31 Aralık 2011 Cumartesi

Birden böyle tükendim

Hiç uzatmadan...
Günlerdir heyecanla beklediğim yılbaşı gecesi geldi çattı.
Yılın en sevdiğim günü.
Yaşgünleri kişiye özeldir, sevinen aslında sadece yaşgünü sahibidir bence.
Ama yılbaşı, zengin fakir, genç yaşlı herkesin içinde tatlı bir kıpırtıdır. Hep beraber aynı dileklerle kutlanacak, içlerde dertlerden çok mutluluğun hüküm süreceği kısacık bir gece işte.

Ve
ben şu dakikaya kadar, heyeanlıydım, tatlı bir telaş vardı içimde.
Buzdolabına bakıyor, neler hazırlasam
dolabımı açıyor, ne giysem telaşı.
Aslında uzun zamandır belliydi hazırlayacağım yiyecekler, giyeceğim kıyafet.
Ama bu heyecanı tekrar tekrar yaşamak tatlı bir oyun gibiydi benim için.

Ve birden bir şey oldu.

Heyecanım tükeniverdi.

Az önce yazdığım cümleler dökülüverdi klavyemden.
"Çok garip. Yılbaşı gününü,heyecanını çok seven ben. Mutsuzum. İçimde heyecan yok."

Buzdolabını kapattım.
Elbisemi dolaba astım.

Gözlerimden yaşlar süzüldü.
Yalnızım ben dedim kendime, yapayalnızım.
Hayatımı başkalarının mutluluğuna adamışım, başkalarını mutlu edebilmek için koşuşturmuşum.
Bu beni çok mutlu eden bir şey. Şikayet değil. Ömrümce bunun için çalışacağım hatta.

Ama

Kimbilir belki de duymak istediğim bir sözcük, bir teklif...
"Senin için yapabileceğim bir şey mi var mı?
yardım ister misin?
boşver ocak başında günü tüketme, hani bir sözümüz vardı, gel alışverişe çıkalım..."

Birden tükendim.

beklememeyi
hayal kurmayı bilmediğimi
sanmışım
yalnız olmadığımı düşünmek istemişim

Şimdiyse, "aa istedin de yapmadım mı, neden söylemedin ki, e aşkolsun söylesen koşmaz mıydım" itirazlarına hazırım.
Hatta suçlanmaya.

Ama ben kimsenin beklemediği zamanlarda onlar için birşeyler yapmak için gayret gösteriyorsam

Neyse;)

Ben yalnızmışım.

Mutlu seneler.

20 Aralık 2011 Salı

Hayatımızın "di'li geçmişleri

Yitirdiğimiz insanların
yitip giden duyguların ardından, "oğff ne tatsız hayat" deriz ya hani.

Aslında hayat "di'li, du'lu" geçmişimizle ne kadar da güzeldir

Şöyle bir düşünün, sadece bir an.
Yitirdiğimiz her kişi, her duygunun bize yaşattığı güzel anıları, anları.
Hiç bir ilişki, hiç bir oluşum tesadüf değil bence.
O insanların ailemiz olması, arkadaşlarımızı dostlarımızı seçme, işimiz, iş çevremiz, vsvs.
Hepsinin bir nedeni, bir açıklaması yok mu?
Tesadüfen tanışabiliriz, ama yola birlikte devam kararı alan biziz.
Haa, kazık mı yedik, ya da hayalkırıklığına mı uğradık? İflas mı ettik? İşimizde başarılı olamadık, elimize çıkış mı tutuşturdular? En çok sevdiğimiz ölüp bizi terk mi etti?
Belki birisi değil, çoğu çoğunluğumuzun başına gelen olası durumlar işte.
Acımız sıcakken isyan ettiğimiz oluşumlar.

Ya sonra?

