31 Aralık 2011 Cumartesi

Birden böyle tükendim

Hiç uzatmadan...
Günlerdir heyecanla beklediğim yılbaşı gecesi geldi çattı.
Yılın en sevdiğim günü.
Yaşgünleri kişiye özeldir, sevinen aslında sadece yaşgünü sahibidir bence.
Ama yılbaşı, zengin fakir, genç yaşlı herkesin içinde tatlı bir kıpırtıdır. Hep beraber aynı dileklerle kutlanacak, içlerde dertlerden çok mutluluğun hüküm süreceği kısacık bir gece işte.

Ve
ben şu dakikaya kadar, heyeanlıydım, tatlı bir telaş vardı içimde.
Buzdolabına bakıyor, neler hazırlasam
dolabımı açıyor, ne giysem telaşı.
Aslında uzun zamandır belliydi hazırlayacağım yiyecekler, giyeceğim kıyafet.
Ama bu heyecanı tekrar tekrar yaşamak tatlı bir oyun gibiydi benim için.

Ve birden bir şey oldu.

Heyecanım tükeniverdi.

Az önce yazdığım cümleler dökülüverdi klavyemden.
"Çok garip. Yılbaşı gününü,heyecanını çok seven ben. Mutsuzum. İçimde heyecan yok."

Buzdolabını kapattım.
Elbisemi dolaba astım.

Gözlerimden yaşlar süzüldü.
Yalnızım ben dedim kendime, yapayalnızım.
Hayatımı başkalarının mutluluğuna adamışım, başkalarını mutlu edebilmek için koşuşturmuşum.
Bu beni çok mutlu eden bir şey. Şikayet değil. Ömrümce bunun için çalışacağım hatta.

Ama

Kimbilir belki de duymak istediğim bir sözcük, bir teklif...
"Senin için yapabileceğim bir şey mi var mı?
yardım ister misin?
boşver ocak başında günü tüketme, hani bir sözümüz vardı, gel alışverişe çıkalım..."

Birden tükendim.

beklememeyi
hayal kurmayı bilmediğimi
sanmışım
yalnız olmadığımı düşünmek istemişim

Şimdiyse, "aa istedin de yapmadım mı, neden söylemedin ki, e aşkolsun söylesen koşmaz mıydım" itirazlarına hazırım.
Hatta suçlanmaya.

Ama ben kimsenin beklemediği zamanlarda onlar için birşeyler yapmak için gayret gösteriyorsam

Neyse;)

Ben yalnızmışım.

Mutlu seneler.

20 Aralık 2011 Salı

Hayatımızın "di'li geçmişleri

Yitirdiğimiz insanların
yitip giden duyguların ardından, "oğff ne tatsız hayat" deriz ya hani.

Aslında hayat "di'li, du'lu" geçmişimizle ne kadar da güzeldir

Şöyle bir düşünün, sadece bir an.
Yitirdiğimiz her kişi, her duygunun bize yaşattığı güzel anıları, anları.
Hiç bir ilişki, hiç bir oluşum tesadüf değil bence.
O insanların ailemiz olması, arkadaşlarımızı dostlarımızı seçme, işimiz, iş çevremiz, vsvs.
Hepsinin bir nedeni, bir açıklaması yok mu?
Tesadüfen tanışabiliriz, ama yola birlikte devam kararı alan biziz.
Haa, kazık mı yedik, ya da hayalkırıklığına mı uğradık? İflas mı ettik? İşimizde başarılı olamadık, elimize çıkış mı tutuşturdular? En çok sevdiğimiz ölüp bizi terk mi etti?
Belki birisi değil, çoğu çoğunluğumuzun başına gelen olası durumlar işte.
Acımız sıcakken isyan ettiğimiz oluşumlar.

Ya sonra?

Di'li geçmişlerimizi düşünürken, paylaşırken...
en çok güzellikleri düşünürüz aslında
başlangıçları, birlikte yaşanmışlıkları
hatta ölüp giden kişinin komik anılarını paylaşırız, "vay rahmetli" diye bir gülüp, bir ağlama halini yaşarken
kazık yediğimiz insanımızı anarken, "ne kazık attı ama..." diye başlayan cümlelerimizin ardından, "ama bak şurada, o anda, o gün..." diye başlayan sıcak anıları atlamayız, yediğimiz kazığa üzülüp, nefretle iç geçirirken
Giden sevgilinin ardından üzülürüz, acımız öylesine büyüktür ki ölmeyi bile düşünürüz, sonra öfkeleniriz, beddualara vardırırız
ama başımızı yastığa koyduğumuzda, ya da ne bileyim bir sinema koltuğunda, veya bir marketin koridorlarında, bir yolculukta, o ağacın altından bir kez daha geçerken güzel anılarımızdır aklımızda olan istemsiz gözyaşlarımızın artık gülümsemeye dönüştüğü sonraları

Acının çok fena bir kışkırtıcılığı var. İsyankar yapar insanı vurduğunda. Acımasız yapar. Kötü sözler söyletir. Sakinliğini bozar, dengesini yitirtir.
Ben acının, öfkenin yaşandığı anda söylenen hiç bir söze, davranışa kızmaz oldum artık. Çünkü bu duruma sıkça düştüğümü, sonraları pişman olduğumu biliyorum. Ama bunu bilmek, tekrarlamamak olmuyor, bunu da biliyorum, ama giderek daha soğukkanlı yaklaşabileceğimi öğretiyor zaman bana. Susuyorum çoğunlukla artık.
İsyansız yaşamayı öğreniyorum.
En azından deniyorum.
Çünkü biliyorum ki, zaman geçip başka insanlara karıştığımda, yaşadığım günlerin güzelliğini anacağım sadece.
Paylaştıklarımızı.
"Di'li" geçmişin beni rahatsız eden bölümlerinden çok, mutlu eden yanlarını keşfetmek, anmak, insanları anlayabilmek adına olgunlaştırıyor beni. Belki hepimizi.
Hiç kimseden tümüyle nefret etmiyorum artık
yine bağlanıyorum, yine çok seviyorum ama açık kapılar bırakarak.
Benim için de açık kapılar bırakılmasını istiyorum.
Çünkü ben mükemmel değilim.

Ve

biliyorum ki, her türlü acıyı, olumsuzluğu yaşadığımız halde, sıkça yinelediğimiz, "nerde o eski günler" veryansını, "di'li" geçmişe özlem, aslında çok kişinin benim gibi yaşamasından, düşünmesinden.
Gidenlerle, terkedenlerle yaşanılan güzel anıların belki de çok daha fazla olmasından.

Sevgiler.

Küçük bir notcuk: Ekstrem duygular bu yazıda yer almamıştır. Kurumları bağlamaz. Çekirdek dünyamızın insanlarıdır konu edilen.

13 Aralık 2011 Salı

Nasıl BEŞİKTAŞ'lı oldum?




Bizde, tuttuğu partiden, takımdan, yazardan, kısaca daha önce tuttuğu ne varsa artık, cayana "dönek" derler.
Ama
şöyle de bir şey var ki, tuttuğu partiyi, takımı, yazarı, kısaca kişileri tuttukları ne varsa "döndürmek" isteyende yine biziz.

Bu yazıyı okuyacak kartalların, "BJK'lı olunmaz, BJK'lı doğulur" sözleriyle bana itiraz edeceklerini, beni içlerine sindirmeyecekleri tehlikesini göze alarak;

Ben bir dönek'im diyorum ve bir dönekliğin öyküsünü yazıyorum.

Ben doğduğumda, bizim ailede rengarenk bir taraftar grubu vardı.
Ailemde herkesin tuttuğu takım farklıydı.
Yani doğuştan şaşkındım.
Ailede en çok sevdiğim insanın takımını mı tutsam, en çok gol atanı mı, renklerini beğendiğimi mi bilemedim anlayacağınız.


Futbolu hem çok seviyordum, hem de ciddi bir arayış içindeydim.
Yaşadığım şehrin takımının maçlarına babamla beraber düzenli olarak gidiyordum, hatta kardeşlerimin yakın arkadaşları olan futbolcuları birebir tanımanın, onlara dokunmanın hazzını yaşıyordum, ama nedense 3 Büyükler'in pırıltılı cazibesinden kendimi kurtaramıyordum.
Sonunda kararımı verdim, ve o senenin şampiyon takımını "benim takımım" olarak ilan ettim.

Uzun yıllarımı geçirdiğim 2. evimde de benden başkası benim takımımı tutmuyordu.
Birbirimize deli gibi tutkun bizlerin maç günleri birbirimize gösterdiğimiz sabır olağanüstüydü tabi.;) Derbi sonrası konuşma yasağı getirirdik evde.
Kimbilir belki de, taraftarın birbirine küfretmesine gösterdiğim tepki hep bu hoşgörünün eseridir.

Ama

3 kişilik evimizde diğer iki kişinin tuttuğu takım aynıydı, maçlardan sonra sarılışmalar, ağlaşmalar, çemkirmeler, sevinç, hüzün ne varsa işte birlikte paylaşılıyordu.
İtiraf ediyorum, arkadaşları arasında futbol tutkunu olmayan, maçları tek başına izleyen, her bi duyguyu sadece aynayla paylaşan ben, bu durumu nasıl kıskanıyordum, belli değil. O derece!

Yaşamın sürprizleri olur ya...

Onca yaşanmışlığın üstüne, pat diye hayatıma giren, Murathan Mungan'ın tabiriyle "uzun yolları göze alabilen" bir dostum oldu.
Yaşamın kıyısından beni çekip alan, yepyeni ümitlerle tam ortasına çekiveren, pırıl pırıl bir dostum.
Çok şeyi, hayatı paylaşıyorduk artık.
İkimizde futbol tutkunuyduk.
Ama

Can dostum takımına delice tutkuyla bağlı bir kartal'dı!

Maç günleri, arkadaşlarını aramasını, konuşmalarını, şakalaşmalarını hayranlıkla izliyordum. Deplasman maçlarını izlerken herşeyi unutmasını, sevincini, öfkesini, üzüntüsünü izliyordum gıptayla. BJK'ın yenmesi için dualar ediyordum, puan hesaplamalarını filan unutarak. O'nun mutluluğu herşeyden önemli olmaya başlamıştı.

O'na, iki kupa kazanan Beşiktaş'ın hatıra formasını almak için Kartal Yuvası'na girdiğimde içerdeki mutlu kalabalık atmosferin büyüsüne kapıldım gitti. Çıkmak istemiyordum. Herşeyi elledim dükkanda olan. Formalardan, kahve kupalarına kadar ne varsa dokundum.
Hani bir aşkın ilk kıpırtıları düşer ya midenize, çarpmaya başlar hızlıdan kalbiniz... işte tam olarak durumum buydu!
Elimde ona bir forma, kendime bir forma ve bir terlikle çıkarken yaşadığım mutluluk tarif edilemezdi.

Artık bir "dönek"tim.
Maçların heyecanını, çoşkusunu paylaştığım, dünyalardan çok sevdiğim bir dostum vardı artık benimde.
İçimde BeşiktAŞK büyütmüştüm dostluğun sevgisiyle, gücüyle hiç farkında olmadan.

Artık çok kartal'ın dediği gibi, sevgiliye duyulan sevginin önündeydi bu aşk.
Paylaşmanın keyfini yaşamaksa, olağanüstü bir duyguydu, reelde, sanalda.
Bir şampiyonluğa hayranlıkla başlayan takım tutma maceram, gerçek tutkuyla bağlandığım Beşiktaş'ımın fanatik bir taraftarı olarak gerçekliğine dönüşmüştü.

Dün gece Tayfur Hoca'nın, Serdal Reyiz'in, Ahmet Ateş'in özgürlüğüne kavuştuğu dakikalarda sevinçten hıçkırarak ağlarken, büyük takımım Beşiktaş'ımın "gururlu bir dönek" taraftarı olmanın mutluluğunu olağanüstü yaşadım, başka hiç bir şey düşünmeden.

Hayatımda bir kez dönmüştüm, döneklikse doğruya dönmüştüm ama.

12 Aralık 2011 Pazartesi

Geriye sarsak?

Hayata öldüğümüz yaştan başlasak, doğduğumuz yaşa insek
yani tersten yaşasak, yaptığımız hataların çok daha az olacağını konuşup dururuz ya
peki
biten bir aşkı geriye sarsak?
ayrılmış çiftleri bir odaya kapasak mesela?
bir ekranda izlettirsek

O artık birbirlerinin sesini duymaya tahammülleri kalmamış iki kişiyi bir koltuğun iki ucuna ayrı ayrı oturtsak
bassak düğmeye
geriye dönmeye başlasa hikaye

son münakaşadan geriye

nolur bunu yapma kıskanıyorum dendiğinde yaptıklarımızı ama sadece hissettiğimiz baskıdan bunaldığımızı paylaş nolur diye yalvaranla paylaşmadığımız durumların yarattığı dışlanmışlığın gerginliklerinden geriye
...
...
...
birlikte son yenilen yemek son içilen içkilerin devrik dökük bırakıldığı masa son sarılış son öpüşme
...
...
...
kutlamalar hediyeler sonraki kutlamaların planları
...
...
...
yolculuklar hiç münakaşasız mutluluklar yeni yerler tanınmayan insanların içinde birbirine sarılmalar sahiplenmeler
...
...
...
bir anahtarı paylaşmanın mutluluğu birlikte seçilen eşyalar soğukmuş sıcakmış hiç hissetmeden sadece birbirini hissetmenin hazzı
...
...
...
geceyarısı sabahın kör saatinde telefona düşüp aynı saniye içinde yanıtlanan sevecenlikler
...
...
...
hastalıklar üzüntüler hayalkırıklıkları beraberiz ya üstesinden geliriz kucaklaşmaları omuzlarda ağlaşmalar
...
...
...
seviyorum kıskanıyorum sakınmaları münakaşalar seviyorum sarılmaları ilk küskünlüklerin ardından ayrılıklar ilk karşılaşmada birbirine bir daha asla kucaklaşmaları beni bırakma mutluluğunda gözyaşları
...
...
...
fedakarlıklar bir saat bir dakika görebilmek için uzun yollar bir kaldırım taşında elele
...
...
...
saklanan anılar bazen bir peçete sinema bileti hatta vapur tren biletleri çok sevdiğin ağzın içinden çıkarılmış bir zeytin çekirdeği bazen
...
...
...
ilk nazlanmalar şımarıklıklar oyunlar daracık mekanda topsuz oynanan top oyunlar üzerine atlamalar kucaklaşlamalar, dudaklarda öpücükle bitiveren sözler
...
...
...
uzun ayrılıklara mektuplar hasretler beklemeler
...
...
...
merak etmeler kiminle nerde sorularının asla yanıtsız kalmaması burdayım ama aklım sende mesajları
...
...
...
özlemeler
tek başına yattığın yatakta boşluğu doldurma arzusunun bastırılamaz ağırlığı
...
...
...
şarkı tutmacalar
şiirler yazmacalar sonu asla bırakmamla biten öyküler karalamacalar
...
...
...
ilk elele tutuşma ilk öpüşme sıradan ama en masum en unutulmaz
...
...
...
ilk buluşma bir sonrakini ilk ayrıldığın an özlemle bekleyiş

ve birden başladığı ana dönse film, son münakaşaya, artık birbirinin sesini duymamak için telefonların kapatıldığı, mesajların okunmadığı bir tarafın hırçınlaşarak, ağlayarak, kızarak, yalvararak nolur bir dinle yalvarışlarına

o mutluluğu yaşayan mutlu anları mutsuzluklarından az olan
koltuğun iki köşesinde birbirinden uzak oturan kadınla erkek birbirlerine bakıp
kıyalım mı
diye geçirirler miydi içlerinden
en azından...
.
.
.
beni bütünüyle sev diye terkederken o çok seveni
farkında mıyız
karşımızdakini bütünüyle sevmediğimizi?

