30 Kasım 2010 Salı

Sizin kriteriniz nedir?

Bir süredir aklıma takılan bir şey var. Ünlü insanları hangi kriterlerine göre değerlendirmemiz gerektiği...

Geçenlerde Acun'un, iş yaşamında yükselişini konu alan bir blog yazmıştım. Tesadüfün böylesi, iş disiplini ve bu disiplinin getirdiği başarının kaçınılmaz olduğunu Acun üzerinden yazdıktan bir hafta sonra, medyada Acun'un aldatma ve boşanma haberleri geçmeye başladı!
Artık alışık olduğumuz klasik suçlamalar, nafaka istemleri bu kez onun için yazılıp çizilmeye başlandı. Daha önceleri "aldatma" konusunda yazdıklarımı okuyanlar bilirler, bu konuda çok tutucu düşünceleri olan bir insan değilim, açıkcası çok özel yaşama giren bu durumlar ilgi alanımda değil.
Odatv'de çok farklı bir konu okurken, "Acun Ilıcalı bizi nasıl kandırdı" haber başlığı dikkatimi çekince tıkladım.
Haklı bir yazıydı!
Zaten takık olduğum düşüncelerin esiri oldum yine yazıda ele alınanlardan biraz farklı olarak.

Mesleki açıdan, insanları birbirinden farklı kılan, diğerine göre daha üstün olarak geliştirdiği becerilerdir diye düşünürüm. Özellikle yükselen başarı grafiği çizen "ünlü" kişiler için düşünürüm bunu.
Kitleleri kendisine hayran bırakan, sanat, medya, spor dünyasının önde gelen isimleri...
Yetişmekte olan pek çok gencin kendilerine "rol model" olarak seçtikleri kişiler... Pek çoğu işlerini yaparken başarılı, ancak özel yaşamları gözönüne döküldüğünde gördüğümüz, onaylanmayan onaylanmayacak pek çok davranış.
Amacım kimsenin özel yaşamını didiklemek değil.

Hangi kriterlerine göre bu insanlar için değerlendirme yapılmalı?

Sahalarda çok başarılı futbolcularımız vardır, toplumun değer yargılarına ters düşen özel yaşamları...
Efsane sinema sanatçılarımız vardır, ama pek çoğu sansayonel haberlere konu olmuşlardır.
Anne babasını unutan, çocuklarına örnek olamayan ünlüler biliriz.
Uyuşturucu madde bağımlısı kişiler deşifre olmuşlardır, tanırız biliriz ve dinlemekten vazgeçmeyiz.
Dizi sayısı arttıkça, televizyon dünyası ünlülerinin pek çok açığı magazin muhabirlerince yakalanmış, çok kişi "yok artık" demiş, ama dizileri izleyicisini her zaman bulmuştur.
Gece yarıları sarhoş halde sağa sola çatan, araba kullanan, kazalara neden olan ünlülerimiz...
Çapkınlık yapanlar, kumar tutkunları, kaçamaklar vsvsvs...

Aklınıza bir çırpıda geliveren isimler.
Tribünleri dolduran başarılı sporcular, sahnede devleşen ses sanatçıları, ödül sahibi sinema sanatçıları, dizileri izlenir kılan başarılı oyuncular, işini ciddiye alan, sivrilen görsel medya mensupları...

İşlerinde başarılı, ama konusu geçtiğinde "ayy bırak yaa, onun da şu şu saçmalıkları var" dediğimiz ama izlemekten, dinlemekten vazgeçemediğimiz kişiler!
Hatta daha da ileri gidebilirim, sansasyonları arttıkça daha çok izlenen, dinlenen kişiler!

Baştan bu yana kullandığım tek isim Acun olduğu için, onu örnek verecek olursam, kaç kişi izlemekten vazgeçti programlarını, 20'lik çıtırla eşini aldattığı için?

Sorum bu?
Mesleğini iyi yapan, ratingleri mükemmel bu insanları değerlendirirken kriterimiz ne olmalı?
"İyi sanatçıdır ama alkoliktir..." tarzı bir yaklaşım içindeysek, yeni yetişen kişilere model olan bu kişiler için nasıl yaklaşımlarda bulunmalıyız?
"Yaa adam sarhoş marhoş ama işinde bir numara" gibi bir cümleyle karşılaştığımızda, nasıl bir yanıt vermeliyiz?


Aydınlatıcı uzun bir not: Yazının başında, Odatv'de Acun hakkında yazı, onun kişiliği, ve aslında söylediklerinin tersini yapan, kısaca "empoze" edilmeye çalışılan bir model olduğundan sözediyordu. Bu durumu ele almadım bu yazıda. Şahsi fikrim, yazı son derece tehlikeli bir durumu gözler önüne sermiş, bu durum özel yaşam skandallarından çok daha fazla dikkat edilmesi gereken bir durum. Apayrı bir başlık altında incelenecek bir konu.
Meraklısı için yazı 28/11/2010 tarihinde "Acun Ilıcalı bizi nasıl kandırdı" başlıklı yazıdır. www.odatv.com

İkinci not:Kendimle çelişmiyorum. Beni ilgilendirmeyen "çok özel" yaşamlar, yani şu aldatma olayları. Sözettiğim olaylar ise, göz önünde oluşan olaylar.

