28 Eylül 2010 Salı

Ne zaman adam oluruz?

Bilmem? ;)

Kaç İstanbul?


Pek yabancı bir konu değil İstanbul konusu... İçinden İstanbul geçmeyen ne öykü, ne roman, ne şiir, ne şarkı kalmadı yazılmayan. Ne de çekilmeyen fotoğraf... Kimileri övdü, kimileri sövdü. Kimileri meydan okudu, kimileri kurallara uydu, razı geldi kaderine. Ama bildiğim bir gerçek var ki... bu şehre karşı galip gelenlerin sayıları mağlupların yarısı kadar bile değil. Çoğumuz şehrin kurallarından bir şekilde nasibizi almışızdır.

Yine de, İstanbul'da yaşamak, karşılıksız bile olsa bir aşkın güzelliğini yaşamaya benzer benim için.

Bilirim sokaklardaki tehlikeleri, kaç kez atlattım. ;) Bizzat konunun içinde olduğum tehlikelerde gözaltımı süremi başarıyla tamamladığım gecelerimde oldu! Karakolda hiç sabahladığınız oldu mu? Değişiktir... bazen sizi güldüren, bazen "hadi canım" dediğiniz onlarca vaka gelir. Gözaltına alınan herkes potansiyel dosttur karakolda. Biraz fazla samimileşirseniz uyarı alırsınız, aklınızda olsun. Sanırım, polis kardeşler için uzun zamandır, karakola düşen herkesde potansiyel darbeci! Üç beş kişi biraya gerip fısıldaşmayın, çok fazla gürültüde yapmayın derim yani...;) ya da daha kalıcı bir öneri, yanınızda adam kesseler bile, etliye sütlüye karışmadan, göbeğinizi kaşıyarak yolunuza devam edin, karakola düşmeyin! (Göbek kaşıma esprisini kullanmazsam ölürdüm!)

Yolunuza devam ederken... mutlaka deniz çıkar karşınıza. Hava aydınlıksa masmavi, bulutluysa gridir. Rengi ne olursa olsun, dosttur deniz. İçinizde kalanlar varsa dökülün denize. Bu nasıl bir şanstır, denizi olmayan memlekette yaşayanlar anlayamazlar. Şair bile derdini denize dökmekten söz etmiyor mu? Adamlar yaşamışlar, biliyorlar kardeşim. Çevrenizde size "su akar, deli bakar" bakışlarıyla bıyık altından gülenlere aldırmayın. Bilin ki, denizde bırakılan konu ne olursa olsun ikinizin arasında kalır. Denizin dedikodu yapmak gibi bir saçmalığı hiç olmamıştır çünkü! Bazen fazla kabardığında, öfkeli dalgalarla saldırıya geçtiğinde, bugün de sen mi dertlendin dostum, diye gülümserim...

Banliyöler apayrı bir maceradır. Özellikle mesai bitim saatlerinde uzak durulması gereken araçlar. Yoksa şu çok kınadığımız ABD'li zenci gibi, kendi halkımız için "kokuyorlarmış abi" denilmesi işten bile değil;( Ama şairane bir ruha sahipseniz, ya da öykücü bir yanınız varsa, banliyölerden çok öykü çıkar, bunu da eklemeliyim. Ben arada belediye otobüsüne atlar, semt semt gezerim. İnenler, binenler, yüz ifadeleri, birbirleriyle sesli, sessiz konuşan insanlar... her biri için ayrı öykü yazarım kafamda. Boş zamanlarımın en zevkli aktivitesidir.;) Yine de otobüslere şöyle bir uyarı konmasını isterdim: "Lütfen birbirinizle aranızdaki mesafeyi koruyunuz. İnsanın insana yaslanmasını, yapışmasını önleyiniz. Önden 7 sıra koltuk engelliler, yaşlılar, hamileler ve savunmasız,yalnız genç kızlarımız içindir, işgal etmeyiniz. Sizi rahatsız edenleri otobüste gözünüze kestirdiğiniz en iri yarı, en insani bakışları olanlara şikayet ediniz, linç edilmelerine neden olunuz. Sallandıracaksın 2 tanesini..."

AVM'ler... amaçlı, amaçsız hergün binlerce ziyaretçi akınına uğrayan devasa alışveriş merkezleri. Amaçsızlık diye bir şey yok aslında.;) O amaçsız gezenlerin kafalarında kimbilir ne kuyrukları birbirine değmeyen tilkiler dolanır. Benim öykü kafası en çok bu tipler için senaryolar üretir. Yok... her gidişimde,beni aslında hiç tanımadığına emin olduğum halde, "merabaa" şebekliğinde yanıma yaklaşanlar, "beraber gezelim mi abla?" teklifleri değil senaryoların konusu. Zaten hem "gezelim" hem "abla" diyen tiplere hiç güvenmem. Her yola gelirim ifadesi olabilir tabi ama ben kararlı kişileri tercih ederim.

Vapurlar ayrı bir alem...

Herkeste nasıl bir inmek binmek telaşı! İttirmeler, kaktırmalar vapur iniş,binişlerinin vazgeçilmezi. Yemin ederim bir keresinde sadece 50 kişi kadardık. Alışığız ya, ittirme, bindirme görevimizi ihmal etmedik, vapur görevlilerini yine mutlu ettik.

Bu kadar kalabalık bir şehirde, şuna da tanığım, evlenme problemimiz var. Bunun suçlusu Kavak Yelleri, Küçük Sırlar gibi diziler mi, pek inceleyemedim ama yakın çevremden biliyorum, artık birisiyle flört etmiş ayrılmış kızlar "kaşar", erkekler "tatminsiz"! Eh kimsede bir kaşar ya da tatminsizle evlenmek istemez değil mi? Flört sayısı kabardıkça "eğlenilecek insan" etiketide yakanıza takıldı mı... bittiniz! Evlilik yaşlarının yükseldiğini söylüyorlar ya, aldırmayın, bu İstanbul'a özgü bir durum sadece. Benim memleketimde 23 yaşına gelmiş kızlara hala "evde kalmış" muamelesi yapılıyor!