Di'li geçmişlerimizi düşünürken, paylaşırken...
en çok güzellikleri düşünürüz aslında
başlangıçları, birlikte yaşanmışlıkları
hatta ölüp giden kişinin komik anılarını paylaşırız, "vay rahmetli" diye bir gülüp, bir ağlama halini yaşarken
kazık yediğimiz insanımızı anarken, "ne kazık attı ama..." diye başlayan cümlelerimizin ardından, "ama bak şurada, o anda, o gün..." diye başlayan sıcak anıları atlamayız, yediğimiz kazığa üzülüp, nefretle iç geçirirken
Giden sevgilinin ardından üzülürüz, acımız öylesine büyüktür ki ölmeyi bile düşünürüz, sonra öfkeleniriz, beddualara vardırırız
ama başımızı yastığa koyduğumuzda, ya da ne bileyim bir sinema koltuğunda, veya bir marketin koridorlarında, bir yolculukta, o ağacın altından bir kez daha geçerken güzel anılarımızdır aklımızda olan istemsiz gözyaşlarımızın artık gülümsemeye dönüştüğü sonraları

Acının çok fena bir kışkırtıcılığı var. İsyankar yapar insanı vurduğunda. Acımasız yapar. Kötü sözler söyletir. Sakinliğini bozar, dengesini yitirtir.
Ben acının, öfkenin yaşandığı anda söylenen hiç bir söze, davranışa kızmaz oldum artık. Çünkü bu duruma sıkça düştüğümü, sonraları pişman olduğumu biliyorum. Ama bunu bilmek, tekrarlamamak olmuyor, bunu da biliyorum, ama giderek daha soğukkanlı yaklaşabileceğimi öğretiyor zaman bana. Susuyorum çoğunlukla artık.
İsyansız yaşamayı öğreniyorum.
En azından deniyorum.
Çünkü biliyorum ki, zaman geçip başka insanlara karıştığımda, yaşadığım günlerin güzelliğini anacağım sadece.
Paylaştıklarımızı.
"Di'li" geçmişin beni rahatsız eden bölümlerinden çok, mutlu eden yanlarını keşfetmek, anmak, insanları anlayabilmek adına olgunlaştırıyor beni. Belki hepimizi.
Hiç kimseden tümüyle nefret etmiyorum artık
yine bağlanıyorum, yine çok seviyorum ama açık kapılar bırakarak.
Benim için de açık kapılar bırakılmasını istiyorum.
Çünkü ben mükemmel değilim.

Ve

biliyorum ki, her türlü acıyı, olumsuzluğu yaşadığımız halde, sıkça yinelediğimiz, "nerde o eski günler" veryansını, "di'li" geçmişe özlem, aslında çok kişinin benim gibi yaşamasından, düşünmesinden.
Gidenlerle, terkedenlerle yaşanılan güzel anıların belki de çok daha fazla olmasından.

Sevgiler.

Küçük bir notcuk: Ekstrem duygular bu yazıda yer almamıştır. Kurumları bağlamaz. Çekirdek dünyamızın insanlarıdır konu edilen.

13 Aralık 2011 Salı

Nasıl BEŞİKTAŞ'lı oldum?




Bizde, tuttuğu partiden, takımdan, yazardan, kısaca daha önce tuttuğu ne varsa artık, cayana "dönek" derler.
Ama
şöyle de bir şey var ki, tuttuğu partiyi, takımı, yazarı, kısaca kişileri tuttukları ne varsa "döndürmek" isteyende yine biziz.

Bu yazıyı okuyacak kartalların, "BJK'lı olunmaz, BJK'lı doğulur" sözleriyle bana itiraz edeceklerini, beni içlerine sindirmeyecekleri tehlikesini göze alarak;

Ben bir dönek'im diyorum ve bir dönekliğin öyküsünü yazıyorum.

Ben doğduğumda, bizim ailede rengarenk bir taraftar grubu vardı.
Ailemde herkesin tuttuğu takım farklıydı.
Yani doğuştan şaşkındım.
Ailede en çok sevdiğim insanın takımını mı tutsam, en çok gol atanı mı, renklerini beğendiğimi mi bilemedim anlayacağınız.


