28 Nisan 2011 Perşembe

Ben bu kitabı çok sevdim. Bayılmışım... kendime geldiğimde 40 yaşındaydım


Son günlerde, kabul edelim biraz da evlilik programları geyiği yaparken, literatürümüzde baskınlaşan bir deyim var; elektrik almak.

Uzatmadan yazıyorum, sanal ortamda, birbirini hiç görmeden, dokunmadan, ses bile duymadan, hepimizin olumlu,olumsuz elektrik aldığımız kişiler var. "Ben sanala inanmam arkadaş!", diye cool olmayı bir üstünlük (!) sananlara rağmen, benim fazlasıyla elektrik aldığım çok hoş kişilikler var. Daha açık yazarsam, diğerlerinden bir adım önde tuttuğum kişiler.
Bu kişilerden birisi @nikitaninmakası kullanıcı adıyla tanıdığım Şebnem Aybar.
Twitter'da birbirimizi arkadaş listelerimize eklediğimizde, bir kitap yazdığından haberim bile yoktu.
Rahat ve kendine güvenli tweetleri, çoğumuzun gündelik dilimizde kullandığımız argoyu ölçülü ve içten kullanımı, yaşama biraz aldırmaz alaycı baktığını hissettiren tatlı profil fotosuyla kendime çok yakın hissettiğim @nikitaninmakası, yani tam benim kafadan saydığım Şebnem, Twitter'da 220 volt elektriği tüm sahiciğiliyle bana hissettiren kişi.
Bana bir kitap yazdığından ve basım aşamasında olduğundan sözettikten sonra, kitap piyasaya çıktığında ilk alanlardanım sanırım.

Üzerinde 2.Baskı yazıyordu!

Sanırım burada bir aldatmaca var, nerdeyse ilk çıktığı gün aldığım kitabın 2.Baskı olması az biraz garibime gittiysede sanırım bir açıklaması vardır.

Kitap kapağı, kitabı okudukça bana biraz zayıf geldi. Aşk romanlarının ezilen, masum kadın karakterlerinin zavallı halinin yansıması gibi.
Oysa, roman kahramanım Şehnaz, kitap kapağında resmedilen, edilgen kadına hiç benzemeyen, kuvvetli bir karakterdi. En azından ayıldıktan sonra, sağlam duruşuna çok daha uygun bir kapağı hakediyordu bence kitap.

Ve ben o kadını çok sevdim!

Bayılan ve kırk yaşında uyanan, uyandığında, kendi yaptığı hataları, ve yakın çevresinin hatalarını bize geri dönüşlerle, anlayabileceğimiz en basit dille anlatan Şehnaz.
İlk sayfalarda, "eyvah bu kadında evrene mesajlar yollayan uçukları anlatacak", derken, ilerleyen bölümlerde, "insanın aslı kendi kafasında. Problemi varsa kendi kafasında bitirebilir." , düşünce kuvvetinde çok sevdiğim Şehnaz.

Kitap hakkında çok fazla bilgi vermek istemiyorum, alın okuyun.
Kırk yaşında olmanız gerekmez, hatta kırk yaş altı alsın okusun, çok daha bilinçli gelsin kırklı yaşlara.

Ben çok satırın altını çizdim. Çok meraklı kişiliğimden ötürü, kendimce saptadığım, yaşadığım pek çok gerçeğin samimi anlatımını buldum kitapta.

Tutkulu bir aşkın sevişme satırlarını okurken, kadınların sevgilerini katarak, nasıl muhteşem bir erotizm yazabileceklerine bir kez daha tanık oldum. Yazgülü Aldoğan'ın çok sevdiğim kitabı "Kiralık Adam"'da bulduğum lezzet.

Sevişmenin değil, asıl önemli olanın sevgi olduğunu kafama vuran satırlarda eridim.

Bazen zorlandım, bazı anlatımlar sıkıcı uzunlukta geldi.
Ama sıkıcı olan yaşanmışlıklarımı düşündüğüm zaman, "haklısın Şebnem" dedim.
Kendisini sevmeyi unutan bir kadının, kendisini keşfetme yolunda kararlı ilerleyişinde, geçmişin sıkıcılığını bize yansıtmasının, sıkıcı olması kaçınılmaz değil midir?