Yüzünüzü ekşittiğinizi hissediyorum. İstanbul hayal şehridir, Boğaz'ı incidir, havası aşk kokar, anlatılmaz yaşanır, Beyoğlu bambaşka, adaları bir başkadır, deniz kıyısında bir çay içiminin keyfi nasıl doyumsuzsa, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda balık yemenin tadı nasılda güzeldir, nasıl mutlu eder insanı Kız Kulesi'nde mehtabı, Galata'da gün batımını izlemek, ve nasıl vazgeçilmezdir Dolmabahçe'de günü doğurmak gibi edebi değeri birşeyler yazacağımı sanmıştınız değil mi? ;)

Aslında yaşıyorum bütün bunları vaktim olduğunca. Ben katıksız bir İstanbul aşığıyım. Baba memleketim değil. İstanbul yaşamak, ölmek istediğim şehir. Çirkinlikleriyle, güzellikleriyle... Beni mücadeleci yapan dünyanın en güzel şehrini nasıl sevmem? Yeşil ışıkta bile karşıdan karşıya geçerken güvende olmadığımı bilmenin adrenal tavanı yaptırması şansını sadece İstanbul'lular yaşar. Her dakika tetikte olmak insanı mücadeleci yapmaz mı? Ve her mücadele güçlü kılmaz mı insanı?


Sen benim şarkımsın İstanbul. Bestesi, güftesi tüm şarkılardan farklı, bin renkli söz ve notalara akortsuz basılan şarkım...


Bir not: Not yok!

26 Eylül 2010 Pazar

Eksik İnsan (!!!)


Az önce, abartmıyorum, tam 7.kez izlediğim Başka Dilde Aşk filminin son sahnesinde, artık ezberlediğim repliği, filmin başrol karakteri Zeynep'le birlikte gülümseyerek tekrarladım: "Ceketimi burada unutmuş olabilir miyim acaba?"...

Ve yine abartmıyorum, bu sahneye gelene dek, artık ezbere bildiğim filmin, başlangıç müziği ile birlikte ağlamaya başlıyorum ben.

İzlemeyenler için kısa bir açıklama. Film işitme engelli genç bir adam ile, onun işitmediğini, dolayısıyla konuşamadığını öğrendiğinde, "Oleyy bee, hayatımın erkeğini buldum" sevinciyle, kucağına atlayıveren (gerçek bir kucağa atlama sahnesi) genç bir kızın öyküsü... Delikanlının annesinin, yakın çevrenin adamı "eksik bir adam" tanımlaması ile karşı çıktığı bir aşk öyküsü.

Filmde karşı çıktığım önemli detaylar olsa bile, ana fikir aşk olunca detaylar önemsiz kalıp, filmi film tadında izlemeyi başarabildim ve vazgeçilmezlerim arasında yerini aldı.


Siz yaşamınızda kaç engelliye yer verdiniz? Verebilirsiniz?

Çok yakınım ve çok mutlu bir evliliği olan bir çift var. Kadın işitme engelli ve erkek "normal"! Ailede tek şikayet 90 decibel işitme kaybına rağmen, inatçı kadının işitme cihazı ve dudak okuma yöntemiyle geliştirdiği konuşmasıyla, "geveze" olmasının kocası tarafından dillendirilmesi! Normal sözcüğü hiç birinize garip gelmedi değil mi? ;) Biz 5 duyusunda hasar olmayan insanlara "normal" deriz. Diğerleri kör, sağır, gerizekalıdır! Onlarla yaşam zordur. Sevmek tamam bir yere kadar... ama gönül bağı kurabilmek?

Biz bazı sevmeleri gerçek sevgiyle hep karıştırmışızdır. Acımak, iyilik yapmak sevgiyle çokça karıştırdığımız değerlerdir.


Buğra şipşirin 11 yaşında yakışıklı bir erkek. İşitmiyor. İşitme kaybı epey yüksek. Büyüyünce asker olmak istiyor! Bir şehit cenazesi izlemiş televizyon haberlerinde annesi ve babası ile birlikte. Annesi çok ağlamış izlerken ve Buğra çok etkilenmiş. Babasına anlattırmış olan biteni. Hırslanmış, artık çok iyi tanıdığı Atatürk gibi asker olmaya gönül koymuş. Anne baba gurur duymuş Buğra ile.


Ona sordum.

"Buğra? Asker olmak istiyorsun ama sen işitmiyorsun? Sana "komutanım dikkat!" diye ardından seslenseler bile sen işitmediğin için çoktan mayına basmış olursun! Gerçekten yararlı bir asker olabilir misin sence?"

Anne baba bana kızdı. Oğullarının bir hayali vardı, ben bu hayalini acımasızca bozmuştum!


Ece 9 yaşında bir işitme engelli. Sevimli mi sevimli dünya şekeri bir kız çocuğu. Hemşire olmak istiyor! Bu mesleği seçmesinin nedeni galiba tanıdığı tatlı bir hemşire neden olmuş.


Ona sordum.

"Ece? Hemşirelik nasıl bir meslek biliyor musun? Bir hasta canı tehlikeye girince sana ulaşmak isteyecek, acil yardım için. Ama sen bunu duyamayacağın için bir kişinin ölümüne bile neden olabilirsin."

Ece'nin anne ve babasıda bana kızdı. Yine bir hayali yerle bir etmiştim!


Arıkan bir otistik. Bir değil bir çok engeli var. 11 yaşında. İlgisini çeken sadece dönen nesneler ve parlak kağıtlar. Ailesi umutsuz. Onlar "Rain Man" filmini defalarca izlemişler ve bir umuda bel bağlamışlar.