11 Aralık 2011 Pazar

"Ne söylenebilir ki 25 yaşında ölüp giden birisinin ardından"
diye başlamıştı unutulmaz Love Story filmi.
İzlediğim en güzel aşk filmi değildi.
Ama çok acıklıydı.
11 kez izledim.
Her seferinde daha çok ağlayarak.

En çok

bir Ocak gecesinde, buz gibi mobilyasız bir odada, yere serilmiş gazetelerin üstünde seninle ısınmayı sevdim ben.

Ne söylenebilir ki bitip giden bir güzelliğin ardından

Hoşçakalın.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Neo-romantik aşklar

Eminim itiraz edenler olacak.
Önüme geniş bir fotoğraf koymak isteyenlere hazırım hatta. Oysa ben o fotoğrafa, nerdeyse 3 boyuttan bakıyorum günlerdir.
ve
genel durum böyleymiş:

"Evet, artık erkeğin hödüğü makbul. Yine bir tür romantizm var ama buna "neo romantizm demek daha doğru. Yani kadını kibar, mumların yandığı bir restorana götürmek out, maça götürmek in. Kadını günde 3 kere aramak out, telefonuna cevap vermemek in. Onunla resim çektirmek out, başka kızlarla çektirmek in."

Sözlerin sahibi ben değilim, ben olsam resim yerine foto derdim zaten.;)
Bugün Ayşe Arman'ın röportaj konuğu Nezih Ünen'in sözleri bunlar.

Röportajın devamıda ilginç.
Zamane aşklarına farklı bir bakış açısı. Saptamaların çoğuna istemeyerekte olsa katıldım, çünkü bir türlü toparlayıp bir araya getiremediğim sözcüklerle "aşk" analizi yapmış Ünen.
Elbette, kadınların da eski kadınlar olmadığını vurgulamış, hatta suçluyu "facebook" (twitter'dan henüz haberdar değil sanırım) tarzı internet siteleri olarak ilan etmiş.

Ve şöyle bir saptama yapmış:
"Aşk giderek sevgiden uzaklaşıyor."

Tesadüf bu ya, iki gündür dilime dolanan şarkı sözleri şu, hatta msn kullansam, kişisel ileti hanesine yazacağım şu sözler:

"Koskoca bir ömrü tükettim seninle
Ve sen hiç olmadın aslında içinde"


Acıtıcı değil mi?

Kavramlar değişiyor.

Biz, dinozor romantikler, hala aşk'ın vuruculuğuna güzellemeler yapıyor olsak ta, yeni aşk düzeni aslında Ünen'in tarifi işte.
Ve her ne kadar kabul etmesekte, ataerkil inancın belki de son kalıntılarını taşıyoruz içimizde biz bazı kadınlar.
Bir erkeğin kolunun altında, sahiplenilmişlik, sahiplenme duygusunun hazzını yaşamak istiyoruz.
Baktık olmuyor, "tek taşımı kendim aldım" moduna geçiyoruz.
Ama inancım odur ki, gururla sığındığımız bu cümlenin içimizi farklı bir yakmasından kurtaramıyoruz kendimizi.
Oysa, karşılıklı sevgi, saygı hatta aşk içinde, yine de alabiliriz tek taşımızı.
Neyse.;)

Nezih Ünen'in sözettiği erkek modeli, başlangıçta, beraber olduğu erkeğin marjinal olduğunu düşünerek sevimli bile gelebiliyor kadına.
Yine inancım odur ki, en küfürbaz kadının içinde bile bir zerafet vardır, doğası gereği. "Erkek gibi kadın" olmaksa, en marjinal erkeğin bile pek hoşlanmadığı bir durum da olabilir genelde.

Ve kıskançtır aslında kadın, meraklıdır
içini açmayı sever
gevezedir çokca
çünkü paylaşmayı sever
paylaşılmadığında, suskun kalındığında, kendisini ilişkiden dışlanmış hisseder
agresiftir kadın
sükunetini koruyamaz duruma geldiğinde, içi ne kadar acırsa acısın
gözünün önünde ne kadar güzel anı canlanırsa canlansın
ve en fenası ne kadar çabalarsa çabalasın
erkeği kaybetmiştir, terkeder.
Tabi ki aslında kimin kimi kaybettiği tartışılır.
Ve zalim erkek, kadının terkini, başka kadınlara "hödüklük" yapmak üzere, umursamaz bile.

Doğrusunu söylemem gerekirse, ben bu "hödüklük" durumunun makbul olduğuna inanmıyorum, inanmak istemiyorum.
Nedeni açık.
Çünkü çevremde, mutlu çiftten çok, ayrılmış, boşanmış çift var artık.

Oysa ne kolaydır aşk.
Aşk'ı sürdürmek.
birlikte maça da gidilir, mum kokulu restoranlara da
birlikte küfür de edilir, gözgöze bakışıp aşk ilanı da yapılabilir
çalan telefon açılır, münakaşa da edilir, sevgi sözcükleri de sıralanabilir
birlikte fotoğraf karesine poz da verilir, başkalarıyla pozlara da gülümsenebilir.

Aşk'ı sadece sevgiden değil, saygıdan uzaklaştırmazsak.
"Ben" değil, "biz" olmayı başarabilirsek, son günlerin "in" sözüyle.


Ve ben Kaybedenler Klübü'nün kulubesindeyim şimdilerde.
Esas oyuncu olmam için belki çok az zamanım kaldı.
İçim gerçekten acıyor.
Ortak bir yaşamın içinde, dışlandığımı hissetmek çok yaktı canımı çok.
Ve artık, açılmayacak bir telefonu çaldırmak istemiyorum.
Ve artık, sadece ve sadece 3 gün etkisini sürdürecek "seni seviyorum" ları sıralamak istemiyorum, en acısı çok sevildiğimi bile bile.
Aşkla, sevgiyle, saygıyla bir ortaklık yaşamak bile istemiyorum artık.
Güzel anılarıma kapanıp, onlarla gülümsemek istiyorum.
Çünkü ben hödüklüğü marjinallik kabul eden, "öküzün birini seviyorum" diye gururlanan kadınları benimseyemiyorum.

Neo romantik değilim.
Telefonumu hiç kapatmadım
çünkü bir fotoğraf var içinde.
Huzurlu bir akşamüstünün, güneş batarken çekilmiş bir yol fotoğrafı.

4 Aralık 2011 Pazar

Bir taksi öyküsü

Kendimi bildim bileli gevezeyim.
Kendimi bildim bileli de bana sus diyen olmadı. Hatta ben ufak bir çocukken, bir gün aralıksız 30 dakika kadar susunca, annem beni doktora götürmeyi önermiş babama, "bu çocuk kesin hasta", diye.
Sessizliği oldum olası sevmemişimdir.
Hani şu bazılarının "anlam" yüklediği sessizlikler, fırtına öncesi sessizlikler gibi durumları pek yaşamadım.
Bulunduğum ortamlar çoğunlukla gürültülüdür.
Çalan, oynayan ne varsa kısık ses izleyemem.
Bangır bangır şarkı söyleyen, ya da herhangi bir filmde birbiriyle atışan, konuşan, sevişen, koklaşan kim varsa benim evin konuklarıdır.
Hatta geçenlerde, yalnız yaşadığımı bilen meraklı komşum bir bahaneyle kapıyı çaldı.
Yüzünde çaktırmamaya çalıştığı merakını gizlemeye çalıştığı bir gülümseme, "ah canımm çok sevindim senin için dün gece, konuğun vardı di mi?" dediğinde, "yooo" bile diyemedim! Sonrasında kadına, duyduğu seslerin tv'de oynayan bir filmden (adını yazmama gerek yok, hayal gücünüzü kullanın komşum gibi) olduğunu anlatma nafile çabalarım.
Kadın öyküsünü kafasında kurgulamış bir kere. Başrolede beni oturtmuş.
Çabalamaktan vazgeçtim.
İyi ki atların bolca kişnediği bir kovboy filmi izlemiyormuşum diye geçirdim içimden.
Allah korusun, bu hayal gücüyle böyle komşun varsa, senaryosu sığ filmler izlemekte yarar var.

Dedim ya gevezeyim diye

Kendi otomobilimi, olmadığı için, uçuramadığımdan bolca taksi yolculuğum var. Bindiğim her aracın şöförüyle paylaştığımız bolca öykü de bonusu.
İstanbul'da mesafeler uzak, trafik kilit olduğundan, şöförle muhabbeti tatmamış hiç bir vatandaşımız kalmamıştır zaten ama benim gibi samimileşip, olayı kankalık mertebesine taşıyan kaç kişi var bilemem.
Öyle ki, her yolculuğum sonunda, "bak nereye gidersen beni ara, cepten arayabilirsin" samimiyetinde uzattığı kartvizitlerim için bir çekmece ayırdığımı rahatlıkla söyleyebilirim.

Rastgele durdurduğum her aracın şöförünün o malum iki kişiden birisinin olmaması benim şansım sanırım.
Dün şike davasında "gizli tanık" olayı gündeme geldiğinden bu yana, biraz daha temkinli olmanın gerekli olduğuna karar verdim, bu ayrı. Nolur nolmaz kardeşim. Herkes potansiyel ajan provakatör de olabilir, gizli tanık ta. Bundan böyle memleket meselerini değil, Acun'u filan konuşurum sanırım.

Neyse

Taksiye binmemle, yine gündüzün en işlek saatinde kazılan bir anayol yüzünden, trafiğin kilitlenmesiyle burun buruna geldiğimiz an, "Belediyemiz çalışıyor" sözleri dökülüverdi dudaklarımın arasından.
Amanın!
Asla buraya yazamayacağım, (bilinmez okuyucuların arasında kimler olduğu, zaten ben demedim, o şöför dedi) günyüzü görmemiş incileri sıralamaya başlamasın mı adam?
"Bak dedi sana ne anlatıcam."

Aynen aktarıyorum:

"Ben oruç tutmam. Ramazan'da çekmişim arabayı gölgeye sigaramı tellendiriyorum. Pat dedi kapı açıldı, hop dedi yanıma oturdu bi badem bıyık. Gideceği yeri söylemeden, "ayıp ayıp" dedi, "oruç tutmuyosun, bi de sigara içiyosun. Günah ki peh peh ne günah."
Bana oruç düşmüyo hemşerim, dedim, uzatmadım.
Ama adam kararlı.
Dedi ki, "bak cehenneme gidersin, hesap vermeye başlamadan önce 3999 yıl ateşte yanarsın."
Ya hemşerim, işin mi yok diycem, badem bıyık devam etti.
"Bak artık sorgulamalar kolay. Artık öbür tarafta koca koca bilgisayarlar var. Sen ölünce, giriyorlar vatandaşlık numaranı, bütün günahın sevabın dökülüveriyo."
Hönk? dedim. İtiraz edecek oldum ama adam belli cahil, hem de inanmış.
"Hele o kadınlar, ah hele onlar, gösterdikleri her saç teli için ayrı yanacaklar." dediğinde, eyvah eyvah dedim, hadi anamın yaşlılıktan saçları döküldü ama benim hatun yanmış ki ne yanmış!
Ya abi, bu bilgisayar işine aklım yatmadı benim dedim. Yani bunca nüfus?
Kaç megabit bu bilgisayarların harddiks (aynen böyle okuduğunuz gibi) leri diye sordum.
"Ben teknikten anlamam" dedi badem bıyık.
Ya peki abi dedim, bu saç dediğin sonuçta kıl tüy, e o kıldan tüyden bizdede var, bizde yanacak mıyız şimdi?
"O kadarını ben bilemem" dedi.
İneceği yerde adamı bıraktım, ahh ahhh dedim.


Öykü böyle. Sevimli şöförüm bunları kendine has şivesiyle anlattıkça ben çok güldüm.
Kısaca güldük, ağlanacak halimize.;(
Evimin önüne geldiğimizde, ilk kez ben kartvizitini istedim bir şöförden. Yanında yokmuş. "Cep telefon?" diyecek oldum, kuru gürültüye getirdi, vermedi.
Yoksa?
Beni...
Yok yok, casus masus sanmamıştır, değil mi? ;)

Sevgiler.

20 Kasım 2011 Pazar

Neden tartışamıyoruz ki biz? Son cümleyi başta söylemediğimizden mi?

Birşeyleri bilmeden konuşmak, tartışmak huyum yoktur. Ama eğer ki bir konuda ısrar ediyorsam, kulaktan dolma bilgilerle değil, gerçekten tartışılan konuda bilgi sahibi olduğum için yaparım bunu.

Orada bir okul var.
Pek çoğunuz belki adını ilk kez duyacaksınız.
Okulun adı (İ.Ç.E.M) İşitme Engelli Çocuklar Eğitim Merkezi.
Kurucusunun adı, bu adı pek çok kez duyduğunuzdan eminim, Yılmaz Büyükerşen.
Okulun amacı, olabildiğince küçük yaşta işitme engeli saptanan çocukları cihazlandırmak yoluyla, işitmelerini ve elbet konuşmalarını sağlamak.
Farklı bir anlamda dile getirirsek, işitme engelli bireyleri topluma kazandırmak diyebiliriz.

Çocuğunun işitmediğinden şüphelenen aile İÇEM'e başvurduktan sonra uygulanan prosedür şöyle:
Uzman odyologlarca çocuğa odyometri (işitme testi) yapılıyor, ve işitme kaybına göre uygun cihaz öneriliyor.
Cihaz, çocuğun işitme kaybına göre ayarlandıktan sonra, ailesi ile birlikte, uzun bir eğitim sürecine başlanıyor.
Gerçekten çok sabır isteyen bir süreç.
Ancak varılan sonuç muhteşem.
Okul bünyesinde ayrıca işitme problemi olmayan öğrencilerin devam ettiği bir ilkokul var.
Amaç, birlikte aktivitelere katılımlarıyla çocukları kaynaştırmak.
Sistem İngiliz örneği. Zaten okulda sürekli İngilizler tarafından desteklenen hizmetiçi programlarla eğitimcilere destek verilmekte.
Gezdim, gördüm, kulaklarımla yaşadım.
Gerçekten çok gürültülü bir okul!

Sonrasında kapısında "Sağırlar Okulu" yazan farklı bir okul gezdim. Gesteno denilen işaret diliyle anlaşıyor öğrenciler. Sadece bu dili bilenlerle iletişim halindeler. Ben bu dili bilmediğim için, sessizce izledim sadece.
İyiniyeti es geçmek hainlik olur, eğitimcilerin özverisini asla ve asla yabana atmam.
Ancak, okul o kadar sessizdi ki.