Ben önce @nikitaninmakasi'ni, sonra uzun anlatımında Şebnem Aybar'ı çok sevdim.
Anlatmak istediğini çok sevdim.
Çünkü, daha 15 gün bile olmadı, çok sevdiğim insanı, "geçmişle hesabı bitirmeden, yeni bir hayata başlayamazsın" düşünceme inanmadığı için kaybettim. Tesadüf bu ya...
Ve hala bu inancımı koruyorum. Giden gitse, beni anlayamadığındır. Anlamaya çalışmayan da, sevmediğinden değil, geçmişi henüz onu bu denli yaralamadığındandır.

Alelacele gelinen son bölümü sevmedim sadece kitapta.
Sanki yazar yorulmuş, okuyucunun istediği bir son'u vermek istemiş telaşı gibi geldi.
Bence o son bölüm gereksizmiş bu tadına doyulmaz anlatıma.

Ben kitabı son bölüm (son bölümün giriş cümleleri dışında) hariç çok sevdim.
Ve Şebnem Aybar'ı, kitabı okuduktan sonra daha çok sevdim.
Kırk yaş öncesine ve sonrasına yol gösterdiği için.



Küçük bir not: Yazıyı yazdıktan sonra, kitap kapağına bir kez daha uzun uzun baktım. Yanılmış olabilirim. Derin anlatımı atlamış olabilirim. Ama yine de şunu yazmalıyım ki, eğer Twitter'da Şebnem'i tanımasaydım, kapağı bana salt aşk romanı anımsatan kitabı es geçebilirdim.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Olduğun gibi kabul ediyorum seni (!)

İnsanların, doğuştan getirdiği genler ve sonrasında yaşam şartlarının şekillendirmesiyle farklı karakter yapılarına sahip oldukları gerçeğini biliriz. Görüşlerin, düşüncelerin, olaylara yaklaşım biçimlerinin farklı olduğunu bildiğimiz gibi.
Ama kabul etmeyiz.
Yani şu meşhur şehir efsanesi, "ben onu olduğu gibi kabul ettim.", koskoca bir yalan benim için.
Kabul ederiz belki ama mümkün olduğunca çevremizden uzak tutarız, bizim yaşam görüşümüze, felsefemize uymayan kişiyi.

Her aşk umutla başlar örneğin.
Canımcimcim dönemini her aşık mutluluk içinde yaşar.
Dayatmalar, kişiyi değiştirme istemleri aşkın daha ileri dönemlerinde kendini göstermeye başlar.
Ataerkil düzende, genellikle edilgen taraf kadındır.
"Erkektir, sen onun sözüne uyacaksın." düşüncesindeki nesil halen hayatta. Anne, babalar artık eski despot görüntülerini yitirmeye başlamış, çocuğuyla arkadaşlık ilişkilerini ön planda tumak isteyen, genç görünümlü kişiler olmuşlarsa bile, en zor şey, geçmişten gelen baskı zincirlerini kırmaktır.

Kadın biraz mırınkırın etmeye başlasa, en modern ilişkide bile gözlediğim o ki, "sen eskiden böyle değildin, kim kafana giriyorsa..." sözleriyle karşılaşması kaçınılmaz.

Bir başka yalansa, "herkesin kendine ait bir özel dünyası olmalı saygı duymak gerek."

Bu cümledeki kabul edilebilir özel yaşam, hobilerle ilgilenmeye karışmamaktan öte bir şey değil aslında. Maç izleyebilir, arkadaşlarıyla yemeğe çıkabilir, bir etkinliğe katılabilir... gibi "özel yaşam"!
Gerçi bu masum eylemlerin bile, hala vırvıra neden olduğu durumlarda yok değil.