Aileye sordum.

"Bu beklentileriniz Arıkan'a haksızlık değil mi? Otizm ne kadar geniş yelpazeli bir engel ve sizin umudunuz bir film mi? Arıkan Dustin Hoffman değil! Cruise yok! Ama siz varsınız, onu eğitebilecek sabrınız olmalı, umudunuz kendiniz olursanız kazanabilirsiniz!"


Engelli kişilere, gerçekdışı hayaller kurduklarında, onları desteklediğimizi düşündürüp nasıl hatalara düşüyoruz?

Onların yapabilecekleri, başarabilecekleri alanlar varken, saçmasapan hayallere kapılıp, asla başaramayacakları alanlarda onları "sen yaparsın, başarırsın" gibi sahteliklerle nasıl oyalıyoruz?

Oysa gerçekte ne çok başarabilecekleri şeyler varken?


Engelli insanları sevmek, onları anlamadan, onlara umut vaadetmek değil ki...


Filme dönüyorum.;)

Aşkın dili yoktur. Fimde Zeynep çabalıyor, işaret dili öğrenmek için. Ne gereksiz bir ayrıntı oysa.;) Zaten Umut dudak okuyabiliyor! Ama senariste kızmıyorum. O sevginin neler yaptırabileceğini anlatma çalışmış. Ama o filmi ben yazsaydım... işaret dilini öğrenmek yerine, Umut ve Zeynep'in dansetme sahnesine ağırlık verirdim belki... Çünkü gerçek sevgi bu. İşitmesen bile o tınıyı hissedebilmek...


Büyük bir not: Engel el, kol, bacak, vsvs... bir organdaysa korkmayın! Engel her organı iş görebilirken, fiziksel hiç bir engeli yokken beyni engelli çalışandan korkun!


Özel not: Konu aşk'sa dili yoktur ki...









Gitmek kalmaktan daha zor aslında...

Aşk üzerine yazmayacaktım... Hele ki mutsuz aşklar (!). Aşkı tanıdığımdan bu yana, hiç demedim, "mutlu aşk yoktur", diye. Mutsuz aşk olmaz ki. Aşk yaşanırken mutsuzluk varsa, onun adı da aşk değildir benim için. Sancılı beraberlikleri aşk diye tanımlamadım hiç. Aşkı tek kişilik, iki kişilik tanımlarlada sınırlamadım bugüne kadar. Hani şairin dediği gibi, "sen elmayı seviyorsan elmanın da seni sevmesi şart mı?". İşte benim felsefemi tam olarak anlatan açıklama budur. Karşılık bulmayan duygu "aşk" değildir diyebilmek nasıl bir zihnin ürünü olabilir ki? "Beni tanımıyorsun bile... sen bana değil aşık olma duygusuna aşıksın aslında... dokunmadan,görmeden aşk? Hadi canım sende..."gibi yatıştırıcı sözler karşılık verilemeyen duyguları, karşındakinin kafasından silmek için boşa bir gayrettir. Bir de nasıl incitir aşık'ı, duygularına inanılmaması.
Hep iddia ettim, hiç yılmadan edeceğim! Doğada örnekleri olan herşeyi insan yaşayabilir. Bir dolu örnek sıralamak istemiyorum. Biraz zorlarsanız, bu örnekleri sizlerde bulabilirsiniz.
Çevrenizde size aşık olduğunu söyleyen birileri varsa, ya da duyduysanız, ama inanmıyorsanız... yine de duygularını yatıştırmak için fetva vermeye kalkışmayın. Bırakın size zararı olmayan duygularını kendince yaşasın. Elbette sınırları zorlayanlar, terbiyesizce konuşup sizi üzenler, duruma hakim olamayıp paranoyakça saldırılırda bulunanlara iyi davranın demiyorum. Bu sıkıcı insanların tacizleride "aşk" filan olamaz zaten. Söz ettiğim "aşık" kendi yaşadığı aşkla mutlu olabilen, ortalığa dökülmektense nazikçe arkada kalmayı sindirebilen kişiler...
Farkındayım;) çok anlaşılmaz gibi görünüyor ama zaten aşkın ne olduğunu bile biz hala anlayamadık ki. Ya da bu güzelliğin tek başına yaşanabileceğini kavrayamadık.

Neyse... buraya kadar yazdıklarımı daha önceki yazılarımı okuyanların biraz daha iyimser okuduklarını, ilk okuyanların ise... "aman ne zırvalamış" türü yaklaşabileceğini düşünüyorum. Kızmıyorum, gülümsüyorum.

Asıl yazmak istediğim konu farklıydı. Ama söze aşk diye başlayınca... kaptırmışım yine.;(

Murathan Mungan bir şiir yazdı. "Kimdi giden, kimdi kalan?". Bu şiirden sonra, bilir ve bilmez her kişinin yorumu birbirinden farklı oldu. İnsanlar yine ikiye bölündü.;) Terkeden gidendir, yok canım kalan terkettiği için giden gitmiştir zaten'ciler, "yetmez ama ben de fikrimi açıklarım arkadaş" dediklerinden, bu tartışma hala sürüyor.
Aşk her ne kadar tek kişi yaşanabilirse yaşansın, sevgi farklı. Sevmek için iki kişi olmak gerek. Belki aşkın "e" hali... Giderek birbirine bağımlı olmanın, ortak kullanımların, zevklerin vazgeçilmez olma hali. Doğal sonucuda birlikte yaşamak!
İsteyerek başlanan, keyif veren hiç bir olgu başlangıçta insanı sıkmaz. Heyecan verir, tatlı kıpırtılar yaratır. Eğer alışkanlık haline döndüğünde keyif vermemeye başladıysa, alışkanlıklar artık tatminsizliğe, çırpınmalara, arayışlara dönüştüyse... çaresiz kalındığında gitmek zamanıdır. Gitmeler iki kişide razıysa kolaydır. Ama kalan için acıysa...
Gitmek kalmaktan daha zormuş! Gitmemek için ne kadar kendinden özveride bulunursan bulun, canın yanıyormuş kalan için. Bir burukluk, bir hüzün işte.
Oysa çırpındıkça, artık veremediğin sevginin belki daha çok canını yaktığını bilirse insan gitmeleri uzatmasa, belki herşey çok daha kolay olurdu...
Gidende, kalanda terkedendir. Yaşanmış bitmiştir. Kalacak olanda farkındadır bittiğinin, mağdur olduğunca kazanacağını sanır sadece. Hiç bir şey tek taraflı bitmez ki?
Yine de... kalan olmayı yeğlerdim! Gitmek daha zor... BittiK demek daha zor. Olmuyor artık demek daha zor. Mahkum etme ne kendini, ne beni demek daha zor. muş...;(