İki kez Twitter'da bu konuya denk geldim.
Tartıştık.
Artık tartışma adabı bilmediğimizden midir, yoksa "hep ben haklıyım" egomuz olduğundan mıdır nedir, "sen kimsin ki?" türünden tweetlere hedef oldum. Zordur insanın hakarete uğradığında soğukkanlılığını koruyabilmesi.
Bu yazıyı kendimi savunmak amacıyla yazmıyorum.
Tek bir tweetimi silmediğim için merak edenler sayfamda bulabilirler, asla hakarete varan sözcükleri kullanmadığımı (konuya karışan kişiler, beni çok yakından tanıdıklarından, biraz da sinirlerine hakim olamadıklarından, benim de onaylamadığım bazı sözcükleri kullandılar, onlar adına özür dilerim) görürler.
Oysa ne acıdır ki, tartıştığımız kişiyle amacımız farksızdı.
İkimizde engelliler konusunda iyiniyetliydik, ve onlar için bir şeyler yapabilme çabasındaydık.
Arkadaşımız işaret dili öğrenip, işitmeyenlere yardımcı olmak gibi takdir edilecek bir sürece başlıyordu, bense cihazlandırmanın daha uygun olduğunu savunuyordum.
İkimizinde atladığı şuydu.
Yaş konusu.
Arkadaşımız bunu en son tweetinde dile getirdiğinde, birbirimizi gereksiz yere ne kadar hırpaladığımızı farkettik ama iş işten geçmişti.
Çünkü, cihazlandırma ne kadar erken yaşta uygulanırsa, sonuç o kadar mükemmel olur. Oysa arkadaşımızın amacı işitmeyen yaşlı kişilere yardımcı olmaktı.
Yine de
dün akşamdan aklımda kalan bir tweetine buradan bir kez daha sakince yanıt vermek istiyorum.

"90 decibel işitme kaybı olan birisini cihazlandırsan nolur ki?" ydi soru.
90 decibel işitme kaybı olan bir çocuğa, işitme kaybına uygun cihazı ayarlarını yaptıktan sonra takar, eğitirseniz, işaret dili yerine dudak okuma yöntemini geliştirirseniz,
kulağı sağlıklı insanlar gibi duyamasa, konuşamasa bile
ikinci bir lisanı bile öğrenir, konuşur.


Örnekleri vardır.
Ve Emre Kongar'ın dediği gibi, "doğada örneği olan herşey taklit edilebilir, uygulanabilir."

Şimdi artık yanıtı siz verin.

İşaret dili kullanarak, sadece kendi aralarında anlaşan sessizler mi, yoksa cihazlandırma yoluyla, toplumun her kesiminde yer alabilecek düzeyde sosyalleşmiş sesliler mi?

Not: Tartışmaları seviyorum ama gerçekten kişilerin birbirini saygıyla dinleyip, amacın iyi anlaşıldığı ortamlarda. Uzun süredir farkındayım ki, Twitter beni olumsuz etkilemeye başladı. Sevgili oginale__deli'nin deyişiyle offfffffff.

İkinci not: Dediğim gibi, bu yazıyı ne savunmak ne suçlamak amacıyla yazmadım. Çünkü amacımız sonuçta bir.

8 Kasım 2011 Salı

Yazı noldu diye soranlara ufacık açıklama

Özür dilerim. Çok içten özlemimle babama yazdığım yazıyı az önce sildim.
Çünkü, her ne yaşanırsa yaşansın, aile kutsallığını ve mahremiyetini unutarak, inancını sorgulamayarak, bu yazı üstüne yapılabilecek spekülasyonlardan çekindim.
Özellikle babamın adının, sosyal medyada bundan böyle olur olmaz kullanılmasının canımı çok fazla acıtacağını biliyorum.
Ailemle ilgili polemiklere girmek asla istemem.
Ve yineliyorum, insana en yakın insanlar ailesidir. En azından ben bu inancımı "hala" kaybetmedim. Kol kırılıp, yen içerde kalmıyorsa, o aileye inançsızlıktır. Saygı duymam.
Ailemin her ferdine sevgim sonsuzdur.
Teşekkürler.
Öptüm hepiciğinizi.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Bazı insanlar yani biz

Bazı insanlar
diye başlayarak, içinde senin, benim, en yakın dostunun, düşmanının, sevdiğin sevmediğin her kim varsa pek çoğunun
yani biz insanlar arasında gezintimden notlar...

Bazı insanlar
iyidir, gerçekten iyidir, saftır, temizdir, kandırılmaya uygundur, hatta öylesi saftır, iyiniyetlidir ki, seni kırmamak için, üstündeki siyah bluz için "aa pembe sana ne çok yakışmış" desen, gülümseyerek teşekkür eder. Ağzını açıp, "ama bu siyah" diye itiraz etmez.
O, safça iyiniyetlinin önde giden Pollyanna'sıdır.
Biz çok akıllılar, onun aramızda anarken, "salak" sözcüğünü kullanmayı ayıp sayarız, da içimizden geçiririz içimizi çekerken.

Bazı insanlar
kötüdür, kimbilir belki hayat şartları falan filan ciddi ciddi kötü insanlar yaratırlar kendilerinden. Fesatlaşırlar. İyilerin safça mutluluklarına katlanamazlar, daha da kötüleşirler. Mutlu olmak yoktur onlar için. Zaten insanoğlu mutlululuğu haketmiyordur.
Biz çok akıllılar, bu insanları yaşamımızdan uzak tutmaya çalışır, daha da kötü olmaya iteleriz onları.

Bazı insanlar
dedikoducudur. Başkalarının yaşamlarından sansasyonlar yaratmak için kurgulamışlardır kendilerini. İnsanları birbirine düşürmek, arkalarından ellerini oğuşturmaktır onların işi. Ve siz, akla karayı açıklamaya çalışırken, bu dedikoducular çoktan yeni kurbanlarını bulmak için yola çıkmışlardır bile.
Biz çok akıllılar, "neymiş ne olmuş" diye sormadan edemeyiz ama bu insanları lanetlemeyi asla ihmal etmeyiz.

Bazı insanlar
dediğim dedik, ben haklıcıyımlardır. Gözüne beyazı soksanız, onlar için siyahsa, mümkün değil kabul ettiremezsiniz. Hatta bazılarını bilirim, aynı şeyi söyleseniz bile, "yokk öyle değil, böyle" diye sizin söylediğinizi yinelerler. Siz zıvanadan çıkıp gülümserken, onlar "ben haklıyım" saçma saplantısıyla ömür tüketirler.
Biz çok akıllılar, kendi aramızda konuşurken, "oğfff bununla tartışılmaz" der geçeriz, fazlaca dertlenmeyiz, mümkün olduğunca alttan alarak muhabbeti kısa tutarız.


Bazı insanlar
bencildir.
Bazı insanlar
objektif bakış açısını yakalayamamış, suçlayıcıdırlar.
Bazı insanlar
zayıftır, gücü o anda en yakınında kim en güçlüyse, onun sözünü tekrarlamak sanırlar.
Bazı insanlar
hep umutsuzdur, olumsuzdur, bazıları hep olumlu, hep umutlu.
Bazı insanlar
esirdirler. Ya bir insana, ya bir maddeye esir. İnsanı kendi olmaktan çıkaran esaretlerin elinde sadece bir kurbandırlar oysa.
Bazı insanlar
yaşama sadece tek pencereden bakarlar. Geniş fotoğrafı görmek istemezler.
Bazı insanlar
neşelidirler. Hayatın esprilerini yakalama ustasıdırlar. En olumsuz anları, olumlu bir kaç sözcükle özetleyiverirler, şaşırtırlar.
Bazı insanlar
geyiktir. Hayat ciddiye alınacak yanı olmayan bir süreçtir. Herhangi bir oluşumla, durumla yerli yersiz dalga geçerek insanları güldürmektir onların amacı. Öyle ki, sabah üzüldükleri bir konudan, bu bir cenaze bile olabilir, akşamüstü saçmasapanlığa varacak geyikler üretmektir onların misyonu.
Bazı insanlar
satıcıdır. Ne dostluğun, ne paylaşılanların önemi yoktur onlar için. Sattıkları insana geri dönmek istediklerinde, bir daha hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını düşünmezler. Giderek yalnızlaşırlar.
Bazı insanlar
fazla güçlüdürler. Gücü ellerinde tutmak için yapamayacakları, ezemeyecekleri hiç bir engelleri yoktur. Mutlaka bir çözüm üretirler. Yıkmak, kırmak, yoketmek pahasına.

bazı insanlar
bazı insanlar
bazı insanlar


öyledir, şöyledir, böyledir.

Dünya nüfusu bazı insanlardan oluşur.
Biz aslında yanlışta doğru arıyoruz.
Kaça ayrılır insanlar sonucunu bulmak istiyoruz ya, dünya nüfusu bölü bir insanız aslında.
Aynı pencereden baksak bile, kendi aramızda bölünüp, çoğalıyoruz.

Keşke
hem güçlü, hem güçsüz
hem iyimser, hem kötümser
hem objektif, hem subjektif
hem esir, hem esir alan
hem bencil, hem fedakar
hem neşeli, hem hüzünlü
hem geyik, hem ciddi
hem haklı, hem haksız
hem iyi, hem kötü
olmayı becerebilseydik.

Ve biz çok akıllılar, kendimizi hep en doğru sanarken, karşımızdakini tenkit etmek yerine, kendi aklımızı sorgulamaktan kaçınmasaydık.

Kimbilir
belki o zaman hepimiz kendi deneyimlerimizle kendi çapımızda "bilge insan" olabilirdik, iyiliğimiz, kötülüğümüz, saflığımız ve uyanıklığımızla.
Farklı farklı bilgeler.
Ve kavga etmezdik.
Kavgamız, hayat nasıl daha anlamlı yaşanır hep birlikte olurdu.
Sevmediklerimizi yolun dışına itmeyi değil, kazanmayı amaçlardık.

Sahi?
Kaç yıldır "bilge insan" çıkaramıyoruz kırk kişi içinden?

9 Ekim 2011 Pazar

Benim yağmurlarım

Yağmurla uyandık ya bu sabah

gökyüzü simsiyah olunca, mecburen ilk yaptığımız eylem, elektrik düğmelerine basmak oldu, evimizin içini sahte bir gün ışığıyla aydınlatmak için.
Hele benim gibi, gece aydınlanmak için bile, sadece mum kullanan insanlar için felaket bir durum, gündüz evi ampul ışığıyla aydınlatmak.

İtiraf ediyorum

Bu sabah yağmur var İstanbul'da şarkısı, melodisinin güzelliği ötesinde pek bir anlam taşımıyor benim için.
Belki de, hiç bir yağmurlu günü sevgilime sarılarak, şömine karşısında elimde aperatifim, önümde mısır ya da cipslerimle geçirebilme şansını bulamadığımdandır.
Öyle fonda hafif bir müzik, elde kadehler (duruma göre kahve çay olabilir elbet), battaniye altında mırıl mırıl sohbetlerin kahramanı olamadım ki hiç, kalkıp bu durumların fantazisini yapayım.
Hayal gücüm, bu yağmurda kapalı anlayacağınız.
Hatta
öyle anılarım var ki, bırakın camdan dışarı bakıp hayallere dalmayı, aklıma ilk gelenler bunlar olduğundan sevmem yağmuru filan.

Aklıma, camdan içeri istemsiz girip, evin döşemesini küçük bir tepeye döndürmesi gelir;
Kabaran parkelerim, gökyüzünün yağmuru döküşünden daha hızlı akan gözyaşlarım ve gökgürültüsünü bastıran höngürdemelerim. Ha pimapen tamiri ödediğim faturayı yazmıyorum.
Bir keresinde semt pazarında yakalandım çılgın yağmura.
Olacak ya işte, brandaları tutan iplerin boşanıp, üstünde biriken suların gazabına uğrayan en az 20 kişiden birisi ben olunca buyur romantikleş.
Yanımdan geçen, otomobil uçar gider'in başrol oyuncusu olma potansiyeli olduğuna inandığım genç adamın, kenarda biriken yağmur sularını, daha 3 gün önce, nerdeyse servet ödeyerek aldığım blucinimi çamura bulaması?
Ha durmasına durdu, pişkin pişkin "gideceğiniz yere bırakayım" teklifinde bulundu. Bazılarınız "ay ne romantik bir tanışma" diye bile geçirebilirsiniz içinizden. Neyse ben ne tepki gösterdiğimi yazıp, öfkenize hedef olmayayım hiç.
Vapurda yakalanmışlığım da vardır, bildiğiniz korku filmi.
Ne martı uçar tepenizden, ne de güvertede sarılmış oturan aşıklara rastlayabilirsiniz. Korkudan büyümüş gözlerle, bildiği tüm duaları okuyan yolcular, rengi simsiyah denize bakmamaya özen gösterirler sadece.

Ve 2 sene önce...

Hani haberlerde, yağan şiddetli yağmurla evlerini, arabalarını, daha ötesi canlarını kaybeden vatandaşlarımız var ya, onlar gelir aklıma!
İkitelli'de oturan felaketzede arkadaşıma ulaştığımda, onun sesinden önce duyduğum, kurtarma helikopterlerinin korkunç uğultusu gelir.

Yıl olmuş 2011, hala evinin damını onaramadığı için naylonla kapatmaya çalışan yoksullar gelir.

Şehrin bir ucundan bir ucuna, 3-5 lira para kazanmak için, ayakkabılarını çamurlara batıra çıkara tabanlarını deldirmek uğruna koşturmak zorunda olan anne babalar gelir.

Güzeldir yağmurun kokusu, bereketi

Yeşilin yağmurla beslenmesi güzeldir
Güzeldir tarladaki ekinlerin yağmurla büyüyüp, boy vermesi.
Bunları severim.
Hatta yaz yağmurlarının, ardından çıkan gökkuşağının renkleri altından geçebilme ümidimi de severim.

Ama

Ne kadar romantik olursam olayım, yağmur hayatım boyunca ekstradan bir romantiklik katamadı bana.
Hele öyle camdan bakıp, "şehir pislikten arınıyor" efsanelerine hiç mi hiç inanmadım. Çünkü hiç olmadı öyle bir şey.

Kısaca

Yağmur romantizmi hep işsiz zengin fantazisi olarak yer almıştır, kafamda. Alınmayın darılmayın.
Ha, aşkın ilk günlerini yaşayan taze aşıkların, dam altına sığınıp, birbirlerine yaklaşıp, "minuminu" garip mırıldanmalarla, birbirlerinin burnuna dokunma eylemleri olabilir elbet
ama 3.seferden sonra bu eylem bile anlamsızlaşır, uyarayım bak valla.
Yağmur sadece zenginler için romantizmdir.
Geri kalan kocaman bir halk kitlesi içinse sadece felaketin habercisidir.
Bence böyle.

Not: Yazmam gerekir, yağmurlu bir günde, battaniye altında, film izleme eylemi yapmadım ama karlı bir havada bu fantaziyi yaşamış biriyim. ;)
Dışarda, buz tutan yollarda vıjj vıjj kayan arabaların oraya buraya çarpmama telaşını izlememek için, perdeleri sımsıkı kapatarak.
Galiba "aşkın" ilk günleriydi...

6 Ekim 2011 Perşembe

Bizi terketme Eros

Bu satırları yazmaya başlamadan önce

tam tamına 27 saat, sadece şarap, çay, neskafe ve sigarayla beslendiğimi,
tam tamına 7 saat kafamı hiç kaldırmadan, sınav için ders çalıştığımı belirteyim.

Yani

Steve Jobs'un ölümünü ilk saatlerinden itibaren duyduğum halde, artık geyiğinin dönmeye başladığı şu saate kadar onu pek düşünemedim.
Zaten benim bir Apple'm da yok.
Yine de Jobs'u muhteşem konuşmasıyla anıp, saygımı gösteririm o ayrı.
Yok kapitalist düzenin zenginiymiş, ürünleri bedava mı dağıtmış falanlarına hiç girmem.
Babasının hayrına çeşme yaptıran kaç kişi kaldı ki?
Edison'a ampulün icadı için teşekkürler ama her ay elimize tutuşturulan faturaya bakınca, adamın ruhuna Fatiha okuyan kaç kişi var Allaşkına?
Neyse, siz Apple'cılar, elinizde hala taksitlerini ödediğiniz alet edevatınız varsa, ekstre gelince, Jobs'un ruhuna iki dua yollayın. Masrafları çıkınca, medeniyetin ortasına salan adamlar bunlar bizi sonuçta.