Şimdilerde, birbirine güvenip şifresini vermeyenlere "potansiyel şüpheli sevgili" gözüyle bakmak ayrı bir tarz. Bedia Güzelce'nin çok sevdiğim sözüyle, "o tarz"!
En özel alanlarının şifresi, sevgilinin elinde olmalı ki, güven duyulduğunun kanıtı olsun. Artık bilgisayar moduna giren telefonları masa üzerinde bırakmak, duyulan güvenin kanıtı. Ne vahim!
Birlikte yer alınan sosyal ağlarda, bir başkasının sana biraz fazla ilgi göstermesi, çatır çatır bir münakaşa nedeni olabiliyor. "Yahu, şakalışıyoruz", deseniz bir dert, "bir konuyu tartışıyoruz" deseniz ayrı bir dert.
Kendisinden önce, sevgilisinin sayfalarına girip, didik didik özel mesajlarını okuyan sevgililer tanıyorum ben.
Üşenmeden, geçmişte kalan maillerin bulunup, sorgulandığı, açıklamaların dinlenmediği, "ben gördüğüme inanırım" sözüyle aşağılanan sevgilere tanık oldum.

Nerde kaldı "özel yaşam"a saygı?

Tamam, kural ihlali yaptın, sevgili olduğunuza göre, sana tanınan hakkı kullandın, en özel alanlara girdin ve hoşlanmadığın bir durumla karşılaştın. Eh madem bu kadar güven var aranızda, şifreler verilmiş, elbette sorgulamak hakkın var.

Yargılamak değil sorgulamak!

Ama adil sorgulamak!
Dinlemek.
Nedeni anlamak.
Sakinliği elden bırakmadan, yıllardır beraber olduğun kişinin tüm kişisel özelliklerini, yaklaşımlarını gözönünde bulndurarak sorgulamak.
Öfkene yenik düşerek, sonadan her ikinizinde canını çok acıtacak sözcükleri sarfetmemeye özen göstererek sorgulamak.


Aklın yatmamışsa, her medeni ilişkide olduğu gibi noktayı koyabilirsin elbette.
Sonrasında medeni davranıp, biten bir ilişki hakkında susma gibi erdemler artık yokolduğu için, önüne gelen her fırsatta çemkirme hakkın sende baki kalsın.
Bu saygısızlığı ben affetmiyorum aslında.
Bir insanla bitme noktasına gelen bir ilişki yaşadıysam, yaşadığım o güzellikleri, özverileri, emeği düşünüyorum. Haksızca bittiyse bile, yaşadığım, yaşatılan sevgiye saygı duyarak susmayı yeğliyorum. Suçlu durumuna düşürüldüğümden değil, yaşadığım sevgiye saygımdan susuyorum.
Açıklanabilir durumları, "ben gözümle gördüm, sen daha ne anlatıyorsun?" diye düşünmüyorum. Açıklamayı dinlemeyi, onun kişiliğini düşünerek, neyi neden yapmak istediğini kendime anlatarak, nedenlerini tek tek analiz ederek kararlar vermeyi yeğliyorum.

Çünkü, üstte saydığım sığlıkları ben de yaptım!
Gördüğüm ufacık bir şakalaşmaya bile itiraz ettim, dinlemek bile istemedim, münakaşalar çıkardım. Her fırsatta elimdeki "kendimce kozu" (saçmalık işte) kullanmaktan, yaralamaktan çekinmedim.
Şikayet ettiğim her şeyi ben de yaptım.
Bu tuzağa düştüm.
Ona neden öyle dedin, buna neden bunu söyledin safsatalarıyla ilişkiyi yıprattım.

Esprili kişiliğini, olaylara yaklaşımını es geçtim, sorgulamadan yargıladım.

Bu kadar uzun uzun anlatmanın nedeni, böylesi bir durumla yaşamımın allak bullak olması. Aslında yazmak istediğim bu konuydu. Yine uzattım.;(

Bu yazıyı, lütfen kişilik özelliklerini geri plana atmadan, sorgulayın bazı durumları, diye bitireyim. Ve asıl konuyu, belki de günah çıkarmayı bir sonraki yazıya bırakayım. İçinde aslında asla "günah" olmayan, ama günah olarak algılanan bir durumu paylaşayım.
Belki hep birlikte doğru'yu, olması gerekeni tartışabiliriz o zaman.
Kabul edilebilir, ya da edilemezleri hep birlikte sorgularız.