Son not: Lütfen yorumları bana Twitter'dan değil, yazı altından yapar mısınız?;) Çünkü ben yanıtları alıyorum, ilginize çok teşekkür ediyorum ama benim gibi merak edenlerde olabilir. Hepimiz öğrensek? ;)

26 Kasım 2010 Cuma

Kimliksiz mi, kişiliksiz mi?

Bu gece tam Twitter'ı kapatırken, şu tweet'i okudum,"Kimliğini belli etmeyenleri artık takip etmeyeceğim".
"Beni silebilirsiniz, gönül koymam" dedim, çünkü profil fotom bir artiste ait, ve adım bir nick!
Yani kimliksizim!(!)
Aslında, bu tweeti atan bayan arkadaşın, söylemek istediği farklıydı. O, kimlikli ama kişiliksiz kişilerden sözediyordu. Yani farklı bir kimliğe bürünerek sokulan, kendisini farklı tanıtan, asıl niyetini özel mesajla belli edip, rahatsız edenlerden. Yani "fake" dediğimiz karakterlerden.

Twitter'ın amacı şu sözde gizli, hergün hepimiz okuyoruz; "What's happening?"

Çevirdiğimizde, olan biteni soruyor kısaca. İster gelişen olayları yaz, ister kendi dünyanda olan biteni! Üye sözleşmesinde, "eğer adını sanını doğru yazmazsan, profil fotonda bir artist, şarkıcı fotosu kullanırsan, ya da bir logo sunarsan, seni kabul etmeyiz." gibi bir madde yok. Hal böyle olunca, kimsenin kimseyi "sen kimsin?" sorgulamasına gerek yok. Çünkü Twitter bir chat sitesi değil. Bir tanışma, kaynaşma sitesi de değil. Haa, yadırgamam elbette, insanlar muhabbet ederler, ben de ediyorum, günlük paylaşımlarda birbirlerini sorgularlar, destek ya da karşı çıkarlar, savunurlar... bunlar sitenin kaynaşma amaçlarından en önemlisi ki, "takip" butonu konulmuş. Ama burada paylaşılan ya da tartışılan fikirdir, düşüncedir, kişilerin kimlikleri değil.
Yani adı Ayşe, Mehmet, Ali... farkeder mi?
Çok içten yazıyorum, pek çok tweeti okurken, kim yazmıştan önce tweet içeriğini okuyorum, yanıt vereceksem, yanıtla butonuna bastığım anda farkediyorum kimin yazdığını. Ben insan değil, görüş, fikir takipçisiyim.
Şu anda 800'ü aşmış takipçim var, 350 kadarını ben takip ediyorum. Çoğuyla düzeyli sohbetim var. Takip etmediğim kişilerden gelen tweetlere mutlaka yanıt veriyorum.
İnanmak istediğim şu, beni kimliğimle değil düşüncelerimle takip etsinler, zaten bu inancım tam. Çünkü kendime güveniyorum.
Ama...
Fake hesap dediğimiz kişiler gelir, rahatsız eder, bin numara yapar... o zaman ben de sorgularım, kimsin diye?
Gerçek adı yerine nick kullanan, fotosu yerine logo kullanan, ama paylaşıma adam gibi katılan, düşüncelerini açıkca yazan, hiç kimseye "sen kimliksizsin" demem, eğer saçmalamıyorsa.

Daha önce bir yazımda kimliğimi açıklamama nedenlerimi yazmıştım, okunmamış olabilir, tekrarlıyorum, kendimce nedenlerim var, ve açıklamayacağım.
Yalan bir isim alabilirdim, kocaman gözlüklü, kafam yana eğik sadece dudaklarımın bir kısmını gösteren bir foto kullanabilirdim. Kim bilebilirdi?
Yeterince dürüst davrandığıma inanıyorum kısacası.
Ben ve benim gibi isim, foto kullanmayanlara, ortalık karıştırmadığı sürece kimsede "kimliksiz" demiyor zaten. ;)
Kısaca, yazının başında yazdığım tweet, bu kişiliksiz kişilerden şikayettir. Benim gibi artist fotosu ve nickle yazanlar konusunda diyebileceğim tek şey, güvendiğiniz kadarım. Hiç kimseyi bana güvenmesi için zorlamıyorum.
Unfollow hepimize "bir tık" yakında...
İstediğimse... keşke bu durumları yaratan kişiliksiz kimliksizlerin konu bile edilmediği kültür düzeyine erişmek!
Yine mı çok şey istedim? ;)

21 Kasım 2010 Pazar

Acun Ilıcalı


Acun Ilıcalı...