Futbolu hem çok seviyordum, hem de ciddi bir arayış içindeydim.
Yaşadığım şehrin takımının maçlarına babamla beraber düzenli olarak gidiyordum, hatta kardeşlerimin yakın arkadaşları olan futbolcuları birebir tanımanın, onlara dokunmanın hazzını yaşıyordum, ama nedense 3 Büyükler'in pırıltılı cazibesinden kendimi kurtaramıyordum.
Sonunda kararımı verdim, ve o senenin şampiyon takımını "benim takımım" olarak ilan ettim.

Uzun yıllarımı geçirdiğim 2. evimde de benden başkası benim takımımı tutmuyordu.
Birbirimize deli gibi tutkun bizlerin maç günleri birbirimize gösterdiğimiz sabır olağanüstüydü tabi.;) Derbi sonrası konuşma yasağı getirirdik evde.
Kimbilir belki de, taraftarın birbirine küfretmesine gösterdiğim tepki hep bu hoşgörünün eseridir.

Ama

3 kişilik evimizde diğer iki kişinin tuttuğu takım aynıydı, maçlardan sonra sarılışmalar, ağlaşmalar, çemkirmeler, sevinç, hüzün ne varsa işte birlikte paylaşılıyordu.
İtiraf ediyorum, arkadaşları arasında futbol tutkunu olmayan, maçları tek başına izleyen, her bi duyguyu sadece aynayla paylaşan ben, bu durumu nasıl kıskanıyordum, belli değil. O derece!

Yaşamın sürprizleri olur ya...

Onca yaşanmışlığın üstüne, pat diye hayatıma giren, Murathan Mungan'ın tabiriyle "uzun yolları göze alabilen" bir dostum oldu.
Yaşamın kıyısından beni çekip alan, yepyeni ümitlerle tam ortasına çekiveren, pırıl pırıl bir dostum.
Çok şeyi, hayatı paylaşıyorduk artık.
İkimizde futbol tutkunuyduk.
Ama

Can dostum takımına delice tutkuyla bağlı bir kartal'dı!

Maç günleri, arkadaşlarını aramasını, konuşmalarını, şakalaşmalarını hayranlıkla izliyordum. Deplasman maçlarını izlerken herşeyi unutmasını, sevincini, öfkesini, üzüntüsünü izliyordum gıptayla. BJK'ın yenmesi için dualar ediyordum, puan hesaplamalarını filan unutarak. O'nun mutluluğu herşeyden önemli olmaya başlamıştı.

O'na, iki kupa kazanan Beşiktaş'ın hatıra formasını almak için Kartal Yuvası'na girdiğimde içerdeki mutlu kalabalık atmosferin büyüsüne kapıldım gitti. Çıkmak istemiyordum. Herşeyi elledim dükkanda olan. Formalardan, kahve kupalarına kadar ne varsa dokundum.
Hani bir aşkın ilk kıpırtıları düşer ya midenize, çarpmaya başlar hızlıdan kalbiniz... işte tam olarak durumum buydu!
Elimde ona bir forma, kendime bir forma ve bir terlikle çıkarken yaşadığım mutluluk tarif edilemezdi.

Artık bir "dönek"tim.
Maçların heyecanını, çoşkusunu paylaştığım, dünyalardan çok sevdiğim bir dostum vardı artık benimde.
İçimde BeşiktAŞK büyütmüştüm dostluğun sevgisiyle, gücüyle hiç farkında olmadan.

Artık çok kartal'ın dediği gibi, sevgiliye duyulan sevginin önündeydi bu aşk.
Paylaşmanın keyfini yaşamaksa, olağanüstü bir duyguydu, reelde, sanalda.
Bir şampiyonluğa hayranlıkla başlayan takım tutma maceram, gerçek tutkuyla bağlandığım Beşiktaş'ımın fanatik bir taraftarı olarak gerçekliğine dönüşmüştü.

Dün gece Tayfur Hoca'nın, Serdal Reyiz'in, Ahmet Ateş'in özgürlüğüne kavuştuğu dakikalarda sevinçten hıçkırarak ağlarken, büyük takımım Beşiktaş'ımın "gururlu bir dönek" taraftarı olmanın mutluluğunu olağanüstü yaşadım, başka hiç bir şey düşünmeden.