Küçük bir dip notcuk: Belki hiç anlamadınız... Karaladım öylesine. Belki sadece kendi okuyacağım anı defterime yazmam gerekirdi. Sadece paylaşmak istedim. Bilemedim ki?

Bir dip not daha: Anlamaya çalışmayın, boşverin.;) Kafası karışmış belli ama düzelir yakında deyin geçin... ;)

22 Eylül 2010 Çarşamba

Teşekkür ederim.

Bir kaç zamandır bloğa yazıyorum, ilginiz için teşekkür ederim. ;)

Çarşamba günleri öğleden sonralarım boş. Evde kimse olmadığı için salonun baş köşesindeki koltuğa uzandım, laptopu kucağıma koydum. Hesapta keyifli bir öğleden sonra geçireceğim ya...
Televizyon izlemek alışkanlığım fazla yoktur, hele gündüz kuşaklarını. Potansiyel izleyici kuşağının ev hanımları olduğu gözönünde tutulup, "ev kadını yahu işte... ne anlar sanattan siyasetten!" mantığımıdır nedir, ya evlilik, ya yemek, ya dedikodu, ya dizi tekrarları gibi dişe dokunmayan ne varsa dayadıklarından, aklıma gelmez gündüz tv açmak.
Haberlere bakıp, twitter'a girdiğim anda Cüneyt Özdemir'in, "birazdan Cnntürk'teyim" anonsunu görmesem yine açmazdım.
Konu Eşref Bitlis'ti! Helikopter kazasında yitirdiğimiz Jandarma Genel Komutanı. Bitlis'e suikast yapıldığı iddiaları yeniden gündemdeydi. Dinledim.
Bittikten sonra, yine twitter'dan öğrendim ki, Habertürk'te Tophane olayları konuşuluyordu. Bedri Baykam ve adını anımsayamadığım bir sosyoloji profesörü. Sonuna kadar dinledim.
Canım zaten sıkkındı.
Kapattım televizyonu, bilgisayarı. Çektim üstüme en salaşından bol bir pantalon, bir kazak, converse, kendimi sokağa attım. Ne zaman canım sıkılsa, su akar deli bakar misali sözümüzün beyin kıvrımlarımda dolaşmaya başlamasındanmıdır nedir, sahile yürür ayaklarım. Bakar bakar kafayı boşaltırım. Hatta dönüş yoluna başlamadan önce denizde taş kaydırırım. Her bir taş için ayrı dilek tutarım filan... kayarsa olacak, olmayacak hesabı.;) En son, olmasını istediğim ama olmayacağını bildiğim dileğim için attığım taş kaydığında nasılda salak salak sevindim anlatamam. Nerdeyse denize atlayıp o taşı bulup saklama derecesinde!
Bugün sadece baktım. Hava kapalı, su griydi. Benim gibi...
Saatlerce oturdum. Ne çalan telefona, ne gelen mesajlara baktım.
Uzun bir süredir, yazmaya çalıştığım roman için araştırmalar yapıyorum. Çok uzun bir geçmişe dayanan araştırmalar. Belki içlerinden tek bir satır kullanılacak ama en doğrusu olmalı mantığı! Ciddi bir uğraşı yani.
Galiba o yıllara gittim... İç açıcı yıllar olduğunu söyleyemem. Ama bir tek yürek olup, yüreklerin sesinin meydanlarda yankılanmasının şiddetini anlayabildiğimi söyleyebilirim! Bir çaba yani. Kavgayı, şiddeti destekleyen bir insan hiç olmadım ama o tek yürek birliği çok sevdim!
Şimdilerde sanalda bulmaya çalıştığımız birlik, beraberlik.

"Bana ne yaaeee, ben gümbür gümbür adam isterim, bak nasıl mutlu ederim rengarenk jartiyerlerimle..." yazsaydım, konularım bunlar olsaydı... Acaba tecavüzü lanetleyen ama nasıl katkıda bulunduklarının farkında olmayan bu yazarlar gibi daha mutlu mu olurdum? diye düşündüm bir ara!
Ya da hiç bir işe yaramayacağını bildiğim halde, nette eski geyikleri araştırıp, az biraz evirip çevirip, yeni geyikler üretsem?
Binlerce takipçim olurdu üstelik;) Egom tavan yapardı! Basitce...

İnsan her zaman ciddi olamaz, ya da her zaman komik. Doğaya aykırı bu. Bize onlarca duygu, duyu bahşedilmiş kullanmamız için. Geyikte olunur, erotikte, siyaside, güncelde. Ve aşık ta olunabilir...
Ama bir şeyleri göz göre göre yitirdiğimizi anlarken... bizi bizi kırdırmaya çalışanları görmezlikten gelip, dostluklarımızı yitirirken, belki artık biraz ciddi olunmalı, esprilere ciddiyet katmalı.