Zaten konum SJ ya da mucitler değil.
En azından son bir kaç haftadır deli başımın içinde, yine kuyrukları birbirine değmeden dolanan tilkilerin kafasında dolanan sivrisinekler farklı şeyler vızıldıyorlar.

Ölüm Allah'ın emri (sen de hoşçakal Jacobs ve kusura bakma seni düzgün anamadık
diyerek

Eros'un oklarına zaplıyorum.

Eros'la tanışmadan çok önceleri, onu sadece erkeklere özel iç giyim markası sanırdım.
Bir zamanlar genç kızların rüyası Zetina dikiş makinalarının pabucunu dama atıp, farklı rüyalar görmelerine neden olan, kutular içinde satılan, siyah beyaz renklerde bildiğiniz donlar, atletler işte.
Bu seksi (!) çamaşırlarla, kaç erkek kaç kadının gönlünün, gözünün kapısını araladı hiç bilemiyorum.
Ben oldum olası, erkekte bisiklet yaka Amerikan çamaşırlarını ve o daracık sliplerden çok daha seksi bir imajı olan paçalı boxer'ları tercih ederim.
(Yazar burada fenomenleşmeye adım filan atmamış, düpedüz gerçeği yazmıştır.)

Ve tanıştık Eros'la

Bu tanrı direk kalbi nişan alıyormuş ya, ve acıtmayan ok kullandığına bizzat tanığım.
Sadece oklar çıkarken çok sancılı oluyor, o dönemde mutlaka yardım alın derim.

Yardım dedim de
bu Eros bencil bir tanrı sanırım, yardımcısız çalışıyor. Yani oku atıyor, kaçıyor.
Sonrasında sen, kalbine okun diğer ikizi saplanmış sevdiceğin, ve oklarınız başbaşasınız.
Ya ömür boyu özenle kollayıp koruyacaksınız
ya da milim, santim yavaş yavaş ama çok sancılı çıkartacaksınız.
Eros'un yardımcısı, aşkımızı korumakla yükümlü kendimiz oluyoruz bu durumda.

Yıllardır, kadınlar ne ister, erkekler ne bekler konularını yazarız, okuruz, kafa patlatırız yani ciddi ciddi.
Pırlantalar, arabalar, yatlar, katlar, vsvsvsler hepsini isteriz bu konu şöyle dursun
kalbinde okla gezenler, samanlığı seyran ilan edenler, iki çıplağı bir hamama yerleştirip, hamamı en romantik ortam kabul edebilenler dünyasında istenen en belirgin durum şudur, iki taraf içinde;

Bir koltukta sarmaş dolaş sarılıp tv, ya da türevlerini birlikte izlemek!

Evet, evet, bir milyon aşığa sorsam, 999.999'ununilk aklına gelen bu şehir efsanesi.
Basit değil mi?
Otur bir koltuğa, aç karşına oynayan bir şeyler, sarıl, izle!
Bu kadarcık işte.
Artık yan ikram patlamış mısır mı olur, bol ketçaplı spagetti, şarap mı olur, ışık yerine mum mu kullanılır, bu hiç farketmez.
Önemli olan sarılarak, birbirinin kokusunu içine çekerek yapılan oturmak eylemi.

Peki sormaz mıyım ben şimdi bu aşıklara

Birbirinize sürprizler yapar mısınız? Öyle kapının önüne elinde tuttuğun bir demet papatyanın arkasına saklanıp, "kim gelmişşş şaklabanlıkları değil, sürpriz?

Kaç kez, aklınızdan başka şeyler geçirmeden can kulağıyla dinlediniz, o anda anlattığı saçmasapan şeyleri? Dinliyormuş gibi görünmeden yani?

Bunaldığını kaç kez, o söylemeden farkettiniz de, "hadiii seni uçuruyorummm" diye, tuttuğunuz gibi bir çılgınlığın içine attınız kendinizi?

"Ama sevgilimmm" le başlayan kaç cümleyi, "amaaa sevgilim ben deee..." diyerek kendi şikayetlerinizi dillendirmeden dinlediniz?

Ohoo say say bitmez bu rutin kaç kezler?;)
Zaten bunlar çoktan Güzin Abla klasikleri oldu. Bir çoğumuz aşk'ı yaşarken, çokca sahiplenme duygusundayız artık. "O benim" bencilliğindeyiz, farkında bile olmadan.
Çoğumuz parfümümüzü sadece boynumuza sıkıveriyoruz unutmazsak, oysa diz kapaklarımızın arkasına bile sıkardık değil mi?
O seksi Eros çamaşırları, (tekrar ediyorum benim için asla değiller), dantel gecelikleri dolabın bi taraflarına tıkıştırdığımız, "amaan bu saatten sonra, yok artık" diye yüzlerine bakmayıp, tatlı bir hatıra olarak sakladığımız yalan mı?

Ha bu arada

O koltuğa birlikte sarılarak oturmak efsanesinin katili aramızda!

Çok yakında bu da tarihe karışan bir klasik olarak sadece dillerde kalacak, demedi demeyin.
Valla bak.
Bu kadar dizi, haftanın 5 gecesi maçlar, digi, smart, tivibu mivimu derken pıtarak gibi artan her türden filmlerin, acımasızca aşkların katili olarak yayına sürüldüğü kanallar derken...
Evlere çoktan 2., hatta o da yetmez, dizi saati mutfaktayım diyen hatunlar için 3. tv'ler alınırken o koltuk efsanesi can çekişmekte!

Nerden mi biliyorum?

Ah şu Kuzey Güney!

"Ben bu akşam Kuzey Güney izlicem."
"Ben izlemezsem surat asmak yok"
"Sen ne izliceksin ki?"
"Bilmem!"

Bu diyalog işte.

Eee nerde kaldı efsane?

Biz biz olalım, madem bu tempo içinde, birbirimizin isteklerine pek fazla vakit ayıramıyoruz, sürprizleri erteliyoruz, bu koltuk işini yabana atmayalım.
Uyuklasak, amaann bile desek,
Eros'un oku kalplerimizde saplıyken, iki saatin o doyumsuz sarılma kutsallığını, sevdiğimize çok görmeyelim.
Unutmayalım, bu bişiler oynatan meret, yarın öbürgün bizim sevdiğimiz bir programı da yayınlayacak.
Sevgi emek isterdi değil di?
Fedakarlık isterdi?


not: Gerçekten ok çıkarken çok sancıtıyor kalbi.
bi not daha: Bu yazı asla ve asla bişiler öğretmek için ukalaca yazılmamıştır, anımsatmak baabından vurulmuştur klavyeye.
son bi not: Yazarın romantikliği...

17 Eylül 2011 Cumartesi

Sil baştan

Hayatımı "sil baştan" resetleyip, yeni ev, yeni iş, kendime yeni bir ben lazım dediğim günün üzerinden yaklaşık 7 ay süre geçti.

Önce ev yenilendi, a'dan z'ye.
Ev ve eşyalar konusunda inanılmaz bir naymun hevesliliğim olduğundan mıdır nedir,
ya da içime kaçan bir göçebenin ruhumu esir almasından mıdır,
bir kaç gündür yeni ev ilanları ve dekorasyon dergilerinin sayfalarına gömülmüş buluyorum kendimi.
Biraz da hırs mı yaptım ne? O ayılıp bayıldığım, zincirlerin içinden sarkan, aralarında kırmızı mumluklar taşıyan avizemsi nesneye sahip olma dürtüsüyle, ee alsam bunu nereye takacağım ki sorusu arasında gidip gelirken hırslanmış olabilirim

filan diye düşünürken

yok aslında D) hiçbiri şıkkında kalakaldım dün akşamüstü 17:30 civarında başlayan işten eve dönüş yolculuğum saat 20:08 itibarıyle sona erdiğinde!

Yeni işime başvuru aşamasından, kabulüme kadar geçen süreci Twitter'da paylaşmıştım. Hatta ne giyeceğime kadar aramızda dönen geyiklerimizle, gayet moralli hazırlanmıştım, beni sorguya çekecek insan kaynaklarının sevimsiz elemanının karşısına çıkmaya.
Netekim zafer bizim olmuştu sonunda.
Hepimizi içten tebrik ediyorum!;)


Ev tamam,iş tamam, kılığı kıyafeti derken

cumburlop yuvarlandım yeni ortama

İstekli olduğunuz değişiklikleri yaptığınızda, ilk günler harikadır.
Eviniz en güzel evdir
komşunuz en tatlı insandır
kapıcınız en sadık, güleryüzlü yardımcınızdır
güvenlik görevlisi en içten size sırıtıyordur
ohh hele bir de ulaşım araçlarının ilk duraklardan binebilme lüksünüz varsa, en harika semt sizin taşındığınızdır.

Önce komşudan sıkıldım!
Off ne öyle dakika başı, "bak başın sıkışırsa saat önemsiz, biz buradayız" sempatikliği bahanesiyle zırt pırt kapı çalmalar
haa kapıyı çaldın ya içeri gir, ya işin bittiyse git
yok
ille omuzumun üstünden evin görebildiği kadarını bir tarayacak ki içi rahat etsin!
Hayır ablacım, aradığın kişi benim evde değil diyesim gelir susamam diye, aramızdaki bu saat başı kapı muhabbetini bitirmek için uygunsuz bir bahane bulup kadından kurtuldum!

Bir sabah, geceyi bende geçiren arkadaşımı uğurlarken, tam da o sırada çöp kontrolüne çıkmış kapıcımızla burun burun gelince pek sorun olmadı
ama
adamın her sabah benim kapıya çöp bırakma saatime denk getirip karşıma dikilmesi canımı sıkmaya başlayınca onunla ilişkilerimi gözden geçirmeye karar verdim.
Yoksa tüm gecelik, pijama koleksiyonumun sitenin diline düşmesine ramak kalmıştı.

Biraz yalnız yaşamanın paranoyaları, biraz meraklı insanlara olan nefretim nedeniyle tüm site yaşayan ve çalışanlarıyla mesafemi korumaya özen gösterirken

dört yanım inşaat işçileriyle sarılıverdi!
Havuzu gören inşaatın yavaş yükselmesiyle, cadde tarafına bakan inşaatın hızla dama ulaşması arasındaki problemi sizler çözedurun, ben bu sefer eve dolan tozlardan ilallah deme faslındayım. Tabi 3 aydır artık hit müzik listemin vinç, taş kırıcı, beton dökücü sesleri olması cabası.

Neyse ki işimi seviyorum (henüz 2 aylık çünkü) ve ilk duraklardan dolmuşa binebiliyorum!

Hıı ben öyle sanıyormuşum!

Yani oturarak gidebildiğim tek dolmuş Bağdat Caddesi'ne ulaşımımı sağlayan Bostancı'dan hareket eden 2.dolmuş. Yolun 1 saatlik kısmını ayakta, 7.5 dakikalık süresini geçirdiğim düşünülürse

ben bu bardağın hala dolu tarafına bakıyorsam? Saflık olmaz mı? :p

Bizim buralara fazla sefer olmadığı için, hergün 11 kişilik oturma 111 kişilik ayakta yolcu kapasiteli dolmuşlarla en az bir buçuk saat süren seyr-i seferimi gerçekleştirirken aklımdaki tek isim kim mi?

Feriha!

Vallahi billahi ben o kapıcı kızına kızmıyorum kendini zengin tanıttığı, zengin bir sevgili (isteyen manita okusun bu sevgili lafını) yapıp, arabadan geçtim helikopterle İstanbul semalarından hepimize tepeden nanik yaptığı için!

Bu dolmuş seferlerinden çok ilginç insan öyküleri çıkmıyor değil.
Hatta her şöförün kendine özgü öyle bir hal hareket şive yani tarzı var ki, onların dünyasına adım atabilmem için önümdeki 50 kişinin arkaya doğru sıkışması gerek.
Ümitliyim!
Bir gün elbet ön saflarda yer alabilirim.
Tabi, yeni işimde sürekli hizmet içi eğitim programı dahilinde, koçlarım tarafından kafama kakılan "azimli ol!" vurgusu beynimde dönüp durduğu sürece.

Eee ne kaldı yenilediğim?
İşim!

Ah en merak edilen konuya geldik işte.;)
Düzensiz çalışma saatlerim, gece ev dönüşlerinde "yorgun ama mutlu" attığım tweetlerim, çalışırken beni sanal dünyaya bağlayan tüm teknolojiden arınmış olmam falan filan derken, "senin işin ne?" diye merak edenlere yanıt verme sürem doldu sanırım.

Hayır, aslında bunun merak konusu olmasını hiç anlayamıyorum ki, ya da ben fazla meraksızım. Çünkü ne kimsenin yaşı, boyu posu, işi, geliri, gerçek kimliği (itiraf ediyorum bir kişi hariç) hiç ama hiç ilgi alanımda olmadı bugüne kadar.

Neyse

MEB kaşeli, üstünde asıl mesleğim yazan üniversite diplomamı duvardaki çerçevenin içinden çıkartıp, "yangında ilk kurtarılacaklar" kutusuna özenle yerleştirdim

ve

İnsanlara daha bir karizma getirdiğine mi inanıldığından mıdır nedir, değiştirildi ya şu mesleklerin isimleri
Gerçi kaçınız, bir mağazada yardım aldıktan sonra, eve dönüşünüzde "ayy satış danışmanı çok şeker bir insandı" diyorsunuz bilemem ama
ben ana dilimle yazayım
tezgahtarım!

Bazen tezgah arkasında, bazen depoda, bazen kasada, bazen güvenlik görevlisi, kısaca bir mağazada müşteriyi rahat ettirebilmek için sürekli güleryüzlü, enerji deposu, moral kaynağı milyonlarca "bayan mutluluk" lardan birisiyim yani.

Şimdilik...


Not: Aman nolur girdiğiniz her mağazada önünüze çıkan saçı örgülü tezgahtar... ay satış danışmanına "Belikce?" diye yaklaşmayın, ben sizi yazış şeklinizden tanırım zaten.:P

10 Eylül 2011 Cumartesi

Nihayet, bizi yaz uyanıklığımızdan kurtaran diziler sezonunu açıldı!

Yaşasın, bütün yaz harıl harıl çalıştık, memlekette sorunlarını hallettik, eh az biraz dinlenmeyi hakettik.

Seçim yaptık.

Akp'yi rekor yüzdelerle iktidara getirdik. Getirdiler demiyorum, katkı payımızı asla inkar edemem bir CHP'li olarak!
Elimizde pankartlar protesto yürüyüşlerine katıldık, "hımm halkımız bu durumdan memnun değil, hemen uygulamaları değiştirelim!" dedirtemediysekte, biz sosyal sorumluluğumuzu yerine getirdik.

Şike gündeme bomba gibi düştü.