Geçen gün Twitter'da hakkında şöyle bir espri yapıldı; "Acun'mu Show Tv'den çıktı, Show Tv'mi Acun'dan?"

Eğer ben Acun olsaydım, ve bu espriyi okusaydım, kendimle gurur duyardım!


Acun Ilıcalı, 1972 yılında Edirne'de doğmuş, Erzurum Ilıca kökenli ailenin oğludur. Kadıköy Anadolu Lisesi'ni bitirdikten sonra, okumak istememiş, televizyoncu olmayı tercih etmiş.

İlk televizyonculuğu Beşiktaş muhabirliği olan Acun, sempatikliği ve girişkenliğiyle kısa sürede tanınmış, Şansal Büyüka ekibine girmiş ve Televole macerası başlamış. Kendisine ait bölümde, dünyayı gezmiş, röportajlar yapmış.

Günümüzde pek çok kişi, "Aman biz senin "marabaa Televole diye plajlarda gezdiğin günleri biliriz..." gibi sözlerle, biraz da aşağılamaya çalıştıkları Acun hiç yılmamış!

Daha sonraları bu bölüm, Acun Firarda olarak yayınlanmaya başlamış, ve Acun tam tamına 105 ülke gezmiş, ve bizlere bu 105 ülkeyi, aklımızda kalan renkli görüntülerle tanıtmış.

Artık herkesin tanıdığı bu sevimli insan, 2005 yılında Acun Medya'yı kurmuş, ve ülke çoğunluğunun izlediği pek çok yarışma/show programına imzasını atmış. Üstelik programların içinde sunucu, jüri olarak yer almış, programlarına hep sahip çıkmış, hakim olmuş.


Ben kendisini "Var mısın Yok musun" show programında yakından izleme şansı buldum. Kısaca o çekimlerden sözetmek isterim, bu sevimli, neşeli insanı daha iyi anlatabilmek adına.

Kendisinin "efsane yarışmacılar" diye nitelediği kişilerdi kutuların gerisinde olanlar. Sonraları pek çoğu "Survivor" macerasında yer aldılar.

Program başlamadan önce, yarışmacılar kendi aralarında şamata yapıyorlar, fotoğraflar çektiriyorlar, gülüşüyorlardı. İzleyiciler de onların bu doğal hallerini izliyor, aralarında konuşuyorlardı. Salona neşeli bir uğultu hakimdi. Sanıyorduk ki, birazdan Acun gelecek, ve biz çok eğleneceğiz!

Yanılmışız...

Acun sahneye çıkmadan önce, tüm görevliler herkesi susturdu, yarışmacılar yerlerini aldılar ve salonda çıt çıkmazken Acun sahneye çıktı.

Ufak tefek sayılabilecek, yumuşak ama sert bakışlı bir adam...

Yerine geçti, ve önce yarışmacılara, sonra izleyicilere, gülümsemeden, ciddi bir ses tonuyla program kurallarını anlattı, nerede alkışlanacağını, nerede susulacağını anımsattı... ve çekim başladı!

Biz izleyiciler, tamamen Acun'un direktifleri doğrultusunda, bizi yöneten bir ekibin komutasındaydık. Çıt çıkaramıyorduk, onlar işaret vermeden. Arada program gidişatına sekte vurmak isteyen izleyiciler uyarılıyor, hatta salondan çıkarılıyorlardı.

Sessizce izledik, televizyonda gösterime konduğunda müzikler ve cıngıllarla desteklenip muhteşem bir şova dönüşen kutu açma programını. 3 saat kadar sürdü çekim. Bitiğinde hiç kimse eğlenmemiş, hatta sıkılmıştı. Oysa tv başında izlerken program nasıl canlı, nasıl insanı esir alıveren bir showdu!


O gece anladım!

Acun'un başarılı olması kaçınılmazdı!

O işine çok saygılı, izleyenine saygılı, en ufak bir hatada en yakınını azarlayabilecek kadar programına önem veren bir insandı.

Çok ciddiydi!

Titizdi!

Program televizyonda yayınlandığında biz hep onun güleryüzünü görüyorduk ya... evet, gerçekten hep gülümsüyordu çekim sırasında. Çünkü başarıyordu! Ve yarışmacıları ona saygı duyuyorlardı ne kadar samimi olsalar da.


Ve durmuyor, yeni formatlar arıyordu. Buluyor, bizlere sunuyor, ve ratingleri altüst ediyordu.

Hepimiz bir şekilde, bu programlara göz atıyor, izlemeye başlıyorduk. Hatta eskilerin deyimiyle müptelası oluyorduk!;)


Çünkü bunları bize sunan kişi, işine inanan, ciddi bir kişiydi, hakkında tüm söylenenlerin aksine!