Bu nedenle, binlerce kişi jartiyeri rengi, ya da saçmasapan aforizma kasmalarını takip ederken, beni okuduğunuz için teşekkür ederim siz kırk kişiye...

21 Eylül 2010 Salı

Yeni Kayıt Vol:bilmem kaç?


Geçtiğimiz hafta sonu bomboştum.

Tüm bir cumartesi pazar gününü kısa aralıklar vererek bilgisayar karşısında geçirdiğimi söyleyebilirim. Haberler, videolar... ve ağırlıklı olarak twitter.

Hani okunduktan sonra yerlere atılmış gazeteler vardır. Haber, spor, magazin ve daha bir sürü sayfa. Twitter, yazmadan okuduğumda bana yerdeki gazeteyi toplarken gözüme ilişen haberleri karman çorman okuyormuşum hissi veriyor. Bir çırpıda bir çok şeyden haberdar oluvermek gibi yani.

Haftasonunun en çok ses getiren olayı, Haluk Bilginer'in "yavşak" sözcüğüne hedef olarak sanatçıları seçmesiydi bu kez. Olay twitter'da çok fazla ses getirmedi. Ahmet Hakan bu kez istediği gibi tutuşturamadı fitili... Sanatçılardan tek bir ses çıkmadı örneğin. Ne kınadılar, ne parladılar. Akşam saatlerinde, alıntılanan bölümlerden önce yazının tamamını okumamızı öneren Şebnem Bozoklu dışında. Ne yazık ben dergiyi alamadım ama, bu sabah mail kutuma Haluk Bilginer imzalı açıklayıcı bir mektup geldi.

Bilginer mektubu, Müjdat Gezen'in kendisine çıkışından sonra yazmış.

Burada konunun beni ilgilendiren yanı, kimin haklı ya da kimin haksız olduğu durumu değil.

Millet olarak çabuk benimseme huyumuz var.

Ve hayatımıza adapte etmekte zorlanmıyoruz. Örneğin teknoloji ürünleri. Ben Türk'lerin pratik zekalarıyla bu aleti icat edenden çok daha iyi kullandığına tanıklık edebilirim. Dünyanın hiç bir yerinde bir ev kadını ıspanağı bulaşık makinasında yıkamayı denememiştir örneğin. Ya da saç kurutma makinasını buzdolabının buzlarını eritmek için kaç kadın kullanmıştır? Benim annem o zamanlar "%100 çalışıyor" sözünü bilmezdi ama "ay vallaha çok kolay oluyor, siz de deneyin diye en az 15 kadına bu aklı vermiştir. Kahve, gazoz makinalarını icat edenlerde bunların para ya da jetondan başka şeylerle çalışacağını düşünememişlerdir ama bizim milli sporcularımız, sırf bu makinaları bozdukları gerekçesiyle yurtdışında bir otele alınmamışlardır. Sayın desem bu yazıyı okuyan 5 kişiden 25 ayrı öykü duyacağıma eminim. Bir dönem abimin cep telefonundan bedava kullanma tekniğini geliştirmek üzereyken, babamın olaya el koymasıyla bu muhteşem keşfi yapamamış olması içimde yaradır. Ama ablamın annemin yüzüne jöle sürerek cildini gerginleştirmesi olayı botoksun icadından öncedir!

Bu kez adapte olduğumuz,benimsediğimiz ve hatta yavşakça kullanmaya başladığımız "yavşak" sözcüğü!

Politikacılardan, sporculara, sokaktaki vatandaşa kadar bu sözcükten nasibini alan oldu.

Sanki biz yıllardır bir sözcük arıyorduk, bulamıyorduk ve Fazıl Say bu sözü kullandığında, "ohh bee, işte budur abi" dedik, ve sarıldık bu yavşak sözcüğüne.

Beni uzun zamandır izleyenler bilirler, Fazıl Say'a tam destek verenlerdendim, ve kendisiyle tatlı sohbetimiz oldu. Say, Twitter üzerinden kendisini anlatamadı ama Özdemir'le programını izleyen çok kişi o gece "eee abi bu adamda haklıymış yani..." dedi, buna da tanığım.

Say bu sözcüğü kullanmasa konuya bu kadar dikkat çekemeyeceğinin bilinciyle özellikle kullandı. Eh biraz konuşma tarzı laubali olunca, insanların enikonu antipatisini kazandı ama... hemen bizim bir özelliğimizi anımsayalım mı? Biz küfürbaz bir milletiz! Medenice başladığımız tartışmalar sonunda çıkan cinayetlerin nedeni "anama, bacıma, mahremime sövdü hakim bey!" değil mi?

Say bu sözcükle bir anlamda küfrederek düğmeye bastı!

Ama ben giderek dilimize yerleşen bu sözcüğü artık sevmiyorum!

Çünkü abartılarak kullanılmasını sevmiyorum!

Espriye dönüşmesinden korkuyorum, gerçek anlamını yitirmesinden korkuyorum.

Kısaca, ota .oka "yavşak" diyen insanlar türemesinden korkuyorum.

Bir sanatçının diğer bir sanatçı topluluğuna, nedeni ne olursa olsun bu sözcüğü kullanmasını sevmedim. Çünkü bizim bir de sansasyon yaratmayı seven bir medyamız var. Onlara sözüm olmaz, işleri bu. Ama yılların sanatçıları medyanın nasıl çalıştığını bildikleri halde bu tuzaklara düşüp, sonra kendilerini aklama gayretine giriyorlar ya... Vakit kaybı!

Yakındır Sezen Aksu konserlerinde, Aksu'ya "yavşak" diye bağrılması. Oysa içinden Sezen şarkısı geçmeyen kaç kul var bizim ülkemizde? Ben Sezen'in "evet"çiliğini alkışlamadım ama açık söyleyeyim, adının verildiği sokaklardan tabelaların sökülmesini kınadım!