Hayatımda bir kez dönmüştüm, döneklikse doğruya dönmüştüm ama.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Geriye sarsak?

Hayata öldüğümüz yaştan başlasak, doğduğumuz yaşa insek
yani tersten yaşasak, yaptığımız hataların çok daha az olacağını konuşup dururuz ya
peki
biten bir aşkı geriye sarsak?
ayrılmış çiftleri bir odaya kapasak mesela?
bir ekranda izlettirsek

O artık birbirlerinin sesini duymaya tahammülleri kalmamış iki kişiyi bir koltuğun iki ucuna ayrı ayrı oturtsak
bassak düğmeye
geriye dönmeye başlasa hikaye

son münakaşadan geriye

nolur bunu yapma kıskanıyorum dendiğinde yaptıklarımızı ama sadece hissettiğimiz baskıdan bunaldığımızı paylaş nolur diye yalvaranla paylaşmadığımız durumların yarattığı dışlanmışlığın gerginliklerinden geriye
...
...
...
birlikte son yenilen yemek son içilen içkilerin devrik dökük bırakıldığı masa son sarılış son öpüşme
...
...
...
kutlamalar hediyeler sonraki kutlamaların planları
...
...
...
yolculuklar hiç münakaşasız mutluluklar yeni yerler tanınmayan insanların içinde birbirine sarılmalar sahiplenmeler
...
...
...
bir anahtarı paylaşmanın mutluluğu birlikte seçilen eşyalar soğukmuş sıcakmış hiç hissetmeden sadece birbirini hissetmenin hazzı
...
...
...
geceyarısı sabahın kör saatinde telefona düşüp aynı saniye içinde yanıtlanan sevecenlikler
...
...
...
hastalıklar üzüntüler hayalkırıklıkları beraberiz ya üstesinden geliriz kucaklaşmaları omuzlarda ağlaşmalar
...
...
...
seviyorum kıskanıyorum sakınmaları münakaşalar seviyorum sarılmaları ilk küskünlüklerin ardından ayrılıklar ilk karşılaşmada birbirine bir daha asla kucaklaşmaları beni bırakma mutluluğunda gözyaşları
...
...
...
fedakarlıklar bir saat bir dakika görebilmek için uzun yollar bir kaldırım taşında elele
...
...
...
saklanan anılar bazen bir peçete sinema bileti hatta vapur tren biletleri çok sevdiğin ağzın içinden çıkarılmış bir zeytin çekirdeği bazen
...
...
...
ilk nazlanmalar şımarıklıklar oyunlar daracık mekanda topsuz oynanan top oyunlar üzerine atlamalar kucaklaşlamalar, dudaklarda öpücükle bitiveren sözler
...
...
...
uzun ayrılıklara mektuplar hasretler beklemeler
...
...
...
merak etmeler kiminle nerde sorularının asla yanıtsız kalmaması burdayım ama aklım sende mesajları
...
...
...
özlemeler
tek başına yattığın yatakta boşluğu doldurma arzusunun bastırılamaz ağırlığı
...
...
...
şarkı tutmacalar
şiirler yazmacalar sonu asla bırakmamla biten öyküler karalamacalar
...
...
...
ilk elele tutuşma ilk öpüşme sıradan ama en masum en unutulmaz
...
...
...
ilk buluşma bir sonrakini ilk ayrıldığın an özlemle bekleyiş

ve birden başladığı ana dönse film, son münakaşaya, artık birbirinin sesini duymamak için telefonların kapatıldığı, mesajların okunmadığı bir tarafın hırçınlaşarak, ağlayarak, kızarak, yalvararak nolur bir dinle yalvarışlarına

o mutluluğu yaşayan mutlu anları mutsuzluklarından az olan
koltuğun iki köşesinde birbirinden uzak oturan kadınla erkek birbirlerine bakıp
kıyalım mı
diye geçirirler miydi içlerinden
en azından...
.
.
.
beni bütünüyle sev diye terkederken o çok seveni
farkında mıyız
karşımızdakini bütünüyle sevmediğimizi?