Şimdi...

Bu programlar gerekli midir? Bizi bu programlarla uyutuyorlar mı? Biz 3 saat tv karşısında bu insanların kutu açmalarına, dans etmelerine, oraya buraya zıplamalarına, yeteneksizliklerini sergilemelerine mahkum edilmek zorunda mıyız? vsvsvs eleştirileri var ya... gereksiz!

Bu yarışmaların, showların pek çoğu dünya televizyonlarında yerini bulmuş, ilgiyle karşılanmış hatta rating rekorları kırmış programlardır. İzleyicisi vardır, hele program sahibi işini ciddiye alıyorsa, tadından yenmez!

Evet, biz pek çok problemimizi halledememiş bir ülkeyiz. Ama bu demek değildir ki eğlenmeyeceğiz. Eğlenceye yönelik her program kişinin deşarj olmasına aracıdır.


Ama bizim öyle kemik bir "entel" takımımız var ki... kusura bakmasınlar ama galiba neyi eleştirmeleri gerektiğini ya bulamadılar, ya da meyve veren ağacı taşlamak doyuma ulaşmanın en kestirme yolu diye düşünüyorlar ve Acun'u kurban ediyorlar. Yazıktır! Eleştirilecek pek çok bedava program varken... Acun'u eleştirmek hatadır!

Programlarını seversiniz, sevmezsiniz, izlersiniz, izlemezsiniz... ama takdir kısmında eleştirirseniz ben buna karşı çıkarım! Hele izleyip, sadece eleştirmek için olumsuzluk yaparsanız daha da karşı çıkarım!

Önemli olan yaptığın işe saygıdır. Acun işine saygılı oldukça, daha pek çok show'a imzasını atacak, ve disiplinli yönetimi ile başarılı olacaktır.




20 Kasım 2010 Cumartesi

Keşke...


Elimde bir kitap var, Doğan Cüceloğlu yazmış, Keşke'siz Bir Yaşam İçin İletişim.,

Kitaba henüz başlamadım. Cüceloğlu'nu daha önce bir kaç seminerinde izledim. Kimbilir belki bana tesadüf etti, biraz agresifleştiğine tanık oldum. Hemen hemen aynı konularda dinlediğim Atalay Yörükoğlu bana biraz daha sempatik, biraz daha ulaşılabilir gelmiştir.

Yine de kitabı önyargılara kapılmadan okuyacağım.

Ama günlerdir başucumda duran kitabın adı beni biraz düşündürdü. Keşkesiz bir yaşam?

Bu yazıyı, kitabı okumadan yazmak istememin nedeni bu. Etkilenmeden yazmak!


Keşke...

Sanırım bu sözü kullanmayanımız yoktur. Basit ya da derin nedenlerle, mutlaka kullanmışızdır. Öyle ya da böyle, hepimizin bir, birden çok ya da pek çok "keşke"si olmuştur.

"Keşke"ve "iyi ki" zıt kardeşler. Özellikle Can Dündar'ın nette çokca dolaşan yazısından sonra.


Keşke olmadan iyi ki anlam kazanabilir miydi? Ben bunu sorguluyorum. Bir keşke kaç iyi ki kazandırır?

Eskilerin sözleri vardır, bir musibet bin nasihate bedeldir gibi...

İnsanlar keşke'yi yaşamazsa, iyi ki yi bulabilir mi kolayca?

Ya da keşke'leri yaşamamak için bize sunulan tüm kişisel gelişim kitaplarında yeralan ipuçlarını izlesek, yaşamasak, hep iyi ki'lerimiz olsa...


Bilmem Polyanna sizde nasıl bir etki bıraktı?

Ben Polyanna ile tanıştığımda küçük bir kız çocuğuydum. Biraz yaramaz olduğumdan mıdır nedir, beni bu hayata hep olumlu bakan kız pek etkilemedi. Yıllar sonra bunun yaramazlığımdan değil, yaşamın gerçekleriyle beni hep yüzyüze bırakan, bana bunları hep öğreten canım ailem olduğunu anlayacaktım! Ve hayran kalınan Polyanna öğretisinin aslında nasıl bir saçmalık olduğunu, yaşayarak öğrenecektim!


Hayat bir gül bahçesi değil.

Hayat, iyisi, kötüsü, doğrusu, yanlışı bizim seçimlerimize bırakılarak, yaşadığımız deneyler, sınavlar.

Keşke'yi yaşamadan, "iyi ki" yi öğrenmenin zor olduğu bir sınav.

Yalan söyleyip zor duruma düştüğümde, annem beni karşısına alıp, dürüstlükten söz edip, "Keşke bana doğruyu söyleseydin, sana yardım edebilirdim." demeseydi, "iyi ki" ye nasıl ulaşabilirdim?