Ben icatların cinliklerle geliştirilip yanlış kullanımına, insanları rencide edecek sözcüklerin dilimize abuk subuk yerleşmesine karşıyım!


Küçük bir dip notcuk: Arabesk dinlenmesine değil, arabeskin yaşam felsefesi haline getirilmesine karşıyım.



17 Eylül 2010 Cuma

Yarım kalmışlık varsa...


Dün gece bizim apartmanda kavga vardı.

Öyle böyle değil! Açık pencerelerden sokaklara taşan, komşu evlerin odalarına davetsizce giren bağırtılar, çığlıklar, vurularak kapanan, açılan, bir daha kapanan kapı sesleri...

Rahatsız olan apartman halkının vurduğu radyatörlerden gelen seslerde bağırtılara eklenince, muhteşem bir gürültü!

Bazı meraklılar vardır, yarı beline kadar camlardan sarkar, ev halkını susturur, kimler kavga ediyor, neden ediyor, sözcükleri duymak anlamak ister. Eğer gürültünün nedeni karı koca kavgası değilse cazip gelmez, o da sesini yükselterek bağırır: "Eee susun ama! Sizi mi dinleyeceğiz?" türü sözlerle, gürültüye katkı sağlar.

İşte tam da bunları diyordu karşı apartmanda, camdan bağıran kadın. Ben bizim balkon kapımızı kapatırken gözgöze geldim kadınla. Nasıl baktım bilemiyorum ama kadın sesini kesti, içeri girdi penceresini kapatmadan. Besbelli sonunu kaçırmak istemiyordu kavganın. Karı koca kavgası değildi ama, her an bir cinayetin işlenebileceği duygusunu uyandıran çığlıkların cazibesi merakını kabartmıştı sanırım.


Kavga bizim evdeydi...

3 kişilik bir ev bizim ev. Yaşamı kolaylaştıracak her lüksü barındıran, her birimizin odasında plazma, her birimizin kendisine ait elektronik eşya, ve ortak kullanıma açık, birlikte seçtiğimiz eşyalarla dekore ettiğimiz, gelenin gidenin eksik olmadığı şipşirin sevimli bir ev.

Kavganın kıvılcımı neydi bilmiyorum. İçerden son duyduğum sesler televizyonda gösterime giren şu malum dizinin tecavüz sahnesi üzerine yapılan yorumlardı. Diziyi izlemedim, benim televizyonum birazdan başlayacak maçın kanalına ayarlıydı.

Odamın kapısı ne zaman açıldı, giderek yükselen sesler benim odamda ne zaman duvarlara çarpıp beynimize acı acı vurmaya başladı şu an inanın anımsamıyorum.

"Yaa çıkın dışarda bağrışın, maçı izlemek istiyorum" diye itiraz ediyordum ama sesimi duyuramıyordum ki.;( İkisi de, kendisinden yana olmam için bir şeyler söylüyorlar, ama birbirlerinin sesini bastırmak için o kadar çok bağırıyorlardı ki, sesler sadece gürültüye dönüşüyordu. Bir iki kez birbirlerine vurmaya çalışmalarını son bir gayretle ayırmaya çalıştım. Başardım, ikisi de ağlamıyordu ama ben çoktan hıçkırmaya, güçsüz bir sesle "nolur yeter" demeye başlamıştım.

Biz üçümüz birbirimizi çok seven insanlardık, münakaşalar tabi ki arasıra her evde çıkabilirdi, bunun sevmek sevmemekle ilgisi yoktu ki. Ama dün gece değişik bir şey vardı o kavgada. Ve kavgaydı, münakaşa değildi!

Sesler nihayet kesildiğinde, üç ayrı odada ağlayan üç kişiydik. Evde ki tek ses maçı anlatan spikerin sesiydi.

Galiba üçümüzde o an o kadar yarımdık ki...

Ben, o an, hiç ama hiç münakaşa bile etmeyen annemle babamı özledim.

Diğeri, buzdolabının üzerinde ki not panosuna, erkek arkadaşının evine gittiğini yazıp sessizce kapıyı kapatıp çekip gitti.

Üçüncümüz kafasını yastığına gömmüş, elinde ki telefonundan birilerine mesaj yazmaya çalıyordu. En yakın hissettiğine...

Biz, bir şekilde yarım yaşanmış hayatlarımızı birbirimizle tamamlamaya çalışan çok sıkı dostlardık. Birbirimize, kızdığımız, kırıldığımız anlarda bile kenetlenen, eksikliklerimizi birbirimizin sevgisinde gidermeye çalışan üç kader arkadaşı... Bu sabah ev çok sessizdi ama inanıyorum ki bu sessizlik uzun sürmeyecek. Bu akşam kaldığımız yerden devam edeceğiz. Akşamüstü telefonuma "ne yiyelim akşam? Sen şunu şunu al, ben gelirken bunu bunu alırım" mesajları düşecek. Aslında birbirimizle değil, başkalarıyla kavga ettiğimiz bilinciyle...

Bir şeyleri bir kez daha anladım!

Yaşamında eksiklik, yarım kalmışlık olan kişiler, ufacık bir kıvılcımın alevi biraz büyüdüğünde, artık bağırıp çağırdığı kişinin kişiliğinde farkında olmadan isyanlarını sıraladığı herkesi görüyor. Bırakıp gidenlere bağırıyor, kendi hatalarına sövüyor, başaramadığı her şeye lanet ediyor, başarmasına olanak bırakmayanlara kızıyor... İçinde ne varsa zincirlerini kırıp, öfkesini serbest bırakıyor. Nedenler arıyor, bahaneler üretiyor.