Sevgiler.

Ufacık not: Lütfen dinlemeyi, anlamayı unutmayın, eğer "gerçekten" seviyorsanız. Sözüm elbette, saygısız ilişkiler için geçerli değil, emek verilen ilişkiler için tüm bu yazdıklarım.

İlgilenenlere diğer not: İçimdeki kırgınlık geçmeden, tamamlayacağım bu yazıyı. Öğleden sonra, ya da akşam saatlerinde.

11 Nisan 2011 Pazartesi

Piatti'yi takdir ettiğimi ilan ettikten sonra, beklediğim olumsuz tepkiler ve "bence de adam şef", "evet, doğrusunu yapıyor" türünden, onaylayıcı tepkiler geldi. Ve ben hala Piatti iyi bir öğretici fikrimde ısrarlıyım.;) En azından, dersler sırasında, yarışmacı olmadığım için, kendimi kasmadan tarifleri ve püf noktalarını not edip, harika lezzetler yakalamama fırsat verdiği için. Teşekkürler Batuhan Hoca.

Bu arada, Twitter gerçekten çok sesli bir alem dünya.
Öyle ki, ben Piatti'nin başarılı bir şef olduğunu anlatmaya çalışırken, şiddet eğilimlisi olduğum sonuçlarını çıkaran kişiler oldu.;) Ne kadar anlatmaya çalışırsam çalışayım, ciddi bir zaman dilimi ayırdım, onlar beni psikolojik şiddet uygulayarak mat etmek istediler!
Anladınız sanırım. ;)

Bu zaman dilimi içinde, kişileri anlayabilme, haklı yönlerini bulabilme çabalarında, anladım ki ben biraz marjinalim!

Açıklayayım.

Körü körüne doğrularım yok. Takım tutar gibi, gözüm kapalı, "abi yenildiysek onun bunun, hakemin ..." diye başlayan cümlelere de pek itibar etmem. Yani dinlerim sabırla. "En doğru benim" gibi hiç bir iddiam olmadığı gibi, en doğru karşımdaki de değildir hiç bir zaman.
Bunun neresi marjinallik? diye sorar gibisiniz ya, evet bu aslında marjinallik değil. Ama şimdilerde öyle bir "ben haklıyım" egosu tavan yapmış ki, işte orada ben tarafsızlığımla marjinal oluyorum! Saçmalığın ötesi...

Oysa ben haklıya hakkını verme gayretinde, sıradan bir insanım.
Ne marjinal, ne tutucu, ne ısrarcı!

Batuhan Piatti'yi tanımam, yarışmacıları da.
Ama o yarışmanın bir hedefi, bir amacı var.
Birileri para kazanma uğraşında, tabi bir de bir meslek, diğerleri de öğretme ve referans olacakları kişiye doğruları öğretmek!
Lütfen bu tabloya bakarak bana söyler misiniz, kim haklı?
Elbette, amaca uygun olarak her iki taraf.

Çok kişiye hizmet veren restoranları bilirim. Orada hızlı bir çalışma vardır. Her şey dakikalarla sınırlıdır. Ve yolunda gitmeyen her türlü durumdan şef sorumludur.

Piatti bağırıyor, öğrettiğini geri alamadığında haklı olarak sinirleniyor.
Ya diğer 2 jüri üyesi?
Onlar daha alçak sesle atıyorlar tokatlarını. Anlayan anlamıyor sanki.;) Ya da anlamak istemeyenler diyeyim.

Eğer bir yanlış varsa, ve bu 2 diğer jüri üyesi ve program yapımcısı Piatti'yi uyarmıyorsa, bu yanlışın faturasının sahibi Piatti değil, bu "şiddet var" yakarışlarına kesilmeli. Buna izleyici kalıp, jüri arkadaşlarını uyarmayan Murat Bozok ve Erol Kaynar'a kesilmeli. Yarışmacılara kesilmeli hatta, o azarlara karşın hala ellerindeki tavayı Piatti'nin kafasına indirmiyorlarsa!