Yaşam deneyerek, yanılarak, deneye yanıla doğruyu bularak, deneyim sahibi olarak yaşansa? Daha anlamlı olmaz mı?


Keşke'leri yaşamalı insan! İyi ki'nin tadını, bir sonra ki deneyimde tadabilmek için...


Kitabı okuyacağım.;) Ama yaşayacak çok "keşke"m ve bilinçli bir şekilde "iyi ki" ye ulaşacağımın bilincinde ve mutluluğunda.


Ben hiç Polyanna olamadım ki...



9 Kasım 2010 Salı

Atam


Atam

Sen gittin ya 38'de bize gencecik bir Cumhuriyet emanet edip, senden sonra biz neler yaşadık neler...

Hep dalgalandık, ama hiç durulamadık!

Yok, seni asla unutmadık. Unutmadık ama, biz emanetine...

nasıl söylesem?

Galiba pek sahip çıkamadık Atam. Çok utanıyorum, özür dilerim.

Çok eskilere gitmesem? 10 yılda bir darbeyle 10'larca yıl geri gittik, bunları anlatmasam...

Çok özlendiğin günümüze gelsem?

Atam

Biz var ya...

Kaç kişiyiz biz? diye sorgulamalara düşürüldük! Kaç Cumhuriyet bekçisi kaldık diye kendimizi sınadık.

Şimdi bu hareketi başlatan içerde.

Şimdilerde bunu sorgulayanların kaderi bu!


Ve şimdilerde senin, şehitlerin, gazilerin kurduğun memleket talan ediliyor, satılıyor Atam.

Özelleşiyoruz!

Bize ekonomi tıkırında deniliyor, yutuyoruz, çünkü sahiden tıkırında olan bir şeyler var. Birileri yükselirken, birileri dibin dibine vuruyor ama biz pembe tablolara bakıyoruz. Moody's (burnundan kıl aldırmayan adamlar) bizi yükselen değer listesine aldı! Ama kaç kişi? Ya kaç kişi işsiz? Kaç haksızca işsiz kalan kişi açlık grevinde?

Sorgulamıyoruz Atam!

Sorgulamak yasak artık.


Bir referandum yapıldı Atam. Yeni anayasa'mızı kabul ya da red oylaması.

Bir dolu "lehte" kullanılacak yasa değişikliği vardı maddelerde.

Ama ne iktidar, ne zayıf muhalefet o yasa değişikliklerini konu bile etmedi, takılıp kaldık 80 darbecilerini cezalandırmaya.

Eh... sağcısı, solcusu herkesin bir yarası vardı ya 80 darbesinden.

Ama yine de yaralı bir kısmımız," yapmayın, etmeyin, kanmayın" diye direndiysek bile... referandum sonucu evet çıktı Atam! Biz yine anlatamadık.;(

Şimdilerde soruyoruz, neden hala 80 darbecilerine sorgulama yok diye, cevap 2 gün önce geldi, görevsizlik mi ne... işte öyle bir karar verilmiş.

Referandum sonuçları işliyor şimdilerde Atam.

Takılmadığımız maddelerde!


Haa bir türban sorunu çıktı, onu hiç sorma.

Muhalefet bu sefer ona takıldı, bir oyalanmak, hiç anlatmayayım. İleri derecede komediydi! İleri derecede demokrasiye bizi adım adım yaklaştıran... (!)



Atam, seni özledik, seni arıyoruz anarken...
Çünkü tembeliz!

Çünkü biz senin gibi olamadık!

Çünkü biz yaratmaya değil, güdülmeye esir olduk!

Çünkü biz korktuk!

Çünkü bizi bencilleştirdiler!

Çünkü bizi öyle bir darboğaza soktular ki, "önce vatan" yerine "önce ben" diyecek kadar bencilleştik!


Atam

Diyorlar ki sen şimdi yattığın yerden kalksan derslerini verirmişsin.

Ben diyorum ki, sen kalksan önce bize hakettiğimiz tokadı atarsın!

"Bursa nutkumu hiç mi okumadınız gafiller?" dersin!

"Size Gençlik Nutku bıraktım, bu mu benim yolumdan gelişiniz?" dersin!

Hatta...

Yok elim titredi Atam, hatta sen bize ne desen haklısın!

Biz sana borcumuzu, profillerimize fotonu koyarak, "Ne mutlu Türküm diyeneeee" diye "e"leri uzatarak yazarak ödeyemeyiz ki;(


Sana çok borçluyuz Atam!

Çok...


Cahilce karaladım, ama bil ki yolunda ilerlerken cahilliklere düşmeyecek kadar izindeyim!

Ne mutlu Atatürk devrimlerinin gerçek takipçilerine!

Ne mutlu Atatürk şimdi dönse diye ağlamayıp, Atatürk devrimlerine sadık kalarak, O büyük önderin yolunda yaratarak, yaratıcılığıyla ilerleyebilenlere!