Hemen tepkilerimizi "sizin takım yapar, hepiniz ibnesiniz" diye basbas bağırarak koyduk, aa baktık bizim takımın elemanlarını da alıyorlar içeri, "abi bütün bu şike aslında soysuz Gs'nın başının altından 2002 sezonunda çıktı" diye olayları dozu artırılmış gırla küfürle çözme gayretlerimizi başarıyla sürdürdük. Rasim Ozan Kütahyalı, Mehmet Baransu gibi futbol ve hukuk otoritelerini gecelerce kanal kanal gezen temsilciler tayin ettiler, biz yine küfrettik! (edenlerden birisi benim, hakettiler!)
Bazıları çatlak sesleriyle, "abi hedef Aziz Yıldırım, düğmeye basan belli, ihaleye fesat karıştı" diye fikir beyan edecek oldular, pek duyulmadı ama Türkiye Twitter'cıları İbrahim Seten, Ahmet Çakar ikilisini "serbest atış poligonunda" izleme olanağına kavuştu!
Şike sorununu da çözemedik ama küfür ve hakaret edebiyatımıza bir dolu yeni deyim sokmayı başardık!

Tüm bunlar olup biterken, gerekçesi bir türlü somut dile getirilmeyen, bazı gazetecilerimizin, milletvekillerimizin cezaevinde tutuklu tutuldukları gün sayısını her gün yazarak, bu sorumluluğumuzda başarıyla yerine getirme rahatlığıyla, ilerleyen saatlerde "I'm at..." diye başlayan güncel sosyal tweetler attık.
Havalar sıcaktı, Silivri mahkemeleri kapısına dayanamadık ama duyarlıydık en azından.

Hilal Cebeci diye bir pampişimiz oldu, "neden insanlar bu kadını izler" derin sosyoloji, psikoloji araştırmalarına dalamadık, yine sıcaklardan diyelim, ama kadını izleyenleri "abazanlar" olarak ilan ettik. Bu hatırı sayılır rakamı, asla memleketin cinsel sorun davasıyla bağdaştıramadık ama kadına şiddet uygulayanların analarına küfrederek tepkimizi koyduk.
Ben biraz safım sanırım, neden elimizde onca pankartla "kadına şiddete hayır" sloganlarıyla yürüdüğümüz halde, şiddet vakaları arttı, anlamadım gitti.

Eğitim süreci başladı, yine kayıtdışı sümenaltı paralar pullar toplandı, bakan "takipteyiz" dedi, artık nasıl takipse velilerin feryatları dinmedi, ve bu geleneksel sorunumuz bu yıl da sürdü. (Henüz küfredeni duymadım bu konuda? )
Öğretmenler "atanamıyoruz sesimizi duyun" diye, ne kadar Twitter ünlüsü varsa "RT plizz" diyerek, seslerini duyurmaya çalıştılar, biz takipçiler duyduk ama kaçımız gerçekten takip edip, bakanlığı mail, fax bombardımanına tuttuk, öğretmen kardeşlerimiz için, rakam henüz açıklanmadı.

Saraylardan koltuklar evlere taşındı, olay komikti, espri üzerine espri patlatarak, hepimiz bu yöndeki yeteneğimizi ortaya koyduk.

Kaz Dağları'nda bilmem kaç şirket altın arayacak didik didik. Meşguldük, pek çoğumuz kızgın kumlardan serin sulara atlama eylemindeydik,bir iki güncel, entel itiraz yaptık, sonuç malum.

Somali'de halk açlıktan kırılırken, gündem "bizim çocuklarımızda aç, yardım edecekseniz onlara edin" oluverince, ikiye bölündük yine bir insanlık dramında! Bazıları açlık ve emperyalistlerin yarattığı zorunlu "kıtlık" mağduriyetini aynı kefeye koyunca, kaçınılmazdı bölünmemiz.

Ha bu arada ülkemize bir füze kalkanı yerleştirildi.
Orduyu sivilleştirilme adımları birer ikişer hızla atlamanmakta ve okuduğum kadarıyla "sivilleşme" yolunda 13 maddelik bir teklif beklemekte Meclis'i.
Başbakan İsrail'e kafa tutuyor. Bazı savaş çığırtkanlarının, "bir kısım medyanın" gazıyla, "yürü be başbakanım, arkandayız" sloganlarını duyuyoruz, okuyoruz.

Ama...
Bizim uyuma zamanımız geldi!
Dizi sezonu başladı.


Oysa ne güzel tam da alışmıştık, uyanık kalıp memleket sorunlarını halletmeye.
Bütün yazı Doktorlar dizisi izleyerek, kurtarma opresyonunda bize destek vermeyenler utansın!

Bu yazının notu: İffet, Fatmagül pozları vererek, rezil ve utanılası durumlar yaratanlara, bazı dizilerin, "hiç uyumadığını" düşünen ergenler için ne kadar yararlı olacağını anlatacaktım aslında. Bir dahaki yazıya kaldı.
Sevgilerimle.

6 Eylül 2011 Salı

Twitter Etkisi

Neymiş, nasılmış, kim varmış, aa bak falanca yazar, filanca artist'de buradaymış, ay hem de konuşuyormuş, yazışıyormuş...
derken,
hepimiz bir şekilde önce üye olduk, sonra bağımlı!
Öyle ki, sıkılan, ya da bir şeylere kızıp hesabını kapatanların, 2 gün sonra dayanamayıp dönmesi, bağımlılığın en somut kanıtı.

Twitter için çokca yazıldı, çizildi.
Üye olan herkesin amacı farklıydı.
Ama tek bir amaç var ki, ünlü/ünsüz farketmiyor, "takip edilmek"!
Öyle ya da böyle, "yok canım ne alaka, işim olmaz takipçiyle filan" diyen kişilere ben inanmıyorum açıkcası. Rakam önemsiz olabilir ama 10 takipçim olsun, ya da binlerce olsun, diyeninde amacı bu işte.
Hiçte ayıp değil bence.

Konum bu değil, en azından her zaman dile getirdiğim gibi, değer verip takip ettiğim kişinin, beni takip etmemesi umrumda değil.
Ama hemen parantez açayım, bu kişilerin beni takip ettiğini haber veren mailleri aldığımda, sevinmeyi abarttığımı itiraf edeyim!
Ahmet Hakan fanı olduğumu bilmeyen kalmadı. "@ahmethc is following you" mesajından sonra, "acaba zirvede bıraksam mı?" diye, mesaja dakikalarca bakıp, sevinç çığlıkları atmama konu komşu ne anlamlar yükledi bilemiyorum ama ciddi ciddi bu anı ölümsüzleştirmek için gitmeyi istedim Twitter'dan!
Kendini beğenmiş filan demezseniz, şunu da not düşmeliyim ki, A.Hakan takibinden önce ve sonra, değer verdiğim çok "ünlü" takipçim vardı ve oldu.
Üstelik, hemen hepsi karşılıklı sohbet ettiğimiz kişiler oldu.
Özellikle @ahuozyurt'tan söz etmemek hainlik olur diyorum! Bence herkesin takip etmesi gereken asıl fenomen o'dur! Hayranıyım, tam anlamıyla "kültür abidesi, siyasete,magazine esprili yorumlarıyla can veren, harika kadın.

Tamam, reklam kokan satırlar demeden asıl konuya klavye vurayım.

Twitter, kabul etsek, etmesek kamuoyunda epey etkili.
Ha kaç kişi arasında?
Nüfusumuzla, Twitter kullanıcılarını oranladığımızda, ulaştığımız rakam o kadar düşük ki.
Yani gazete köşelerinde takip eden etmeyen, nerdeyse tüm yazarlar bu platformdan sözetsede, sanat dünyasının kişileri "popüler ünümü korumanın yolu galiba Twitter'dan geçer" mantığıyla, hesap açsalarda, rakamlar düşük.
Ama şöyle de bir şey var ki, bir hesap en az kendisi gibi düşünen, ama üye olmayan en az 1000 kişinin görüşlerini, yaşam tarzını yansıtıyorsa, evet bir anlamda Twitter aynamız.

Bazıları için siyaset, bazıları için sanat, bazıları için spor öncelikli, ve bir temsilci binlerce kişinin temsilcisi sayılır benim için. Üye olmasına gerek yok yani.

Ama inanmak, görmek istemediğim bir durum var ki;

Üstelik takipçi rakamlarına bakarak, bunu üzülerek yazıyorum, bizim insanımız için öncelikli konu magazin ve magazin geyiği.
Eh durum bu olunca, hafiften bundan şikayet etmeye başlayınca, dün gece arkadaşım @jokersoserios'un bana yazdığı bir tweeti aynen buraya alıyorum:
"@Belikce ahval-i memleket maalesef budur,ilgi,alaka ve merak konuları bunlar oldugu sürece daha çok füze kalkanı,bop,işsizlik görür memleket."

Magazine karşı değilim.

Ama kimse darılmasın benim izlemek istediğim magazin, Erol Köse'nin uzuvlarının kaç santim olduğu değil!
Çok düzeyli ve ince esprilerle magazin geyiğini yapan kişiler varken, asıl izlenmesi gereken kişilerin onlar olduğunun farkına varırsak, belki... siz tamamlayın.

Geyiğe hiç karşı değilim, severim, hatta katılırım.

Eh insanız, bir şekilde deşarj olmamız gerek. Sanal ya da gerçek yaşamda geyik olmasa, vallahi çekilmez. Hep ciddi bir duruş sergileyen insanlar nasıl da sıkıcıdır.
Ama geyiğin bile kendine özgü bir felsefesi olsa, bu kadar suyunu çıkarıp rencide etmesek, elimizdeki bu en kuvvetli şakalaşma, dolayısıyla ilişki kurma olgusunu?

Küfür ederim, etmezdim başladım.

Hatta bu konuda Twitter'ın hatırı sayılır katkısını görmezden gelemem. Ama vallahi de billahi de, ister tutucu deyin, ister kibarcık, ne derseniz deyin, özellikle takım muhabbetlerinde her tweetin sonuna amk,bsg yazanların,yakın çevrelerinde, evlerinde aileleriyle sohbetlerindeki durumlarını merak eder oldum?
Tadında güzel küfürler bence, @lilithse'in sözünü çalarak, "genç kızlarımız gelin yamacıma, bu kadar küfretmek sizi sevimli filan yapmıyor! Hatta ördek ağız facebook fotolarınız bile daha sevimli!"

Bir de yeri gelmişken, bir takımın fanı olabilirim, ama bu diğer takımın fanlarına her fırsatta "ibne" dememi gerektirmez! Hatta ileri gidip, "bütün xx'ler ibnedir" dersem, ki diyenler çok, ee canım kardeşim sen benim kardeşime küfür ediyorsun?! Belki de, kendi teyzene, amcana? Az biraz insaf!

Eleştiri

bu konu bizim ülkemiz insanının hala çözemediği konu valla bakın, aşkı bile anlatabiliriz ama eleştiri nedir'e vereceğimiz yanıt, yıl olmuş 2011, hala "vur vurabildiğin kadar". Ama asla bunu itiraf etmeyiz, o ayrı, hepimiz "eleştiriye açığızdır ama eleştireni bloklayıveririz, saçma sapan "ay bayılıyorum sendeki bu pozitif enerjiye" sözünü RT ediveririz! Ah hele siz ünlüler!
Nefret nedeni bu halleriniz ama neden anlamazsınız, ben çözemedim ki.

Hep bildiğimiz, şikayet ettiğimiz şeyleri yazmışsın Belikce, dediniz değil mi?;)

Bunlar da yine bildikleriniz mesela:

- Kardeşim, Twitter her şeyi düşünmüş, bir Retweets butonu yapmış, açar bakarım (aklım var), beğendiğim kişileri takibe alırım. Siz ne diye dakika başı RT'ciliğe soyunup, üstelik en abuk ergen geyiklerini benim önüme dayıyorsunuz ki?
Ha biriniz "Odtü yol olmasın" RT'leyin, yeminle ömür boyu takipçiniz olayım!

- Yine aklım var, gözüm var diyerek, yazdığınız bir şeyi RT'lememiz için, neden DM'den baskı yaparsanız ki? İnanın çok ters etkisi var bende! Yeminle kendimi akılsız, mantıksız hissettiriyorsunuz. Yapmıyorum!

- Herkes istediği gibi kullanır, ee size mi kaldı gönüllü Twitter öğretmenliği? Ha bunun okulu vardı da, bizim mi haberimiz olmadı?

- Bir de hep "ben en doğrusunu bilirim" havasında kişiler? Tamam yazdıklarınız, düşünceleriniz doğru olabilir ama bunları yazarken tweet sonuna koyduğunuz "ahmaklar, gerzekler" sıfatları? Benden söylemesi, bu sözlerle suçlanan, gerçekten ahmak bile olsa, daha fazla ahmaklaşır!

- Kız düşürmek, erkek avcılığı? Ee bize ne? Bu hayatın bir gerçeği. Hatta insanoğlunun en değişmez gerçeği. Bırakın bulan bulsun. Bakıyorum herkes "ahlak abidesi" ! Korkmayın sizden sorulmayacak bunun hesabı. Siz aracı olmayın yeterli.

- Ünlülere laf çakmak Twitter'da en masum eylem bence. Hatta ünlülerin verdiği yanıt blok bile olsa, bununla gurur duyup, ikide bir "ayh falanca beni blokladı" yazanlar var ki, hiç sandığın gibi değil durum canım kardeşim. O laf çaktığın adam seni çoktan unuttu. Ama benim asıl derdim, ünsüz ve birbirini hiç tanımayanların laf çakma gayretleri ki, komedi!
İşte eleştiriyi bilmediğimizin en güzel kanıtı!

- Aforizmalara hiç girmiyorum. Hırsızlıklara hiç değinmiyorum. Ünlü yalakasasısın suçlamaları aman uzak olsun.

Var var, daha onlarca ortak şikayet konumuz var.
Oysa ne güzel bir olanak sunulmuş bize. Kendimizi ifade edebilme, merak ettiğimiz bilgilere, ilk ağızlardan ulaşabilme, ölçüyü aşmayan tweetlere, ünlü/ünsüz herkesden yanıt alabilme vsvs.

Ama izninizle, yazı başında dediğim gibi, bir üye, üye olmayan binlerce insanın temsilcisi, aynasıysa, gerçekten düzeltmemiz gereken pek çok şey var.
Keşke, şu aforizmaları sürekli yazanlar, ne yazdıklarının bilincinde olsalar, belki o zaman gerçekten "amann biz Türkler" diye başlayan cümlelerimiz azalırdı.

Sabrınıza teşekkürler, sevgiler.
Ve ben Twitter'da kurduğum, RT kaygısı hiç taşımayan, ama takipçi ve takip sayısını yükseklere çıkarmayı amaçladığım dünyada mutluyum.

Not: Bir konu hariç! O konuyu ilgili kişi anlamıştır;), o da benim çok özelim, kıskançlığım, hatta üyeliğimi sonlandırabilecek kadar hassaslaştığım bir konu. Umarım, gerek kalmaz, gerçekten değerli olduğumu bilsemde, saçma bile kabul edilsede...
Eh insanın bir de özeli olmalı değil mi? :)

2 Eylül 2011 Cuma

İçinden bayram geçmeyen bir yazı


Pek hoşa gitmeyebilir, ama planlı programlı yaşamayı sevmiyor/um/dum!

Yaptığım sevinç dolu planların hep bir hüsranla güme gitmesinden belki. Uzun vadeli planları geçin, kısa vadelerle yapılan programlara bile "bakarız, umarım, belki" gibilerinden kaçamak yanıtlar vermeye başladım.
Bir aksilik olup, bozuluverecek korkusundan sanırım.
Aslına bakarsanız bunu bir huy olarak geliştirdiğimin farkında bile değildim, ta ki arife gecesi bir dostum "senin ipinle kuyuya inilmez", diyene kadar.
İpi çoktan kopardığım o anda dank etti kafama!
Aramızdaki sorunu, benim durumu çözmeye yönelik bir program yapmamla halloldu ama hazırlıksız yakalandığım için, araya bir çok pembe yalan sıkıştırmak zorunda kaldım.
Biraz utandım doğrusu!