11 Aralık 2011 Pazar

"Ne söylenebilir ki 25 yaşında ölüp giden birisinin ardından"
diye başlamıştı unutulmaz Love Story filmi.
İzlediğim en güzel aşk filmi değildi.
Ama çok acıklıydı.
11 kez izledim.
Her seferinde daha çok ağlayarak.

En çok

bir Ocak gecesinde, buz gibi mobilyasız bir odada, yere serilmiş gazetelerin üstünde seninle ısınmayı sevdim ben.

Ne söylenebilir ki bitip giden bir güzelliğin ardından

Hoşçakalın.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Neo-romantik aşklar

Eminim itiraz edenler olacak.
Önüme geniş bir fotoğraf koymak isteyenlere hazırım hatta. Oysa ben o fotoğrafa, nerdeyse 3 boyuttan bakıyorum günlerdir.
ve
genel durum böyleymiş:

"Evet, artık erkeğin hödüğü makbul. Yine bir tür romantizm var ama buna "neo romantizm demek daha doğru. Yani kadını kibar, mumların yandığı bir restorana götürmek out, maça götürmek in. Kadını günde 3 kere aramak out, telefonuna cevap vermemek in. Onunla resim çektirmek out, başka kızlarla çektirmek in."

Sözlerin sahibi ben değilim, ben olsam resim yerine foto derdim zaten.;)
Bugün Ayşe Arman'ın röportaj konuğu Nezih Ünen'in sözleri bunlar.

Röportajın devamıda ilginç.
Zamane aşklarına farklı bir bakış açısı. Saptamaların çoğuna istemeyerekte olsa katıldım, çünkü bir türlü toparlayıp bir araya getiremediğim sözcüklerle "aşk" analizi yapmış Ünen.
Elbette, kadınların da eski kadınlar olmadığını vurgulamış, hatta suçluyu "facebook" (twitter'dan henüz haberdar değil sanırım) tarzı internet siteleri olarak ilan etmiş.

Ve şöyle bir saptama yapmış:
"Aşk giderek sevgiden uzaklaşıyor."

Tesadüf bu ya, iki gündür dilime dolanan şarkı sözleri şu, hatta msn kullansam, kişisel ileti hanesine yazacağım şu sözler:

"Koskoca bir ömrü tükettim seninle
Ve sen hiç olmadın aslında içinde"


Acıtıcı değil mi?

Kavramlar değişiyor.

Biz, dinozor romantikler, hala aşk'ın vuruculuğuna güzellemeler yapıyor olsak ta, yeni aşk düzeni aslında Ünen'in tarifi işte.
Ve her ne kadar kabul etmesekte, ataerkil inancın belki de son kalıntılarını taşıyoruz içimizde biz bazı kadınlar.
Bir erkeğin kolunun altında, sahiplenilmişlik, sahiplenme duygusunun hazzını yaşamak istiyoruz.
Baktık olmuyor, "tek taşımı kendim aldım" moduna geçiyoruz.
Ama inancım odur ki, gururla sığındığımız bu cümlenin içimizi farklı bir yakmasından kurtaramıyoruz kendimizi.
Oysa, karşılıklı sevgi, saygı hatta aşk içinde, yine de alabiliriz tek taşımızı.
Neyse.;)

Nezih Ünen'in sözettiği erkek modeli, başlangıçta, beraber olduğu erkeğin marjinal olduğunu düşünerek sevimli bile gelebiliyor kadına.
Yine inancım odur ki, en küfürbaz kadının içinde bile bir zerafet vardır, doğası gereği. "Erkek gibi kadın" olmaksa, en marjinal erkeğin bile pek hoşlanmadığı bir durum da olabilir genelde.

Ve kıskançtır aslında kadın, meraklıdır
içini açmayı sever
gevezedir çokca
çünkü paylaşmayı sever
paylaşılmadığında, suskun kalındığında, kendisini ilişkiden dışlanmış hisseder
agresiftir kadın
sükunetini koruyamaz duruma geldiğinde, içi ne kadar acırsa acısın
gözünün önünde ne kadar güzel anı canlanırsa canlansın
ve en fenası ne kadar çabalarsa çabalasın
erkeği kaybetmiştir, terkeder.
Tabi ki aslında kimin kimi kaybettiği tartışılır.
Ve zalim erkek, kadının terkini, başka kadınlara "hödüklük" yapmak üzere, umursamaz bile.