Bu yapılmıyorsa, doğruyu görebilen diğer iki jüri ve yarışmacılar.

Daha fazla konuşmaya gerek var mı?

Küçük not: Bu akşam sakindi Batuhan Şef. ;)

8 Nisan 2011 Cuma

Piatti,Dündar,Evren,sinema,aşkmeşk...


Uzun oldu yine yazmayalı.
Taşınma, araya giren özlemler, belirsizlik halleri, sonlanan dostluklar, yıpranmalar, yıpratmalarla dolu koca bir ay'ı bir ömürcesine yaşama ağırlığı, vsvs derken... Kısacası tatsız bir ay yaşadım.

Ama elbet, dünya tek başımıza hiç birimiz için dönmediğinden, turuna devam etti.

Sürekli değişen gündem, kafaları allak bullak eden soru işaretleriyle dolu belirsizlikler, modlar, medyanlar, aday adayları... off:( biliyorsunuz bunları.

Herşeyden bir süreliğine el etek çekme, bunalımımda kendimi boğma çabalarımda, amaçsızca televizyona bakarken gördüm ilk olarak Batuhan Piatti'yi. Görmeme gibi bir şansım olabilirdi ama televizyonun sesi ne kadar kısık olsa da, duymama gibi bir şansım olmazdı sanırım. Adam bildiğimiz bağırıyor, çağırıyor, tavaları vuruyor, karşısında aciz duran zavallıları ağlama noktasına getiriyordu. "Bu ne ya, napıyor bu saçma egolu adam?" diyerek suçladım, her Türk vatandaşının acizin yanında olma kararlılığını göstererek. (Bu mağdur edebiyatının başımıza ne işle açtığını 8 yıldır yaşamamıza karşın üstelik)

İyi bir televizyon izleyicisi sayılmam, ilgimi çeken diziler dışında. Müge Anlı bile izlemem! Hele kadın kuşakları, evlenme, yemeklere aleni hakaret edenler, sabah şekerleri falan filan hiç bir şey dikkatimi çekmez, sosyolojik ya da psikolojik açıdan incelemek istemiyorsam.

Daha programın ne olduğunu anlayamadan, mahkeme gibi bir sahne izlemeye başladım. 3 mahkum, 3 yargıç karşısında!
Öyle ki, zavallılar suçlarını baştan kabul etmişler, 3 yargıcın haklarında vereceği cezayı, itiraz hakkı olmaksızın kabule razılar.
Ha bir de sunucu var ki, bir yerlerden anımsıyorum kızı, epey canlı, civelek bir kızdı ama burada sanırsınız ki, bildiğimiz o suratsız mahkeme katibine şık bir kostüm giydirmişler, görevinin çok önemli filan olduğunu 3 günlük bir şok tedaviyle kabul ettirmişler!

Merak ettim, orada neler oluyordu?
Biraz da kafa dağıtmak niyetiyle araştırdım. Programın ne olduğunu anladıktan sonra, masterchef yetiştirmekmiş, hakkında yazılan yazıları okudum. Ciddi köşe yazarlarının yazılarına bile girmiş Piatti!
Pek hoş yazılar değildi.
Annesinin soyadını kullanmasından, onun şöhretinden yararlanmak istemesinden tutun, nerdeyse saçının şeklini bile eleştirmek için "vurun Piatti'ye" kampanyası, çoktan başlamış ve ben habersizmişim.

Google sağolsun, Donetella Piatti'ye kadar götürdü beni.

İlk affım,annesinin soyadını kullanmasının ne zararı olabilirdi? Takdir bile ettim. Kaldı ki babasının soyadı da yazıyor programda. "Kadının adı yok" diyenlere, "ahçılık kulvarında başarılı olmuş bir annenin soyadını kullanmanın neresi yanlış?", diye sormak istedim? Hele bir de Türkiye gibi, soyadınının ününe önem veren ülkede yaşıyorsak?

Programın sıkı takipçisi oldum.