Ne mutlu... şimdilerde azınlık olsak bile, asla senin yolundan dönmeyecek olanlarla yeni devrimlere imza atabilecek yürekte olup kavgadan korkmayan "Bağımsız laik Türkiye" diye yürekten bağırabilenlerle elele ilerleyebilen bizlere!


Sen rahat uyuyana kadar, Türkiye Cumhuriyeti'nin bekçisiyiz!

Sen rahat uyumazsan, bizim gafletimizdir, sakın bizi affetme Atam!

















8 Kasım 2010 Pazartesi

Özlemeyi bırakmak?

Özlemeyi bırakabilmek...
Bir an, sadece bir an gözlerinizi kapatın ve düşünün özlediklerinizi.
Ve şimdi gözlerinizi açın, derin bir nefes alın ve artık dönmeyecek olana özleminizin peşini bırakın.


Ne hissettiniz?

Ben de onu hissettim işte...
O burukluğu!

O gitti!
Öyle ya da böyle.
Ya da siz gittiniz!

Bir yaşanmışlık terk edildi, çok mu önemli terkeden?
Ya siz, ya o... bir şekilde gitti!

Yaşamım boyunca hiç ama hiç bir birliktelik nasıl sonlandı diye bakamadım ben. Hep öncesini düşündüm. O ilk anları...
Bir bebeğin anne kucağına, baba şefkatine ilk teslim edilişini,
ilk oyun arkadaşını,
ilk öğretmenini,
ilk paylaşmalarını,
ilk okuduğu romanın yazarını,
ilk şiirinin ozanını,
ilk saçmalığını,
ilk yalanını,
ilk başarısını,
ilk başarısını paylaştığı arkadaşını,
ilk arkadaşlıktan dostluğa uzanan yolu keşfini,
ilk aşkı,
ilk hayalkırıklığı,
ilk hayalkırıklığında yanında olanlara "işte bu dost" diye diye yola devam etmeleri...

Ne kadar çok ilk eklenebilir değil mi?
Ama ne ilginç, hayatımıza şekil veren ilkler değil sonlardır hep.
Oysa ki, sonlarda hep ilk'ler değil miydi?
Biz aslında iyi kötü ne yaşadıysak, ne öğrendiysek, hep yaşamımıza giren ilk'lerden öğrendik aslında. Ve her yaşımızda... hep bir ilkimiz oldu. Doğru ama yanlış, hep bir "ilk"ten öğrendik sevmeyi, sevilmeyi, hayal kırıklığını, sevinmeyi, üzülmeyi...

Özlemeyi nasıl bırakabilirim ben şimdi bana bir dolu şeyi öğreten bunca iyi, kötü, arkadaş, dost, düşman insanı?

Bırakabilirim bencilce!
Ama her "ilk"in yeni bir özlem olacağını nasıl yoksayabilirim?

Not: Keşke Levent Kazak bu gece bunu demeseydi...

7 Kasım 2010 Pazar

New York Türkiye bağlantısında kaç minare?


New York'ta 5 Minare filmi gösterime girmeden çok önceleri film hakkında bilgiler basına sızdırılmaya başlandı.

Fragmanlar sanal dünyada gösterime girdi.

Adana ve Antalya film festivalleri sırasında Mahzun Kırmızıgül, bu festivallerin amacını küçümseyecek cesaretiyle demeçler verdi. Körler sağırlar birbirini ağırlar demeye varan suçlamalarına varan ağır eleştirilerdi bunlar. Kaldı ki, Antalya Film Festivali jürisi, henüz ilk filmi olmasına karşın, üstelik gişe başarısı olmayacağı nerdeyse garanti olan bir filme ödül yağdırdı; Çoğunluk büyük ödülleri aldı! İsmail Hacıoğlu'na karşın Bartu Küçükçağlayan En iyi Erkek Oyuncu ödülünü, diğer başarılı isimle paylaştı; Serkan Acar/Gişe Memuru

Küçük bütçelerle çekilen, tam izleyicisini ilgilendiren, gişe kaygısı taşımayan filmlerdi. Gişe Memuru'nu henüz izlemedik ama Çoğunluk'u 100 kişilik bir sinemada 15 kadar izleyici ile izledim. Sonuna kadar hakedilen ödüller olduğuna inanıyorum.


Dün gece, zar zor bilet bulabildiğimiz, rekor bütçeli, bolca "ünlü" oynatılarak çekilmiş olan New York'ta 5 Minare'yi izledim.

Filme, sinema sevdasına çok güvendiğim, ve kitaplarını, Arka Pencere dergisindeki eleştirilerini kaçırmadan okuduğum Burak Göral'ın film hakkında yazısını okuduktan sonra gitsemde, önyargılı olmayacağım diye kendime söz verdim.


Film başladı...


Bir patlama oldu! Ve memleketin bir kalemi daha susturuldu.