Doğrusunu söylemem gerekirse, ben bu "hödüklük" durumunun makbul olduğuna inanmıyorum, inanmak istemiyorum.
Nedeni açık.
Çünkü çevremde, mutlu çiftten çok, ayrılmış, boşanmış çift var artık.

Oysa ne kolaydır aşk.
Aşk'ı sürdürmek.
birlikte maça da gidilir, mum kokulu restoranlara da
birlikte küfür de edilir, gözgöze bakışıp aşk ilanı da yapılabilir
çalan telefon açılır, münakaşa da edilir, sevgi sözcükleri de sıralanabilir
birlikte fotoğraf karesine poz da verilir, başkalarıyla pozlara da gülümsenebilir.

Aşk'ı sadece sevgiden değil, saygıdan uzaklaştırmazsak.
"Ben" değil, "biz" olmayı başarabilirsek, son günlerin "in" sözüyle.


Ve ben Kaybedenler Klübü'nün kulubesindeyim şimdilerde.
Esas oyuncu olmam için belki çok az zamanım kaldı.
İçim gerçekten acıyor.
Ortak bir yaşamın içinde, dışlandığımı hissetmek çok yaktı canımı çok.
Ve artık, açılmayacak bir telefonu çaldırmak istemiyorum.
Ve artık, sadece ve sadece 3 gün etkisini sürdürecek "seni seviyorum" ları sıralamak istemiyorum, en acısı çok sevildiğimi bile bile.
Aşkla, sevgiyle, saygıyla bir ortaklık yaşamak bile istemiyorum artık.
Güzel anılarıma kapanıp, onlarla gülümsemek istiyorum.
Çünkü ben hödüklüğü marjinallik kabul eden, "öküzün birini seviyorum" diye gururlanan kadınları benimseyemiyorum.

Neo romantik değilim.
Telefonumu hiç kapatmadım
çünkü bir fotoğraf var içinde.
Huzurlu bir akşamüstünün, güneş batarken çekilmiş bir yol fotoğrafı.

4 Aralık 2011 Pazar

Bir taksi öyküsü

Kendimi bildim bileli gevezeyim.
Kendimi bildim bileli de bana sus diyen olmadı. Hatta ben ufak bir çocukken, bir gün aralıksız 30 dakika kadar susunca, annem beni doktora götürmeyi önermiş babama, "bu çocuk kesin hasta", diye.
Sessizliği oldum olası sevmemişimdir.
Hani şu bazılarının "anlam" yüklediği sessizlikler, fırtına öncesi sessizlikler gibi durumları pek yaşamadım.
Bulunduğum ortamlar çoğunlukla gürültülüdür.
Çalan, oynayan ne varsa kısık ses izleyemem.
Bangır bangır şarkı söyleyen, ya da herhangi bir filmde birbiriyle atışan, konuşan, sevişen, koklaşan kim varsa benim evin konuklarıdır.
Hatta geçenlerde, yalnız yaşadığımı bilen meraklı komşum bir bahaneyle kapıyı çaldı.
Yüzünde çaktırmamaya çalıştığı merakını gizlemeye çalıştığı bir gülümseme, "ah canımm çok sevindim senin için dün gece, konuğun vardı di mi?" dediğinde, "yooo" bile diyemedim! Sonrasında kadına, duyduğu seslerin tv'de oynayan bir filmden (adını yazmama gerek yok, hayal gücünüzü kullanın komşum gibi) olduğunu anlatma nafile çabalarım.
Kadın öyküsünü kafasında kurgulamış bir kere. Başrolede beni oturtmuş.
Çabalamaktan vazgeçtim.
İyi ki atların bolca kişnediği bir kovboy filmi izlemiyormuşum diye geçirdim içimden.
Allah korusun, bu hayal gücüyle böyle komşun varsa, senaryosu sığ filmler izlemekte yarar var.