Diğer yarışma programlarından farklı, gayet ciddi bir misyon üstlenmiş bir yarışma programıydı. Yarışmacı öğrencilere, dersler verilerek yemek yapmanın püf noktaları öğretiliyordu. İlgiyle izledim, notlar aldım.
Bilinçli bir masterchef yaratma isteği gözledim jüride.
Aldıkları sorumluluğun hakkını vermek isteyen 3 adam.
Yaptıkları işte başarılı olmuş 3 usta şef.
Ve 3'ü de laubalikten uzak, hak yemeden, yarışmacı gözetmeden, kendi deyimleriyle "hakkaniyete" önem vererek, referans olacakları bir şef yaratma arzusunda 3 sorumlu insan.
Belli ki bu "azarlanma" fasıllarından, zamanında kendileri de nasibini almış, güzel şeylere layık olduğumuzu bize sürekli hatırlatan 3 kişi.

Duruma bu açıdan bakınca, Piatti'nin azarlamaları, tavalara vurmaları, beğenmediği yemeği alıp çöpe dökmeleri, bana çok yanlış gelmemeye başladı. Bir ideali vardı.
Ve bu ideal uğruna, işinden bile atılmıştı! (kendisi yine bizim vazgeçilmez klişemizle "istifa ettiğini söylesede.)

Acımasız eleştirilerini, bazen yemeklere hakaret ederek dile getirmesine sinirlensem de, görevini hakkıyla yapma gayretini çok kısa zamanda takdir ettim.
Twitter'da arada aleyhine geyik yapsam da, biliyorum ki Piatti'nin şef olarak çalıştığı lokantada gönül rahatlığı ile yemek yiyebilirim. Hiç dikkat etmediğimiz ayrıntılara bundan böyle, tonlarca para ödedediğimiz her restoranda dikkat edeceğimide biliyorum artık.

Lisede, aslında formülün çok basitini verdiği halde, kafamda esen kavak yellerinden midir nedir, bir türlü anlayamadığıma çok kızan öğretmenim, cetveliyle (bana değil) defterime vurduğu gün geldi aklıma. Ve ben ogün o formülü yuttum! Dahası defterimdeki cetvel darbesini, diğer tüm defterlerimde görüp, umulmadık bir başarıyla mezun oldum liseden.

Bir masterchef olamam ama bilinçli bir restoran tüketicisi olacağımın, ve mutfakta çok daha dikkatli ve çok daha lezzetli yemekler yapabileceğimin farkındayım artık.
Üstelik ilk teftiş denememi kesinlikle Piatti'nin çalışacağı restoranda yapma keyfini yaşayacağım.:) Umarım, o haklı çıkar!

Uzun oldu, yazı başında Evren, Can Dündar, aşk meşk dedim ama...

Kısa kısa yazayım.

Evren yargılansın! Çünkü o 17 yaşında bir insanın yaşını büyütüp idam ettirdi! Bana kimse "o yaşlı" demesin. Bir mahkemeye bakar, yaşını küçültmek!

Can Dündar, tüm kitaplarını severek okuduğum bir yazar. Sarı Zeybek benden sonra, çoluk çocuğuma, torunlarıma kalsın, Atatürk'ümün "tabu" değil, bizden birisi olduğunu anlasınlar, diye sakladığım yapıt.
Ama bunların hiç birisi bana, içinde gizli mesajlar veren, ve "önümde binlerce belge vardı, bana yakın olanları seçtim" diye kendini savunan Can Dündar'ın "Mustafa" rezaletini affettiremiyor. O film "Can Dündar'ın Mustafa'sı" olsaydı, belki...
Zaten kendiside eleştirileri kabul etmedi mi?

Türk Sineması'nın iyi bir dönemde olması mutluluk verici. Gerçi en iyi gişesi olan filmlerin adına bakınca, hala seyircinin bilinçlendirilmesi adına bir şeyler yapılması gerektiği gerçeğini unutmasamda. Bu konuda sinema yazarlarına büyük görev düşüyor gibi. Ellerine birer cetvel almaları gereksede.:)

Aşka meşke yer kalmadı ki... :)