Çok kısa bir zaman önce, üstüste iki kez yaşadım bu duyguyu... Ben de terbiyesizleştim! Hiç haketmediği halde birisini yolumun dışına itmek istedim kıra döke. Oysa benim dostumdu. Ben ona haketmediği sözleri sıralarken, aslında ona değil, kırıldığım yaşama yazıyordum... Belki kendime!

Hepimizin yok mu yarım kalan bir yaşamı? Hangimiz tamamını yaşama şansına sahibiz ki? Ama neden hep yanlış kişilerden bu yarımlığın intikamını alma mücadelemiz? Oysa ne kadar iyi biliyoruz ki, gerçekten dost olduğumuzda, sarılacağımız kişi yine o en çok bağırdığımız kişi değil mi?


Küçük bir notcuk: Şu anda içim biraz kırık... ama en azından yukarıda yazdığım her sözcüğü gülümseyerek yazdım. Sevgi dolu olmak ne güzeldir.

Bir başka not: Ernst teşekkürler, son dakika golünü sanki bana ayarladığın, çok mutlu ettiğin için...



14 Eylül 2010 Salı

Gökbakar'mı İvedik'mi?


Şahan Gökbakar'ı Recep İvedik serisini çekmeden çok daha önceleri tamamen bir tesadüf sonucu keşfettiğim bir yayında izlerdim, televizyon kanallarından birinde. Şu an kanalın adını bile anımsamıyorum, pek izlenmeyen kanallardan birisiydi aklımda kalan. Değişik tiplemelerle kısa skeçlerde oynardı.


Daha sonraları Gökbakar'ı internet sitelerinde canlandırdığı, filmlerine adını verecek olan, bol kıllı, ağzından sigarasını düşürmeyen, geğiren, kaba saba adam skeçlerinde izledik. Tıklanma rekoru kıran skeçler...

Hiç şaşırmayın, bu halleriyle tanıdığım bu kıllı göbekli çam yarması adamı, Şahan Gökbakar olarak ilk tanıdığımda şok oldum!

Tertemiz, nerdeyse köse olduğuna inandığım pırıl pırıl yüzü, efendi halleri, konuştuğunda saygılı seslenişleriyle bu adam o adam mıydı?

Çektiği film gişe rekorları kırmıştı, yılların usta komedyeni Cem Yılmaz'a rakip gösteriliyordu, ikisi sürekli kıyaslanıyordu, ama Gökbakar alçakgönüllü tavırlarını asla bozmuyor, Yılmaz'la çok ayrı kulvarlarda olduğunu dile getiriyordu.

Bu filmi çekmesinin amacının sadece insanları güldürmek olduğunun, bütçesinin minimum düzeyde tutulduğunun, aynı dönemin büyük projesi G.O.R.A'yla yarışmaması gerektiğinin altını defalarca çiziyordu.

Üstelik, İvedik tiplemesinin kahramanının nette tesadüfen okuduğu gerçek bir öyküden kaynaklandığını ekliyordu.

Filmin güldürmekten başka amacı yoktu ama Şahan Gökbakar'ın esinlendiği tip gerçek yaşamda vardı! O adam kızgınlıkla, komşusunun aşağıdaki bakkala uzattığı sepetin ipini tutuyor, çekiyor ve kadını balkondan düşürüyordu. Ve bu haber gazetelerin 3.sayfasında yer alıyordu.

"Biz Türkler..." diye başlayan, trajikomik kaç resim gördük, kaç haber okuduk biz? Bir dünya değil mi? Belki hepimiz bir İvedik yaratabilirdik! Ama bunu Şahan Gökbakar yaptı. Elbette tipi abartması gerekiyordu, kıllar eklendi, kaşlar abartılı kalınlaştırıldı, vsvs...

Filmi izledim...

Sadece gülmek için gitmiştim, son sahnesine kadar sadece güldüm, hem de kahkahalarla! Belki o son veda sahnesi olmasaydı... İvedik'lerin de ruhu vardır gibi tartışmalara hiç girilmeyecek, filmde bir felsefe aranmayacak, kıllı döşlü erkeklerin psikolojik sorunlarını analiz etme gibi derinlere dalınmayacaktı.

Ve Şahan Gökbakar'da filminde ille bir felsefe bulmak isteyenlerle mücadele etmek zorunda kalmayacaktı.

O Charlie Chaplin değildi ki...


Serinin 2.filmi biraz daha fazla argoya dayanıyordu, eleştirildi!

Ama yine, yeniden bir gişe rekoru kırılmıştı!

Bu kez, filmden önce tv ekranlarından gala görüntülerini izledim.

Hani şu O dönem ki yaşam arkadaşı Doğa Rutkay'la elele geldiği ve izdihamı gördüğü anda yüzündeki şaşkın ama çok mutlu ifadenin, beni ciddi ciddi duygulandırdığı, hatta ağlattığı gala...

Filmde yine çok güldüm, çünkü gülmek için gitmiştim. Gökbakar'ın izleyicinden istediği gibi.


3.film fiyaskoydu benim için. Belki biraz duygusallık katılmıştı, biraz da, "artık seyirci nasıl olsa bana gülüyor.", gibi bir düşünce... tartışamam ama açıkcası bu kez gülmedim.

Gişe sıralamasını takip etmedim ama eminim yeni bir rekoru kırmıştır, artık kemikleşmiş izleyicisi ile.


Sanırım bu son filmden sonraydı, Gökbakar'ı bir tv programında izledim.

O artık kendine daha güvenli, hatta sürekli eleştirildiği, filmini izleyenlerin nerdeyse sinema hainleri ilan edildiği memleketinde, kırdığı gişe rekorlarını anımsatan, biraz da intikam alıp, yılların eleştiri ve yönetmen ustalarına laf dokundurma kırgınlığında bir adamdı. Ve haklıydı bence!

O bir sanat filmi yapmamıştı, henüz sanatçı değildi kendisine göre, ama bunlarla eleştirilmişti...