Pembe, beyaz, kara. Yalanı sevmem.

Bir de bir inancım var ki evlere şenlik.
Durum kurtarmak için söylediğim yalanın gerçekleşeceğine inanırım!
"Kardeşim hastalandı, acil memlekete gitmem gerek" bahanesini uydursam, kardeşimin öleceğini düşünmeye kadar vardırırım paranoyalarımı. Üstelik benim yüzümden!

Belki de bu yüzden, saçmasapan bir dürüstlük abidesiyim, "sırlarım" dışında.
Hani şu "doğrucu Davut" dediklerinden.
Ne düşünüyorsam, ötesini berisini pek hesaplamadan "pat" diye söyleme huyum. Ki sonraları "abartmışım yahu" dediğimde çok olmuştur.
Yani aslında başkalarının hoşuna giden dürüstlüklerim, bazen sonradan üzüldüğüm patavatsızlıklar olarak canımı yakmıştır.

Biz millet olarak, başkalarının didişmesini izlemekten keyif alan insanlarız.
Açık oturumlarda, iki karşıt görüşün ateşli taraftarı, eğer birbiriyle nezaket kuralları içinde konuşuyorsa, ilgimizi çekmez, zaplar kaçarız.
Hatta bazen öyle aşırıya kaçarız ki, taraflardan birine "gaz vermek" amacıyla, çaktırmadan kulağına bir şeyler fısıldayıveririz.

Amaçsız değil, ama plansız programsız yaşama sanatım, doğrucu (bazen patavatsız) Davut'luğum, beni sıradan insan olma özelliklerinden, daha marjinal bir boyuta taşısada, bütün bunları sadece bir günlük bayram tatilinde, Twitter'da vakit geçirirken masaya yatırdım.

Doğrusu bu ya, "biz seni böyle seviyoruz" diyenlerin çokluğuna karşın, ben bu benden az biraz şikayetçi oldum.

Dengesizliklerimi düşündüm, şu denge bileziği sahteliği muhabbetlerinde.
Gerçi ben o bilekliği çok farklı bir amaçla takmıştım, beni dengeleyeceğini filan falan hiç düşünmemiştim.
Zaten pek inanmam böyle şeylere.
Akapunktur'un somut sonuçlarını bildiğim, gördüğüm halde, bu alternatif tıp'a para yatırmam.
Babaannemin kalbi sıkıştığında, babamın dilinin altına koyduğu minik şekerler aklıma gelir, ve işin sırrının beyne gönderilen komutlar olduğunu bilirim.
İyileşmeyi kafasına koyan kanser hastasının, kötü urlarla mücadelesinde çoğunlukla başarılı olmasının nedeni bu değil mi?

Neyse...
Sözü yine çok uzattım biliyorum.
Biraz nerden nereye oldu bu aktarımlar.

Şöyle ki,
Program yapmadan anlık kararlarla yaşamak zevkli görünebilir. Ama yorucudur.
Ya da yalnızlığa kendini esir etmektir bir anda. Yani yaşamı plansız sürdürmek, bazen amaçlarına ulaşmayı zorlaştırabilir.
Evet, planlar aniden bozulabilir, ama bunlar yaşamın acımasız,tatsız gerçekleri değil mi?
Gül bahçesi mi vaadedildi bize?

Doğruculuk kötü bir şey değil, abartıp hesap sormalara vardırılmadığı zaman.
Çünkü hiç bir insan "tam doğru" değildir ki!
Bir yönetmene, "filmini sevmedim" demek farklı, "iyi de, şu sahnede saçmalamışsın. Bence (kendi doğrusunu dayatarak) böyle böyle olmalıydı!" diye kafa tutmak farklı şeyler. O zaman "iyisini sen yap" yanıtını alırsın, oturursun. Başkaları da bu didişmeyi izlemekten keyifli ellerini oğuşturur.

Sevmek, sevmemek, tercih etmek ya da etmemek bize bırakılmış.
Bu nedenle eleştiri dozunu ayarda tutmak önemli.
Dinlemek, nedenini anlamaya çalışmak ta önemli.

Ve aslında, hiç kötü niyetli olmadığın halde, ve çevrendeki kişiler bunu ne kadar bilselerde, "ama sen içimi biliyorsun, asla kötü niyetli değildim" diye çırpınsanda, çokca yanlış anlaşılabilmende cabası.

Twitter demiştim değil mi?
Şöyle;
Twitter'da saklanmak, gerçek düşüncelerini saklamak olanak dışı. Bir yerde kendini ele verirsin.
Mustafa Altıoklar'la tartıştım en son.
Ne o beni tanır, ne ben onu. Tartışma bana "salak" demesiyle son bulabilirdi ben bu sözü hakaret kabul etseydim! Etmedim, çünkü ben çileden çıkardım kendi doğrularımla, ve biraz da izleyenlerin gazıyla, o da kendi doğrusunu savundu ve artık sıradan bir söz olan "salak"ı yapıştırdı!;)
Ben terbiyesizleşmedim, hatta kabul ederek sürdürdüm ve bu kez üzülen o oldu, sonuçta anlaştık. Yok özür dilemedi, özür bazen dile gelmese hissedilir bir durumdu.

Sonuç;
Sonradan edindiğim bazı huylarımı yavaş yavaş değiştirme adımlarımı atıyorum.
Hafta sonu planım, günü evde pinekleyerek geçirmemek! Yalnız kalabilirim, çünkü sanırım herkes planını çok önceden yaptı.
Giderek kalabalıklaşabilirim, umarım.

Doğruculuk güzel şey, ama tadında ve hakarete vardırmadan, varmadan. Doğruculuk, inatlaşmak değil, tartışmak olmalı. Ortak noktalar illa ki var!



Ve biliyorum ki, bunlar beni sıradan yapmayacak.

Kısacık not: Yine ne yazmak için oturdum, bak neler yazdım? Ay bu klavye beyin kaçınılmaz ilişkisi!
Neyse...
Kimse okumazsa ben okurum!:p













6 Ağustos 2011 Cumartesi

#Aklimdadelisorular ve haberler

Hayat, sanki freni tutmayan bir araba gibi sürekli yokuş aşağı kaymaya başladı.
Sabah uyandım. Biraz düş, biraz gerçek yorgunu, biraz değil çokca üzgün, hatta kırık dökük.
Her sabahın rutin işleri, hani bir ara Twitter'da dolandığı gibi, yüzünü yıkarsın, bilgisayarını açarsın, çay koymaya gidersin.
Sabah uyandım, biraz yorgun, biraz hüzünlü.

(Seni çok severek)

Gazeteleri netten okumayı seviyorum. Hepsi elimin altında. Bayii'den almış olsam en fazla 2 gazetem olur. Nette hemen hepsi elimin altında. Ve öncelikli gazetem Gazeteport'u açtım.

(Yalan söylüyorum, önce sana baktım, neler yazmışsın dün gece diye)

Gazeteleri netten takipleyenler bilirler, önemli haberler on, oniki başlık altında toplanır.
On kötü haber! Alışığız, çünkü biz Türkiye'liyiz.
Kadının biri kendisini döven eşinden kaçarken bilmem kaçıncı kattan düşmüş, YAŞ bitmiş, sonuç malum, yoruma açık, gündemi en çok meşgul eden konu şike davasında gelişmeler, "aman para harcamayın, zor günler kapıda" beyanlarına karşın, Başbakan'ımızın "boşverin, teğet bile geçmez bizi" açıklamaları vsvs. Haa bir de bir haber vardı ki, bomba! Cumhuriyet Gazetesi bombacısı, Ergenekon sanığının itirafları... ilginçtir konu bile edilmedi?


(Aklımda sen olunca galiba konsantre olamıyordum haberlere)

Ülker Migros'un Şok'unu satın aldı ya, raflarda içki yokmuş artık, şaşırdık mı? Yoo, sokak düzenleme operasyonu kodadlı Asmalı'da ki masa sandalye toplama operasyonunada şaşırmadık ki biz. Hak yemek olmaz, elbet sesler yükseldi Twiter'da. Malum sesler. Ama inanın 128 çalışan ve bir o kadarda teknik ekip personeliyle çalıştığım işyerimde o günde bu gelişmeler konu bile edilmedi! Kimbilir çoğunluğu üniversite mezunu, çeşitli yaşlardan olan kişilerden kaçı istikrara (!) oy verdi diye düşünmedim değil!

(Gidiyordun sen ve ben yıkılıyordum)

Magazin haberleri de farksız. Tatsız yani. Hani magazin eğlendirir filan ya, yok, o dünyada da bir arap saçı durumu var.
Teoman müziği bırakıyormuş!
Ömür Gedik, Hülya Avşar'a "acemi" demiş!
Amy'nin ölümü hala gündemde. Sosyologlar, psikologlar olayın derinine inmeye çalışsalarda, büyük Türk müzisyeni (!) Yonca Evcimik damgayı vurdu. Üstelik Hıncal Uluç'tan çalıntıyla. Su testisi su yolunda kırılırmış! Her ne kadar Yonca Hanım, bu sözün gerçek anlamını bilmediğini beyan etsede... Özeti bu!
Bizim kutsal değerlerimiz var değil mi? Ne demek alkol, esrar vsvs?

(Gazeteleri okurken gözüm telefonumda. Hani olur a bir şey yazarsın, bir sms, bir arama filan)

Ayşe Arman'da Altın Portakal jürisine davet edilmişte, buna itiraz eden aktörümüze lafını giydirmişte...
Aman ya!

(Yok çalmıyordu telefonum, yoksa sahiden beni artık istemiyor muydun?)

Köşe yazarlarına geçtim.
Ahu Özyurt'un yeri bende ayrı, ha bir de bilen bilir, anlamaz ama, Ahmet Hakan yazıları tutkusu var bende. Yazmıyor epeydir. Twitter'da karşılıklı takipleşiriz, soruyorum yanıt yok! Beyimiz hala türbanlı kardeşlerimizin rüyalarını RT'lemekle meşgul! Ha öyle böyle değil, #aklımdadelisorular başlığına yazacağım konuyu, o kadar öfkeliyim o platformda kendisine!
Özyurt, Safile Usul derken...

(Ağlamaya başladım, hissettin mi?)

Şu Polyanna denen kızı küçükken bile sevmedim ben. Ne öyle herşeyden bir mutluluk çıkarma saçmalığı? Ama farkettirmeden içime kaçmış zararlı mahlukat! Her durumda suratımda bir neşeli gülümseme, bir sahtelik. Yok aslında galiba sorumluluktan doğan mecburiyet, ben haksızca bu safı suçluyorum!

(Neden mücadelemizi terkettin ki? Hani biz çok mutluyduk. Yoksa aslında ben mi vazgeçtim mücadeleden. Hangimiz yorulduk? Acı...)

Bu aralar Somali'li bebekler ölüyorlar.
Bir anne, hayatta olan çocuğuna daha fazla yardım alabilmek için, ölen bebeğini gizlemiş. İnanılmaz üzücü.
Bazılarımız ülkemiz aç çocuklarını kıyaslıyoruz, biz kendi çocuklarımıza yardım edelim önce diyerek.
Pardon?
Söz konusu çocuklar, ülkesi farkeder mi?
Ha bizim aç, korunmaya muhtaç çocuklarımız varsa, ki var, nerde yüzde bilmemkaçla iş başına getirdiğiniz istikrarlı hükümet?!!!
Tabi kıtlıkla açlığı birbirine karıştıran bir kesim var ki, daha ne diyeyim? Elinizi bir koyun vicdanınıza.

( Ben seni sahi o kadar çok seviyorum ki)

Akan suların hiç durulmadığı, onlarca olumsuzlukla insanların artık kendi gemilerini kurtarma savaşına girdiği, gemileri yakmak şöyle dursun, yanan gemilerden haberdar olsa bile itfaiye çağırmaya yeltenmeyeceği garip bir süreçten geçiyoruz.

(Gitmesen? desem bile "git" diyebilecek kadar çok sevmişim seni.Peki ya sen? Beni feda edebilir misin gerçekten?)

Bir de Nato helikopteri düşmez mi bu arada?

Off, güzel bir haber ne zaman?

(Anahtar paspasın altında. Saat önemsiz gelirsen. Belki yine gideceksin, ama gidişlerini bile seviyorum desem? Gelişlerini zaten hep sevdim ki.)

4 Ağustos 2011 Perşembe

Terkler kaç kişilik?

Bir kitabında ölüm anını anlatmıştı Aziz Nesin.
Ölmemişti.
Ama yazının başlığı buydu yanlış anımsamıyorsam. Ya da benzer bir şey.
Kalbi sıkışıyor, boğuluyordu uzandığı yatağında. Kalp ilacına uzanmak istiyor, ama gücü yetmiyordu. Çocuklarını yardıma çağırmak istiyor, ama sesi çıkmıyordu.
Kaderine razı, gözlerinin önünden geçen film şeridini izlemeye çalışıyordu.
Ve konuşuyordu hayatla usta.
Kapı açılıp, oğularından biri elverdiğinde kurtuluyordu.
Nesin'le kalp krizi geçiren bizlerde boğuluyor, çırpınıyor, hayatı sorguluyor, bir ümitle kapının açılmasını bekliyor ve kurtuluyorduk.

Ben yalnızım.
Kapım az önce kapandı.
Aralık bırakmıştım belki vazgeçer döner diye.
Kapı rüzgardan mı kapandı, O'mu kapattı yanıtsız kaldı. Bunu artık hiç öğrenemeyeceğim. Öğrenmek neyi değiştirir ki?
Rüzgar kapatsa ne değişir?

Keşke ya da iyi ki kavramlarına aldırmam.
Bazen işte. Ölmeden önce bir insanı arayıp helalleşmişsem "iyi ki" derim de, hemen ardından "keşke ölmeseydi" yi çarpıştırırım.
Ya şimdi?
İyi ki sevmişim mi?
Keşke gitmeseydi mi?

Kapı kapandı.

Çok değil bir saat sonra filandı, ensemde bir çatırdama duydum. Yukarıya doğru şiddetle yayılan elektrik çarpmasına benzer bir şey. Ağrı desen ağrı değil. Çatırdamalar işte. Damarların birbirine vurması, vururken her bir damarın sigortalarının atmaya direnmesi gibi. Hani atsalar geçecek belki.
İşkence gibi.
Yürüdüm evin içinde. Babam yürümenin, hareket etmenin her krizi engelleyeceğini söylerdi. Yolda yürürken yıkıldı!
Aynaya baktım.
Solgundum ama güzeldim.
Saçlarımı sıkıca topladım.
Dudağımın üstünde, istenmeyen bir tüy gördüm, parmağımla çekip çıkarmaya çalıştım, başaramadım.
Hayatım hala film şeridi değildi gözlerimin önünde. Demek ölmeyecektim.
Ya da farklı bir ölüme yolculuktaydım. Adını henüz koymadım.
Ya rüzgarın, ya onun kapattığı kapıya bakmaya cesaret edemedim.
Bakarsam ölecek miydim?
Ölmekten korkmak değildi, gittiği gerçeğinden kaçmak belki? Ya da yapayalnız ölmekten korkmak? Yok, böyle bir ölümü hiç hayal etmedim. Aslında ölümü hiç hayal etmedim ki.

