramazlığı "ben televizyonda belgesel izlerim" türü yalanlarla örtbas etmek istemem.
2.not: Bu yazıyı biraz daha rahat okunacağını tahmin ettiğim için yana yatırmadım.;) Farkındayım estetik değil.

2 Ekim 2010 Cumartesi

Ne zaman adam oluruz?

Benim bildiğim bu soruyu ilk soran, hayli ilgi gören Fatih Altaylı'ydı. Sorularını, yanıtlarını okuyanlardan biriydim. Ta ki Altaylı adamlık çizgisinden uzaklaşma eğilimleri gösterene kadar. Ve en son Bekir Çoşkun konusunda okuduklarımdan sonra, bu soruyu soran Altaylı'nın benim gözümde hükmü kalmamıştır! "Sizce siz ne zaman adam olursunuz?" diye sorabilmek isterdim kendisine.
Ama hakkını teslim etmek gerek. Soru güzel soru, silkinebilmemiz için. Her ne kadar soru sahibi henüz doğru yanıtı bulamamış olsa bile.

Adam olur muyuz?
Oluruz!
"Biz Türkler..." diye başlayan fotolara, sade vatandaşımızın saflıklarına gülümsediğimiz ama dalga geçmediğimiz zaman... Her olumsuz durumda, "burası Türkiye!" safsatasına sığınmayıp, neden,niçin aradığımız zaman...


Orhan Pamuk'un sahilde sevgilisi ile fotolanan romantik görüntülerine bakıp "ahh"diye iç çekip özenirken, adamın bizi nasıl sattığını unutup, iç çekmediğimiz zaman...


Binlerce döküman içinde, kendisine en yakın gelenlerle "Mustafa" filmini çeken, "kendi" Mustafa'sını el kadar çocuğa çaktırmadan (!) alkolik diye tanıtabilen, Sarı Zeybek'in* fatihi Can Dündar'a "bi yürü git ya!" diyebildiğimiz zaman...


Ahmet Hakan'ın, döndüm mesajlarıyla dolu yazılarına, ama "her an yine dönebilirim" mesajlarına prim yaptırmadığımız zaman... kaldı ki liboş diye tanınan Mehmet Barlas'ın bile çizgisine güvenirim, adamın yolu da, niyeti de belli. Ama her yazısında kendini ispat etme çabası, genel havayı koklayıp, bir gün sol bir gün sağ cepheye öğütler verme misyonu ile gerçekten "kimliğini" anlayamadığım sayın Hakan kusura bakma. Seni sevebilirdim...

Hande Yener, Demet Akalın, Gülben Ergen kıyaslamalarına saçmasapan konu mankeni olmadığımız zaman...


Sezen Aksu "evet" dediği için, içimizden geçen şarkılarını inkar etmediğimiz zaman...


Timur Selçuk gibilerinin asla devrimci değil, devrimi kullanabilecek kadar aşağılık olduklarını anladığımız zaman... Çetin Altan'da yanıltmıştı değil mi?


Fazıl Say'a inandığımız zaman! Arabesk yaşamı inkar edebilip, Cüneyt Özdemir kaypaklığına inanmadığımız zaman...


Yavşaklara yavşaklık yapmadığımız zaman!


Bekir Çoşkun'lara 11.köyü aratmadığımız zaman!


Yılmaz Özdil? yoksa kovuldu mu diye tasalanacağımıza Özdil'lere sahip çıkmayı becerebildiğimiz zaman!


Çocuklarımıza, ilkeli yaşamın erdemlerini öğretmeyi vazife edindiğimiz, dürüst bir yaşam çizgisinde onlara doğru örnek olabildiğimiz zaman...

"Adamlar yapmış" esprisinin sululuğundan vazgeçip, üretici olabildiğimiz, "biz de yaptık!" diye masaya vurabildiğimiz zaman...

Lady Gaga'yı değil, gerçek takip edilmesi gereken insanlara saygı duyup, yollarında ilerlerken çakma saçma profiller oluşturmadığımız zaman...

Karşısında olduğumuz fikirlere, küfürle değil, saygıyla yaklaşabildiğimiz, ama kendi fikirlerimizin tutarlılığını, kavga etmeden anlatabilme sabrını gösterebildiğimiz zaman...

Ama en önemlisi Kurtuluş Savaşı'mızı unutmadan, unutturmadan, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'ün devrimlerine ve Cumhuriyet'imize sadakatle sahip çıkabildiğimiz zaman!

Biz adam oluruz!




1 Ekim 2010 Cuma

Hoşçakal

Şu anda siz bu yazıyı okuyorsunuz ya... çok isterdim kendi sesimle seslenebilmeyi size. Okurdum ve çıkıp giderdim. Dönmemek üzere. Çözülmemek için. Çünkü ne kadar istesemde çözülmeyi, ne kadar istesemde başka şeyleri bahane etmeden hıçkıra hıçkıra bir kerecik sadece kendim için ağlamayı, anlatabilmeyi... yapmamak için!
Hep bir şeyleri bahane ederek ağlarım. Ya bir film, ya bir şiir, ya bir şarkı... Filmin karakterine, şiirin öznesine, şarkının melodisine ağladığımı düşünerek kandırırım kendimi. Kapat düğmesine bastıktan sonra, elimin tersiyle, hırsla ıslak yanaklarımı siler, gülümsemeye başlarım. Dik durmaya! Kendi yaşamıma dair hiç bir ezikliğin beni ezmesine izin vermeyerek.
Bazen hayat insanın kendisi için çektiği acıları sunmasına izin vermez. Bazı insanların lüksü yoktur birisinin omuzuna dayanıp dakikalarca hareketsiz kalmaya. Bazı insanların acısı gülümsemesinde gizli kalmak zorundadır. Çok az kişi görebilir hep gülümseyen gözlerin içindeki ufacık hüzün kırıntılarını. Ufacık ama kocaman aslında...
Neşeli cümlelerin arasına sıkıştırıleveren yardım çığlığını çok kişi duymaz, duymazlıktan gelir. Canının neye, nasıl yandığını sorgulamak istemez. Çeker gider hatta. Giderken ardında bıraktığının torbasına bir gülümseme daha bıraktığının farkında olmayarak... başka bir şarkının melodisinde bir başka hüzün bıraktığını hiç bilmeyerek. Hatta belki sinirlenerek, belki alay ederek, belki şizofren bir vaka olduğundan şüphe ederek.
Gidenlerime isyan etmeye hakkım olmadığını bilerek kalırım geride, ben sana anlatmak istedim sancımı, adını seslendim... dememek için susar, dön demeden, diyemeden bir başka şiir okurum ardından. Ağlayarak... Çünkü bilirim ki, hiç bir acı yarıştırılmaz. Hiçbir mutluluk ta. Hiç birimizin ne acısı, ne sevinci farklı değildir aslında diğerinden. Sadece birinin canı daha fazla yanmıştır, ya da bir başkası daha çok mutlanmıştır o kadar.
Neyse... mutlulukları dert edinmenizi diliyorum. Yaşamda başımıza gelen, gelebilecek herşeyin olası olduğunun bilinciyle...

Bugün not bu yazıyı hiç okumayacak olana: Gidişinin seni mutlu ettiğini biliyorum. Adını seslendiğimde duymadığın için... Hoşçakal.