Dedim ya gevezeyim diye

Kendi otomobilimi, olmadığı için, uçuramadığımdan bolca taksi yolculuğum var. Bindiğim her aracın şöförüyle paylaştığımız bolca öykü de bonusu.
İstanbul'da mesafeler uzak, trafik kilit olduğundan, şöförle muhabbeti tatmamış hiç bir vatandaşımız kalmamıştır zaten ama benim gibi samimileşip, olayı kankalık mertebesine taşıyan kaç kişi var bilemem.
Öyle ki, her yolculuğum sonunda, "bak nereye gidersen beni ara, cepten arayabilirsin" samimiyetinde uzattığı kartvizitlerim için bir çekmece ayırdığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Rastgele durdurduğum her aracın şöförünün o malum iki kişiden birisinin olmaması benim şansım sanırım.
Dün şike davasında "gizli tanık" olayı gündeme geldiğinden bu yana, biraz daha temkinli olmanın gerekli olduğuna karar verdim, bu ayrı. Nolur nolmaz kardeşim. Herkes potansiyel ajan provakatör de olabilir, gizli tanık ta. Bundan böyle memleket meselerini değil, Acun'u filan konuşurum sanırım.

Neyse

Taksiye binmemle, yine gündüzün en işlek saatinde kazılan bir anayol yüzünden, trafiğin kilitlenmesiyle burun buruna geldiğimiz an, "Belediyemiz çalışıyor" sözleri dökülüverdi dudaklarımın arasından.
Amanın!
Asla buraya yazamayacağım, (bilinmez okuyucuların arasında kimler olduğu, zaten ben demedim, o şöför dedi) günyüzü görmemiş incileri sıralamaya başlamasın mı adam?
"Bak dedi sana ne anlatıcam."

Aynen aktarıyorum:

"Ben oruç tutmam. Ramazan'da çekmişim arabayı gölgeye sigaramı tellendiriyorum. Pat dedi kapı açıldı, hop dedi yanıma oturdu bi badem bıyık. Gideceği yeri söylemeden, "ayıp ayıp" dedi, "oruç tutmuyosun, bi de sigara içiyosun. Günah ki peh peh ne günah."
Bana oruç düşmüyo hemşerim, dedim, uzatmadım.
Ama adam kararlı.
Dedi ki, "bak cehenneme gidersin, hesap vermeye başlamadan önce 3999 yıl ateşte yanarsın."
Ya hemşerim, işin mi yok diycem, badem bıyık devam etti.
"Bak artık sorgulamalar kolay. Artık öbür tarafta koca koca bilgisayarlar var. Sen ölünce, giriyorlar vatandaşlık numaranı, bütün günahın sevabın dökülüveriyo."
Hönk? dedim. İtiraz edecek oldum ama adam belli cahil, hem de inanmış.
"Hele o kadınlar, ah hele onlar, gösterdikleri her saç teli için ayrı yanacaklar." dediğinde, eyvah eyvah dedim, hadi anamın yaşlılıktan saçları döküldü ama benim hatun yanmış ki ne yanmış!
Ya abi, bu bilgisayar işine aklım yatmadı benim dedim. Yani bunca nüfus?
Kaç megabit bu bilgisayarların harddiks (aynen böyle okuduğunuz gibi) leri diye sordum.
"Ben teknikten anlamam" dedi badem bıyık.
Ya peki abi dedim, bu saç dediğin sonuçta kıl tüy, e o kıldan tüyden bizdede var, bizde yanacak mıyız şimdi?
"O kadarını ben bilemem" dedi.
İneceği yerde adamı bıraktım, ahh ahhh dedim.


Öykü böyle. Sevimli şöförüm bunları kendine has şivesiyle anlattıkça ben çok güldüm.
Kısaca güldük, ağlanacak halimize.;(
Evimin önüne geldiğimizde, ilk kez ben kartvizitini istedim bir şöförden. Yanında yokmuş. "Cep telefon?" diyecek oldum, kuru gürültüye getirdi, vermedi.
Yoksa?
Beni...
Yok yok, casus masus sanmamıştır, değil mi? ;)

Sevgiler.