Oysa herkes gidiyordu öyle ya da böyle bir bahaneyle.
Kalandır terkeden derim ben, o malum hala yanıtı bulunamayan soruyu sorduklarında.
Bir ara, eğer ölmezse adını koyamadığım şey, bir kez daha düşüneceğim bunu.
Belki terkler de iki kişiliktir?

Beynimin çatırdaması ilk şiddetinde değil, sızı sadece ensemde, bir de iki kaşımın orta yerinde.
Apartmanımızın girişindeki doktor muayenehanesinin önünde aniden kalp krizi geçirip ölen adamı gördüğümden beri çantamda taşıdığım kalp ilacı çok yakınımda. Olası bir krize hazırım.

Bu gidişine hazırlamamışım kendimi.
Oysa kaç kez sen benden ben senden gittim ama hep döndük ya. Hep daha sıkı sarıldık daha çok sevdik ya. Aşkı, çok sevmeyi, herşeyi iki kişilik dünyamızda kendimizden hiç saklanmadan çıplak yaşadık ya.

Bu gidişine hazırlamamışım kendimi.
Çok ilerde bir gün, çocuklarıma, yakınlarıma günlerden perşembe'ydi diye anlatabilirim, üç ünlemli elveda yazan bir kağıt parçasını parçalayarak.

Daha önce hiç böyle ölmemiştim.
Adını koyamayabilirim.
Ve sen benim öldüğüme hiç inanmayabilirsin.

29 Temmuz 2011 Cuma

Evcil hayvanlar, çocuklar, tatil

Tatil günlerindeyiz, hepimiz sırayla gidiyoruz geliyoruz, ve özellikle çocukların gürültücülüğü ile ilgili pek çok şikayet okuyorum.
Birbirine bağlantılı bulduğum 2 konuyu paylaşmak istiyorum bugün.

Blog ve Twitter takipçileri biliyorlar, parasını 3 ay önceden yatırdığımız halde, internet sitesinde evcil hayvanlarla ilgili tek bir uyarı olmayan devremülkümüze 3 aylık köpeğimiz Alex yüzünden alınmadık! Alex 3 aylık 3 kilo ve 50cm boyutlarında yavru bir York Shire Terrier.

Evcil hayvan besleyenler çok iyi bilirler ki, özellikle yavru hayvanları, tatile çıkarken komşuya, veterinere bırakmak onlara yapılacak en büyük zulümdür.

Bizler hep "sözde" katılıyoruz bazı kampanyalara, ya entel ya dantel işte artık herneyse, kendimizi farklı tanıtıyoruz. Sokak hayvanlarına bir kap su projesine hepimiz canı gönülden destek verir gibi yapıyoruz örneğin? Ama hayvan haklarına hangimiz ne kadar saygı gösteriyoruz belirsiz! Acımasız gelebilir ama ben kendi adıma bu konuda duyarlı kişilerin gördüğümüzden çok az olduğuna inanıyorum.

Kapı önüne konulduğumuz devremülkün alanına baktım tepeden. Muhteşem parklar, gezinme alanlarıyla dolu koskocaman bir alan.
Daha sonra evcil hayvan kabul edilmeyen pek çok otelin internet sitelerinde, yayılmış oldukları alanları inceledim, çoğu inanılmaz geniş alanlara sahip oteller.
Apart sahibi bir arkadaşımı aradım, uzun süredir oteller evcil hayvan kabul etmiyorlarmış. Gerekçelerinde haklı olabilirler. Çünkü bizler ne yazık, parasını verdim ya, düdüğümü istediğim gibi çalarım!" zihniyetinde çoğunluğa sahibiz.
Evimizde 15 gün çarşaf değiştirmeyiz ama alarmlar sürekli yinelendiği halde, küresel ısınma filan demez, otelde çarşafımızın her gün değişmesini isteriz!
Eh kimbilir kaç evcil hayvan sahibi köpeğine kedisine, odaya, asansörlere pisliğini bıraktırdı, yemek salonlarında, plajlarda rahatsız olabilecek insanları hiç düşünmeden, "bir şey yapmaz" mantığıyla serbest bırakıp, olumsuzluklara neden oldu ki, böyle bir karar alındı.

Karara saygılıyım ama,
Hayvan haklarını es geçemem!


Kafamda projeler ürettim tatil boyunca.
En azından, geniş alana yayılmış işletmelerin, evcil hayvanlar için bir bölüm ayırabileceğini düşündüm. Hayvan odaya alınmasın, insanların kullanım alanında serbest bırakılmasın. Hatta belli bir yaştan sonra bu işletmelerde hayvan kabul etmesinler. Sınırlama getirilsin. Ama sahibinin kokusunu duymaya muhtaç minik yavrular bu haklarından mahrum bırakılmasın.
İnanın, bu uygulamalar işletime konulabilir, hayvan hergün sahibini görebilir, onun elinden mamasını yiyebilir.
Ve hayvan sahipleri bu konaklama alanlarını tatil için tercih hakkına sahip olabilir.
Ve ne insan ne hayvan hakları ihlal edilir!

İkinci konu gürültücü çocuklar

Köpeğimizi kabul etmedikleri zaman, ilk itirazım şu oldu devremülk yönetimine; "Bende çocuk gürültüsünden, havuza işemelerinden, yalınayak koşuşturmalarından, anlamsız çığlık atmalarından şikayetçiyim! Atacak mısınız onları da kapı önüne? Sonuçta ben müşteriysem, bunu istemek hakkım olur bu durumda!"
Bu yalan değil, gerçekten gereksiz çocuk gürültüsüne tahammülü olmayanlardanım.
Hatta, terbiyeli evcil hayvanların çok daha uyumlu olduğunu bile söyleyebilirim.

Ama

Asla çocuklara kızmam, kızamam!
Çocuk doğası gereği meraklıdır, henüz topluma uygun yaşama kurallarının bilincinde olmadığı için yüksek sesler çıkarabilir. Tezcanlı, enerji doludur. Yürümek yerine koşturur. Düşer kalkar ama koşmaya devam eder. Suya girince oynamak ister. Restoranda büyükler sohbet ederken sıkılabilir, çevre masalara yanaşır.
Çocuktur sonuçta!

Ama çevreye yaydıkları gürültü, şımarıklık abartılıysa suç asla çocuğun değil, çocuğuna eğitim vermeyi başaramamış ailenindir!
Çocuklar en kolay öğrenen varlıklardır.
Ama tehditle bir şeyleri öğretmeye çalışmak ne hatadır.
Lütfen çevrenizde ağlayan, gürültü yapan çocukların ailesinin konuşmalarına kulak verin, büyük çoğunluk, "seni polis vericem, bak amca kızıyor, çekicem şimdi kulaklarını vsvsvs" Ha bir de toplum içinde çocuğa şiddet uygulayan aileler var ki, tamamen hasta ruhlar diyorum ben onlara.
Aileler ne zaman çocuklarının akıllı birer varlık olduğunu kabul eder, onlarla yetişkinlerle konuştuğu gibi ciddiyetle bir takım kuralları paylaşırlar, bu sorunlar ortadan kalkar.
Yani lütfen "şımarık çocuklar" diye nefret dolu söylemlere girişeceğinize, "nasıl anne baba bu insanlar" diyerek, ebeveynlere yüklenin, çok şikayetçiyseniz.

Çocuğunun uyumsuz davranışlarından şikayetçi bir aile, psikiyatrist kapısına dayandığı zaman, iyi bir uzman'ın yanıtı bellidir aileye, "sorunlar sizden kaynaklı olabilir, önce sizin tedaviniz daha yararlı olur."

Bu yazıyı yazarken, Mutlu Tömbekici, bu haftaki yazısında "çocuk alınmayan" otelleri listeleyeceğini yazıyordu Twitter'da.
İstediği tatili yapmak herkesin hakkıdır elbet, ama birileri bir şeyleri talep ederken, diğerlerinin talepleri gözardı edilmezse!

Çözülemeyecek sorun yoktur, belli düzenlemelere ve koşullara uyulmak suretiyle.

Bir uzun not: Dün site havuzundaydım. 5 yaşlarında bir kız çocuğu, annesinin cep telefonundan bangır bangır yaydığı müzikte apaçi dansı yapıyor, anneannesi havuzda bulunanları tempo tutmaya çağırıyordu. İnsanlar ister istemez bu eyleme katıldılar. Daha sonra anneanne çocuğun kolluklarını taktı ve havuza girdiler. (Ayrıca bir çocuk havuzumuz var)
Ve buyrun sohbete;
Anneanne: "En güzel benim!"
Çocuk çığlıkçığlığa, "Hayırrrrrrr benimmmm!"
Anneanne çevredekilere seslenerek: "Bakın şimdi nasıl çırmıklıycak beni, ben kraliçeyimmmm!!"
Çocuk annenanenin yüzünü tırnaklayarak, agresif çığlıklarla: "Hayırrrrrrrrrr benimmmmmmmmmmmmmm!!!"
Çevreden kahkahalar!
Anne şezlongta sigarasını içiyor bu arada!
Kime kızdınız?
Yorum sizin!

19 Temmuz 2011 Salı

Tatil

Yine uzun olmuş yazmayalı...

Yeniden çalışmaya başlayacağımı Twitter'dan duyurmuştum Haziran sonunda. İşe alındığı gün, tatil izni alma yüzsüzlüğü gösterip, "lütfen amaa" şımarıklığında türlü şirinlikler yapıp, 15 gün izni koparabilme keyfiyle tatil valizimi hazırlarken, bir gün sonra yaşayacağımız trajediyi hayal bile etmiyordum. Tabi ki, tatile birlikte çıkacağımız arkadaşım Ece ve sevimli York Shire Terrier'i minik Alex'te!
Bodrum Türkbükü'ndeki devremülkümüzde muhteşem bir tatil bizi bekliyordu hesapta. Üstelik aynı gün Ali ve Ayşe burnumuzun dibinde evleneceklerdi!
Alanda tam da önümüzde check-in yaptıranlar Neşe Erberk ve Zeynep Tunuslu olunca, az biraz muhabbet edip gülüşünce, çevredeki vatandaşların bizi de düğün ekibinden sanmalarına şaşırmayın. Biz de o havaya girmedik değil yani.;)
Uçak havalanıp, İstanbul ardımızda kaldığında biz hayallere yenilerini çoktan ekliyorduk.
Hele ki alanda bizi karşılayan, sigorta şirketi Back-Up'ın güleryüzlü ve kravatlı şöförü valizlerimizi BMW bilmemkaça yüklerken havamızın Erberk'i filan gölgede bıraktığına şüphem yok! Şirkete bayıldığımız 75lirayı sonuna kadar helal ettik yani.;)
Öğlenin deli sıcağında, devremülkümüze ulaştık. Şöförümüz artı 22kg fazlalığı olan valizlerimizi ve bizi kapıda bırakıp gözden kaybolurken,

"Buraya köpek kabul etmiyoruz!" dedi,

kapının önünde ellerini beline dayamış, hiç gülümsemeden konuşan, ve sanki o yaşına kadar hiç gülümsememiş izlenimi veren kadın!
Alex şu hiç büyümeyen, benim hep "bunlar kaç pille çalışır" diye dalga geçtiğim minicik, sesi soluğu çıkmayan bir köpekcik ve henüz 3 aylık. Çantaya saklasan kimse farketmez. Ama devremülke köpek alınmayacağını nerden düşünebilirdik ki? Üstelik internet sayfasında böyle bir uyarı yoktu! Bunu söyledik, onu söyledik, bizi kapıda bırakmayın diye yalvardık, gidecek yerimiz yok diye ağladık, "burda çocuklar yok mu, onlarda bizi rahatsız ediyor, hadi atın onları da" gibisinden saçma sapan tehditler savurduk, nafile!

Geceyi geçirebilmek için bir yer arama telaşında atladık bir taksiye. Orası,burası derken taksimetre 175 lirayı gösterdiğinde bir apart bulabildik. Ama o da ne? Daha adımımızı atmamızla, köpek kokusu alan iki Alman kurdunun üstümüze saldırması, çığlıklar, kaçışmalar... çaresiz yine bindik taksimize.
Yapacak tek bir şeyimiz vardı, Ece'nin ailesinin Antalya'daki yazlığına sığınmak.

Bodrum'dan direk uçuş yok!

Türkiye'nin en gözde tatil beldesinin havaalanı 3 oda bir salon büyüklüğünde, büyükçe bir ev görüntüsünde. Bir tek kafe'si var, kliması yok!
Ankara aktarmalı Antalya uçağımız akşam 9'da ve önümüzde tam 4 saatimiz var!
Başımıza gelen ne olursa olsun,moralimizi bozmamaya kararlıyız. Saçmasapan şeylere gülerken, tatil için ayırdığımız paraların yarısını taksi, uçak biletleri, kafe derken yedik bitirdik!
Artık başımıza gelebilecek herşeye hazırız. Şerbetlendik mi ne derler ya, aynen o durumdayız.

Gece saat 1.5, nihayet Antalya!

Çevre ilçelerini bilmiyorum ama Antalya merkez turist potansiyelini epey yitirmiş. O her bir yanda gördüğümüz, bacak uzunluğu Türk kadınlarının boy ortalamasına nerdeyse eşit güzelim Rus kadınları sayısı bile elin parmakları kadar. Geceleri sokaklar boş.
Zaten daha tatilin ilk sabahı, tv magazin programlarından biri tatil yörelerimizi gösterirken, Bodrum, Çeşme, Kuşadası gibi beldelerden renkli plaj ve gece hayatından bol ışıltılı görüntülerinden sonra, sıra Antalya'ya gelince Düden Şelaleleri'ni göstermesinin ardından, acı gerçeği anladık ki, tatil hiç hayal ettiğimiz gibi geçmeyecek!
Yine de...

Tatilin kötüsü olmaz

diyorum.;) En azından kafa dengi dostlarınızla beraberseniz.

Bu tatil sonunda bazı aksaklıklarımızı giderebilmenin formüllerini geliştirdim kafamda. Özellikle son günlerde sıkça okuduğum, rahatsız eden çocuk gürültülerinin kaynağına inmeye çalıştım. Benim kafada kurtlar hiç uyumaz ya!;)
Bir dahaki yazıya...
Sevgilerimle.

Not: Çalışma yaşamına çok hızlı bir geri dönüş yaptım. Sanal platforma fazla vakit ayıramıyorum ama çalışmak, üretmek insana kendisini iyi hissettiriyor.

24 Haziran 2011 Cuma

Kısacık bir açıklama

Bloğa yorum yapamıyorum bir süredir. Ayarlarımda bir sorun var.
Kısa bir açıklama yapmak zorunda hissettim kendimi, son yazdığım yazı konusunda bazı yanlış anlamalar olmuş, toplu halde yanıt verebilmek için.