İyi başlangıç dedim. Bir hesap sorulacak.

Yok, sorulmadı. Sadece bir yazar daha, klasikleşmiş arabaya bomba koyma tuzağı ile öldü.



Devam...

Bir tarikata baskın. Takır takır patlayan silahlar... Ve elbette kahramanlarımızın başarısı.


Film devamında, gözünden kanlı yaşlar akıtarak "iyi insan olun" mesajı veren imam Ali Sürmeli, bu filmin sonuyla bağlantılı bir mesajdı sanırım, Mhp andı, tarikat "hu"lamaları... O "hulamalar" çarpıcı bir müzikle verilmiş, dolayısıyla etkilenmemek elde değil, ama ben tam o anda Haluk Levent konserlerinde kafa sallayanları düşündüm, o başka!

Ha tabi, arada yeni mezun polislere görevlerinin ne olduğunu anlatan, Arka Sokaklar dizisinin baş komiseri, iyi polis Zafer Ergin'in nutku! Zafer Ergin alkollü araba kullansa bile, bu cezadan kurtulur inancım daha bir pekişti nedense. O kadar inanmış yani...


Devam...

Ana konu, ABD vatandaşı olmuş, nur yüzlü, namazında niyazında, şivesini hiç kaybetmemiş, Amerikalı dünya tatlısı bir kadınla evlenip, ailesine sadık bir kız evlat yetiştirmiş ama terörist, ama aslında vatan haini, ama aslında göründüğü portreden çok farklı yaşayan, ve acar polisimiz Fırat Baran (Kırmızıgül) katkılarıyla keşfedilen terör zanlısının Deccal'in (Haluk Bilginer) ABD'li ajanlar sayesinde yakalanışı, İngilizce bile bilmeyen ama üstün hizmet performansından dolayı suçluyu almak için ABD'ye gönderilen Fırat ve yardımcı polis Acar'ın (Musti) beraberliği... Ve kim olduğu izleyiciye bırakılan Marcus (D.Glover) yardımlarıyla Deccal ya da filmde anılan adıyla Hacı'nın kaçırılışı...

Ama Hacı o kadar iyi bir Müslüman, o kadar Allah yolunda bir adamdır ki...

Kendisi teslim olmak ister! Fırat ve Acar yanındadır. Acar çoktan adamın suçsuz olduğunu anlamıştır. Ama nedense Fırat asidir, bu iyilikçi adam kendisine "oğlum" dedikçe, "Bana oğlum deme!" diye sertçe bağırır.

Kızının "aman babam tutuklanmadan evleneyim, mürüvetimi görsün" diye apar topar evlendiği ve Hacı Deccal'ın cep telefonu kamerasından izlediği düğün törenini duygulanarak izleriz.


Sonrası...


İşte yakalanma... Türk polisi adaletine teslim, kendisine yöneltilen bütün suçlara "ben değilim aradığınız" itirazları ve başına gelen ne varsa "Allah'ın takdiri" diye bakan, sükuneti elden bıakmayan mazlum Deccal (Hacı).

Öyle ki... Tüm nefretine karşın, Fırat bile inanır Hacı'nın,sorgulamalar sonrası, Deccal olmadığına!

Ve birden...

Gerçek Deccal yakalanıverir!

Tesadüf bu ya... Bizim Hacı'nın yan gözaltı koğuşuna konuverir.

Ama ne koğuş... nevresim takımları pırıl pırıl... (Hani film uluslararası ya, galiba Kırmızıgül bu tertemiz çarşaflarla Geceyarısı Ekspresi imajımızı yıkmak istemiş diye düşündüm).

Orada sakin sakin "inanın, inanç yeter" konuşması Hacı'nın...


Ve Bitlis!

NewYork'un Bitlis'e bağlanması...

Çünkü Hacı Bitlis'li!

"Sular bulanmasın" (!) diye dönemediği memleketine, annesine yıllar sonra kavuşması.

Ve birden filmin töre gerçeği!

Aslında babasının katilini arayan bir polis memurunun kişisel hırsıyla tanışmamız, bu mükemmel insanı boş suçlamaları, terörist ilan edip ABD polisini bile yanıltması...


Sonunu yazmıyorum.;)

Ufak bir mantık hatası var, 73 yılında babası öldürülen Fırat... Katili Hacı, minicik bir çocuk! Oysa filmde görünen Fırat, Hacı'dan yaş olarak epey küçük. Neyse... ;)


Film bitti...


İyi müziklerle desteklenmiş bir film. Müzik seçiminde oldukça başarılı bir ekibi var Kırmızıgül'ün, tartışılmaz. Ellerine sağlık.


Senaryo 11 yıl önce yazılmış, henüz gerçek sahibi DNA testi yapılamadığından ortaya çıkmadı. Hadi Kırmızıgül diyelim... Günümüze uyarlamak için epey eklemeler yapılmış. Senaryo çok güçlü olmadığından belki gerçek sahibi peşini bıraktı, bilemem.


Ve...

Burak Göral, çok iyi niyetle, Kırmızıgül sinemasından sözetmiş, haklıdır. İlk 2 film, başı sonu belli bir öykü için kurgulanmıştı, ama bu film Mahzun için bana şunu düşündürdü. Sanki birileri ona "al bu para, bu 1.5 saatte ne anlatabilirsen anlat! Ama bizi iyi anlat, yani "iyi"..." demiş, ve bu film ortaya çıkmış.


Gişesi zirveyi zorlar eminim.

Çok içten itiraf ediyorum, filmi Türkçe izledim ama bir kezde İngilizce izlemek için bende gideceğim.

Bugün filmi satın alan, gösterime sokacak pek çok ülke oldu.

Türk sineması adına başarı... diyebilir miyim?

Keşke "helal olsun Kırmızıgül" diye içten seslenebilseydim sana...

Olmamış Kırmızıgül.

Saptırmışsın.



Küçük ama büyük bir not sinema tutkunlarına: Filmlere gitmeden önce okuyun derim; www.arkapencere.com


Bir diğer not: Burak Göral kitaplarını bulabilirseniz hemen alın. Bu filme onun eleştirisine karşın gittim, ve "aklın" değil, "akıllı düşünenin yolu bir" diye düşünmeye başladım. Büyüksün hocam.


Son not: Reklam yapmıyorum! Hakedene hak teslim ediyorum. Halay çekenleri görünce ülke insanını dışlayabilenlere inat!


En son not: Haluk Bilginer... Harikasın!

2 Kasım 2010 Salı

Sarhoş yazılar vol:bilmemkaç

Amerika'da karşıdan karşıya geçmek üzeresiniz ve yayalara kırmızı yanıyor, ve üstelik hiç araç yok! Geçmezsiniz, beklersiniz. "Abi ben gerizekalı mıyım" diye düşünür ama geçmezsiniz. Tabi iyi bir terbiye almışsanız!
Avrupa'nın herhangi bir yerinde, sigara içmek serbest olsa bile yaktığınız anda kafalar size çevrilir, öyle bir ikinci sınıf hissedersiniz ki kendinizi, söndürürsünüz. Tabi iyi bir terbiye almışsanız!
Türkiye'de iyi terbiye almak çok gereksizdir. Çünkü iyi terbiye alanlar "salak"tır! Kurallara uygun davranışlar sizi sadece "salak" yapar açıkgözlerin gözünde! Ve elbette asla dışlanmak istemez hiç kimse, "geçerim abi ne var, yaparım abi ne var, kolaysa abi ne var..." diye diye...

Bir başka yazıda, "Biz Türkler..." diye başlayan ve trajedilerimizi (!) komiklik olsun diye paylaşan kişilerden hiç hoşlanmadığımı yazmıştım. Neden adam olamayız, kendimce açıklamıştım. Olamayız!
Oldurmuyorlar çünkü!
Çünkü biz yayalara kırmızı yanarken, aralardan derelerden geçmeyi marifet sayarız. Çünkü biz yasaklar varsa, delmeyi bulmanın yollarını marifet sayarız, başbakanlarımız eşliğinde hemde!
"Kanun bir kere delinse ne olur ki?" "Ben youtube'ye girebiliyorum!" diyen başbakanların çocuklarıyız biz!
Ee o zaman bu yasaklar eşliğinde aslında sonsuz özgürlüğümüzü neden kullanmayalım? Neden devlet büyüklerimiz "hadi aslanlar" derken, korkak bir kurt olalım?

Senaryolar yazılıyor ve biz 80 ihtilalinden sonra hep bize verilen rolleri oynamaya gönüllü edilgenleriz!
Uyutulmaya gönüllü edilgenler. Ama bir açık bulun sıyrılın... öğretilen edilgenler!
Bir kaç "yırtınan" çıkıyor, "yırtındığıyla" kalıyor.
Çünkü o arada bilmemkim bir klip çekiyor ve canım Türkiyem o klibe kilitleniyor!
Birileri aynı anda bir okul için yardım topluyor.
Birileri aynı anda otistikleri tartışıyor.
Birileri aynı anda futbol konuşuyor.
Birileri aynı anda sinemada.
Birileri aynı anda "sanat" tartışıyor.
Birileri aynı anda... aynı anda... aynı anda...
Türkiyem kendine uygun olanı tartışıyor!

Ama benim canım ülkem hiç "biz ne zaman adam oluruz" tartışmıyor! Sadece kafasına göre yazıyor arada...
Kendine uygun adam kılığını bulup giyiveriyor.;)
Ama biz suya yazı yazma dalında hep birinciyiz!

Sular akar giderken öyleee bakarız.
Kimse şikayet etmesin!

Kasım'da aşk başkadır... unutmayın.