Yazıyı okuyanlardan ve benim yaşantımı çok iyi bilen bir dostum aslında son durumda objektifliğimi kaybettiğimi iddia etti, ki yanlış değil. Zaten yazı sonunda bu objektifliğin insanı mutsuz ettiği gerçeğine yaklaşmıştım. Dikkatli okuyanlar anlamıştır.
Zaten daha dikkatli okuyanlar, karakter özelliklerinin kişilerin yaşamında ne denli etkili olduğunu da vurgulamaya çalıştığımı da ayrımsamışlardır.
Bazen ne kadar tarafsız düşünürsek düşünelim, baskın karakter yapısı tarafsızlığımızın önüne geçebilir. Ve değer yargıları farklı olabilir.
Bu, karşımızdakini anlamayı reddeder bir duruma itebilir insanı, ve bir şeyleri açıklamaya çalışmak, savunuyormuş havası yaratabilir. Karşılıklı konuşma sadece suçlama, savunmaya odaklanır.
Burada tarafsızlık biter, ve sadece kendi haklı olduğu konulara saplanır kalır insan.
Kolayı seçenler, "amaaan ben böyleyim napayım?" diye vurdum duymazlaşır, gider, ya da unutur herşeyi, "senden nefret edebilirim" diye terkeder gider.
Zoru seçenler, savunmadan önce kendi hatalarını da masaya yatırmayı başarabilenlerdir.
Çok büyük bir inançla itiraf ederim ki, ben yazdığım yazıda, kendimi savunmadım, ya da "ayy bakın başıma neler geliyor" diye ağlamadım, kendimi acındırmadım. Burası yanlış anlaşılmış.
Sadece, bazı sözleri sadece günün koşullarına değil, tüm bir yaşanmışlığa bakınca, haketmediğimi düşündüğümü ve unutamadığımı yazdım.
Mükemmel bir insan değilim.
Dedim ya davul dengine diye, işte o denge bozulunca sanırım hırçınlıklar, agresiflikler, özellikle "aşk" konusunda tarafsızlığı insafsızca yokediveriyor.

Sonuç olarak, yazı sonunda aşk konusunda çemkirmem tamamen kişiseldir, bunun dışında tüm olaylara bakış açım, koruyabildiğim kadar objektif kalacaktır.


Sevgilerimle, mutluluk diliyorum herkes için.

Davul dengi dengine hesabından

Kimbilir belki hepimiz yaşadığımız sürece aynı ya da benzer deneyimleri yaşıyoruz, farklı zaman, farklı mekanlarda.
Aynı şeylere seviniyor, aynı şeylere üzülüyoruz. Değişen sadece zamanlar, mekanlar yüzler.
Herkes ölümü, doğumu yaşamıyor mu? Aşık olmuyor mu? Aldatılmıyor mu? Dost kazığı yemiyor mu? Satıcı parayı eksik aldığı zaman seviniyor, yere para düşürüp kaybettiğinde üzülmüyor mu? Tuttuğu takım gol atınca sevinirken, karşısındaki üzülüyorken, bir başka gün sevinenler, üzülenler yer değiştirmiyor mu? Bir çorbanın tuzundan yakınan birileri, bir başkası yakınırken, mis gibi kuru pilavı mideye indirmiyor mu?

Say say bitmez!
Akp'nin seçim şarkısı gibi bir şey; Aynı yoldan geçmişiz biz! ;)

Ama işte

Bu geçişlerde, karakter özellikleri baskınlığıyla farklı tepkiler gösteriyoruz.
Bir başkasının "aman boşver, değmez" vurdumduymazlığı, bir başkasının ta derinlerinde onarılması mümkün olmayan yaralar açıyor.
Bir diğerinin kabul edemediği davranışlar, diğerinin umursamadığı, basit ayrıntılar olarak kalıyor.
Birbirimize akıllar vermeye başlıyoruz, kendi doğrularımızca, ya da gerçekten doğrularla. Hani olay anında psikolojisi farklı olur kişinin, objektif bakabilmeyi rafa kaldırır ya, hah işte tam o zaman gösterdiğimiz yol doğrudur ama dinlenebilirse tabi.;)

Artık doğuştan getirdiğim karakter özelliğinden mi, yoksa canım babamın çaktırmadan empoze ettiği tarafsız bakıp, düşünebilme, soğukkanlılığını koruma özelliğinden mi, belki her ikisi, gerçekten olaylara objektif bakmayı başardığım söylenebilir.

Hiç bir olay kendiliğinden ortaya çıkmaz.
Mutlaka bir nedeni, bir sorumlusu, bir de illa ki mağduru vardır. Tabi mağdur her zaman haklı mıdır, çok su götürür bir durumdur.

Aldatılma konusu örneğin?
Aldatılan taraf, mağdurdur.
İyi de neden aldatılmıştır?
Ya da bir cinayetin mağduru?
Neden öldürülmüştür?
Bu saydıklarım anormal ruh durumu koşullarını içermiyor elbette. Sapkın davranışlar tamamen patolojik vakalar olup, anlatmaya çalıştığım konunun tamamen dışında.
Gündelik, standart insan yaşantıları söz ettiğim.

Objektif bakış açısında, iki taraf hem haklıdır, hem haksızdır. Doğru olan, haklılık ve haksızlık paylarının oranını bulabilmektir.
Kişinin kendisi için değerlendirmeleri de konuya dahil.
"Bana bunu bunu yaptılar, bunu nasıl hak gördüler,vsvvs..." sızlanmalarını bir kenara bırakıp, "ben ne yaptım da, bu davranışı hakettim?" daha doğru bir yaklaşım değil mi?
Eskilerin dediği gibi, iğneyi kendine... durumu.;)

Bu yazdıklarım tamamen kişisel bakışım yaşama. Yani okuyanı bağlamaz.

Başıma bir olay geldi benim, aldatıldım!
Tüm yaşantımı kökünden etkilemiş bir olay.
Hiç sormadan, sorgulamadan terkettim mekanı! Çok kızgındım, çok yıpranmıştım, o ruh haliyle sormaktan ötesine geçebilir, çok daha vahim sonuçlar yaşayabilir, yaşatabilirdim.
Beynimin bir köşesinde taşıdığım soru işaretine, yanıtlar aradım. Yine öncelikle kendi hatalarımı tarayarak.
Vardığım sonuç, ufak tefek gençlik hatalarının, bana yapılan hakaret karşısında epey hafif kaldığıydı. Bence elbette.
Epey süre bekledim.
Hani diyoruz ya, insan geçmişiyle hesabı kapatmadan, sağlam bir gelecek kuramaz diye. İşte bu sözün doğruluğuna inancım tam benim.
Tüm hayallerimi yerle bir eden aldatılmadan sonra, yaşadım, farklı dünyaların içine girerek.
Uzunca bir süre sonra, artık suların durulduğu bir zamanda hesabımı kapatmak üzere yola çıktım. Kendimce, bir özür alacaklıydım çünkü. Ve tabi ki bir savunma dinledikten sonra.

Ve geçmişle en büyük hesabım kapandı!

Ya sonra mı?;)

Anladım ki, biz hesapları hiç bir zaman kapatamıyoruz. Bir defter kapandığında, açık olan defterlerin hesabı sürekli artıyor.

Farklı konular, farklı hesaplaşmalar...
Bazen bir söz, bazen bir çarpışma, ya da bir münakaşa, veya sessizlik. Hesap hep açık.
Yeni bir dünya kurmak isterken, engeller hep var, ama aşılması kolay, ama zor.

Ben, kendim olarak anladım ki, bazı sözleri haketmiyorum, ve daha korkuncu unutmuyorum!
En romantik anı yaşarken, ya da hiç ummadık bir anda o bir söz, bir cümle, beynimin kıvrımlarından, söze yolculuğuna başlıyor.
Hele ki, söz ya da davranış, çok sevilenden gelmişse!
Hele ki, sözü söyleyen bir de sizi anlamak gibi bir gayret içinde değilse!

Sözün kısası, yıllardır objektif bakabilmeyi kendine yaşam tarzı olarak seçip benimseyen ben, belki de ilk kez bu huyumu sorgulamaya başlamalıyım, yoksa sesimi duyurmaya çalıştıkça, daha çok dibe batar olmanın hüsranını yaşamaya başlayacağımdan korkmaya başladım ilk kez.
Çünkü artık düzen değişmiş, her durumda ben haklıyım modundaki kişilerin nüfusu giderek daha bir fazlalaşmaya başlamış ve mutlululuğu, neyi hakettikleri beni ilgilendirmiyor ama, onlara devretmişiz.

Ve ben boşuna bekliyorum!

Acı!

Ama belki, davulun dengi dengine vurmasını öğütleyenler haklı!

Dengini bulabilene kadar sınavlardan en az yarayla geçebilmenin umuduyla...

22 Haziran 2011 Çarşamba

Survivor Show

Survivor başladığından bu yana ilgiyle izlediğim, oyunlarda gerçekten heyecanlandığım hoş bir oyun/yarışma.
İdi.
Taki bu son Survivor'a kadar.

Ünlüler Gönüllüler

Günler öncesinden açıklanan ünlüler arasında kuşkusuz en dikkat çekici isim Nihat Doğan'dı.
Ciddi yazayım, ortalıkta dönen ND geyiklerine uzaktan yakından ilgim bile yoktu. Kendisiyle tanışmam Survivor sayesinde oldu diyebilirim. Tanıştıktan sonra, meraklıyım ya az biraz geçmişini inceledim. Adam bence hiç oynamadı Survivor süresince. O kendisine bir dünya yaratmış, yarattığı dünyaya inanmış, kısaca en başından, "kendi yaratığı ego dünyasının" başrol oyuncusu olmuş bile.
Vatanı en çok seven, saygıda kusur etmeyen, Allah inancı çok kuvvetli, özlü sözleri o kadar benimsemiş ki, nerdeyse kendi kelamı sayacak hale gelmiş bir insan.
Bu kendini inandırdığı oyunu tüm yarışma sırasında gayet başarılı oynamadı, yaşadı! O derece inanmış yani.

Final anına kadar!
İşte tam o final anında, kazanmak hırsı tüm bu değerlerin öyle bir önüne geçti ki, başladı çamurlaşmaya!;)
Zaten derdim ND falan filan değil, ne onu, ne kendi yarattığı dünyasında başrol oyunculuğunu, döneklikleri beni hiç ilgilendirmedi, zaten bu final gecesiyle adını bile unuttum.

Ama orada bir Derya vardı ki...

Derya Büyükuncu, yabancı olmadığım bir isim.
Survivor süresince, çok konuşmayan, daha çok dinleyici, anlayışlı, göbeğinin üzerinde uzanan takım arkadaşına ağabey, eşine sadakatini sürekli yüzüğünü öperek kanıtlayan, etliye sütlüye pek karışmayan, aslında "cool" deyimini anımsatan tavırlarıyla farklı bir yarışmacı. Kaldı ki, final gecesi, ödüle bir adım kala bu sessizliğini, çaktırmadan aleyhte propoganda yaparak bozmaya meyilli olduğunu izledik hep birlikte. Haklı haksız tartışmıyorum, ah bu paranın gözü kör olsun diyorum sadece.

Büyükuncu'yu tanımama karşın, yine de nette araştırdım biraz. Vikipedi kişi araştırmalarında en güvenilen kaynaktır ya, bu ay güncellenen tanıtımında, "daha çok katıldığı yarışmalarla kendisini tanıtmış kişi" demiş. Üzücü.
Aslında çok güvenilmez bir açıklama değil.

Futbol dışında farklı sporların adeta yoksayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Özellikle bireyse sporlar kişilerin sadece yakınlarını ilgilendiriyorsa ilgenilen sporlar.
Pek çoğumuz uluslararası yarışlarda başarı gösteren haltercilerimizin, atletizmcilerin adlarını saymakta zorlanırız.
Ancak Büyükuncu biraz farklı.
Türkiye'de yüzme sporu dendiğinde ilk akla gelen isimlerden birisi. Ama akıllarda kalması, pek fazla başarılı olmadığı halde kendisine tanınan olanaklarla, son yıllarda gündemde olması nedeniyle bana kalırsa.
Çünkü, kendisini çok başarılı bulanlara aldığı ödülleri (Türkiye dışında) sorsam, adım kadar eminim, araştırmadan yanıt veremeyeceklerdir. Yok çünkü!
Balkan Şampiyonaları Türk yüzücülerin en başarılı olduğu şampiyonalardır ve aynen Derya gibi pek çok yüzücümüz bu yarışlardan ödüllerle dönmeyi başarmışlardır.
Derya'nın bir adım önde olmasının nedeni biraz da yaşı nedeniyle, bugüne kadar katıldığı yarışların diğer yüzücülerden fazla olması olmasın? Ha bir de, ne kadar büyük başarı sayılabilirse, Olimpiyat barajını geçebilmesidir.

Sporcu, bir türlü istediği başarıyı yakalayamamasının nedeni olarak, kendisine devletin tanıdığı olanakların az olduğundan yakınmaya başladığında, yıllardır yüzme sporunun göbeği ABD'de bursla okuduğundan kaç kişinin haberi vardı bilmiyorum?
İşte tam o sıralar, uluslarası yarışlarda ülkemizi temsil edecek pek çok sporcuya, antreman yapabilmesi için alan gösterilemiyor, gereksinimleri olan temel malzelemelerin sağlanmasında büyük zorluklar yaşanıyor, sporcular kendi olanaklarıyla bir yerlere yükselmeyi başarıyorlardı. Onlar altın madalyalar kazansalar bile "isimsiz kahramanlar" olarak kalmaya mahkum ediliyorlardı.
Elbet bu Derya'dan kaynaklanan bir sorun değil, ancak devlet bütçesinin ne kadar kısıntılı olduğunu bildiği halde, başarı sözü karşılığında talep ettiği 10bin dolar aylık maaş kendisine bağlanıyordu!

Peki gerçekten bu 10 bin doların hakkını verdi mi Derya?

Gerek ailesinin maddi güçlük çekmediğini, yüzdüğü klüplerin kendisine tanıdığı sınırsız olanakları, ve ABD antreman koşullarını az çok bilenler bu soruya sadece gülümser!
Maaş bağlandıktan sonra, verdiği sözleri tutacağına inanılan efsane yüzücü (!)müz tam da uluslararası sahneye çıkacağı günlerde, Acun Show'un dans yarışmasına katılmasın mı?!!
Kötü denk gelmesi diyelim, ama Derya'nın tercihine ne kadar saygı duyarsınız bilemiyorum, kendisi dans yarışması uğruna Milli Takım görevine gitmemiştir!
Maaşı kesilmiş, Aynı zamana denk gelen yarışlarda klübü Galatasaray'ı yüzüstü bıraktığı için, takımından kovulmuştur.

Galibinin SMS'lerle belirlendiği "ruhunu kaybetmiş" bir Survivor'da, büyük ödülü kazandığı zaman, bir kez daha Olimpiyatlar'a katılmak istediğini açıklasada, Federasyon'un oldukça sert tutumu, ulu önderimin "Ben Sporcunun zeki, çevik aynı zamanda ahlaklısını severim" sözlerinin altına imza niteliğindedir.

Kişisel hiç bir alışverişimin olmadığı, ve gerçekten çok iyi yüzücü olduğunu defalarca izlediğim Derya Büyükuncu'ya show dünyasında başarılar dilemekten başka bir sözüm kalmadı.

Acun'un yaptığı işlerde başarısına sözüm yok, daha önce yazmıştım, arkasındayım.
Bu kez, Survivor ruhunu farklı yaşattığı için kırgınım. Keşke adını "Survivor Show" koysaydı!
Kısaca, bu Survivor'ın galibi, Acun Medya, Türkcell ve Coca Cola olmuştur.

Ama Survivor'ın asıl galibi, Pascal Nouma'yı destekleyen, onun işaretiyle Büyükuncu'yu birinciliğe taşıyan SMS'lerin sahibi Çarşı'dır! Hiç bir koşulda ruhunu satmadığı için!



Not: 22 Haziran 2011 Posta Gazetesi'nde yayınlanan "Derya Büyükuncu vatan haini" başlıklı yazı insanın tüylerini diken diken edecek kadar vahim bir yazı. http://www.posta.com.tr/spor/HaberDetay/_Derya_Buyukuncu_vatan_haini__dedi.htm?ArticleID=67548