2.Bölüm


Şahan Gökbakar, her Türk insanı gibi ünlü olup zenginleştiğinde, o insanların kurallarına uymak durumunda kaldı. Artık daha rahat yaşamında zenginliğin avantajlarını kullanıyor, sevgililerini değiştiriyor, hakkında çıkan "alkolik" yakıştırmalarına aldırmıyor, paparazzilere yakalanmamaya çalışarak keyifli bir yaşama "merhaba" diyordu.

Yadırganabilir mi?

3 kuruşluk sesi olmayanların, rol yeteneği hiç olmamasına karşın bacaklarıyla rolleri kapanların, yarattığı sansasyonlarla zirvede kalmayı başaran pek çok ünlünün şımarıklıklarını yargılayan ama onları zirvelere taşıyan bizler, hiç bir iddiası olmadığını defalarca yineleyen bu adama karşı sürekli eleştiri yöneltirken, belki farkında olmadan bir Recep İvedik yaratmadık mı?


Ve bir sabah gazetelerde bir resim yayınlandı, günün olayı olarak patladı!

Şahan Gökbakar, alkollü bir gecenin sonunda evinin balkonunda güzel bir kadınla öpüşüyordu!

Üstelik kadın devrimci çizgisiyle tanınmış, ünlü sevgilisinden yeni ayrılmış bir başka sanatçıydı; Berrak Tüzünataç...

İki bekar genç ünlü isim.

Belki o sırada pek çok genç, yaşlı iki insan öpüşüyordu balkonlarında...

Ya da balkonda öpüşme, sevişme fantazileri kuruyordu, ve hatta belki sevişiyordu...

Ama Türkiye gündemine Şahan ve Berrak düşmüştü!

Kalemler susmadı.

Espriler ardı ardına patladı.

Türkiye'nin siyasi kalemleri bile yazdılar,çizdiler...

İri yarı Şahan'ın öptüğü kız ne kadar uzun boylu olursa olsun, incecik olduğundan mıdır nedir, görüntüler için "İvedik" esprileri bolca yapıldı.

Okuduğum bir köşe yazısı ise ciddi anlamda kanımı dondurdu!

Yılların gazetecisi C.S, Şahan Gökbakar'a değil Recep İvedik'e yazıyor, devrimci Berrak'ı böyle bir adamla olduğu için suçluyor, karalıyordu!

Güler misin ağlar mısın sevinir misin çoşar mısın?


Dün yazmıştım, bazı insanlar rollerine gerçekten öylesine inanırlar ki, bizi de inandırmaları işten bile değildir. Kemal Sunal "Şaban"dır, Şener Şen "ağa"dır, Adile Naşit "Hafize ana"dır, Türkan Şoray "masum"dur, Kıvanç Tatlıtuğ "yengesini bilmemne eden pisliktir", vsvsvs...

Bu insanlar gerçek yaşamlarında ne şabandır,ne ağa, ne masum, ne iyi, ne kötü... İnsandır,insan!

Zaaflarıyla, tutkularıyla, sevdikleri, sevmedikleriyle insandırlar!

Şahan Gökbakar Recep İvedik değildir!

Öpüşen, sevişen, sen gibi, ben gibi bir insan...


Ben bu insanların öpüşmeleri konusunda, yılların deneyimli kişilerinin esprilerini İvedik'çe bulduğumu itiraf ediyorum!

Bırakalım, ne kadar saçma sapan olursa, aslında içimizde var olan ve bizim "biz Türkler" diye başladığımız trajikomik kahramanlarını canlandıran bu insanları, canlandırdıkları karakterler olarak kabul etmeyi.

Türkan Şoray hiç mi öpüşmedi? Yağmur'u leylekler mi getirdi?



Küçük bir not: Not yazarsam kusarsınız artık gibime geliyor.;) Yazıyı onuna kadar okuma sabrını gösteren herkese... sürprizim var!;) Öpüldünüz... balkonda değil, yanaktan!
Bir diğer not: ilk filmi izleyen ve son sahnedeki dudak yapıştırma hareketini deneyenler için... Nefesinizi iyice içinize çekin, sonra ağzınızı açarak cama yapıştırıp verin. Ben yapabiliyorum, %100 çalışıyor... ;)



13 Eylül 2010 Pazartesi

Çirkin güzeller



Merhaba... şu an bu yazıyı sonuna kadar okuyacak tanımadığım kişi... her kimsen, güzel, çirkin, yaşlı, genç seni çok seviyorum bilesin.





Fonda Barbra Streisand ve Barry Gibb düeti varsa başka bir mutluluktur bu... Benim için tabi.;)


Ahh... bu kayıtlar da epey eskilerden, ve benim malum antika (nostalji) merakım.


Barbra Streisand çirkin bir kadındır, bizim Sertab Erener gibi. Şarkı söylerken "nasıl daha güzel görünebilirim?" kaygısını taşımayan, ağızlarını burunlarını yamultmaktan çekinmeyen, şarkı söylemeye gönül vermiş kadınlar... Benim dünya güzellerim!





İşini doğru yapan, yaparken yüzü çirkinleşen, ama çirkinleşirken büyüyen her sanatçıya saygım sonsuz. Demet Akbağ (tamam itiraz etmeyin botoks yaptırdı ama o muhteşem vücut o botoksu istemişti,umarım o şahane mimiklerini etkilemez), Haluk Bilginer, Gülse Birsel ve daha niceleri... Şahan Gökbakar bile!





Şahan Gökbakar/Recep İvedik belki de Türk sinema tarihinde en çok tartışılan isimlerden biri. Şahan mı Recep, Recep mi Şahan... karıştırıldı;) Genç ve bekar bir kişiyi, balkonda bir başka genç ve bekarla sarmaş dolaş görenler, o sıralar meşhur ahtapot Paul'le bile aralarında bir bağ kurdular! ;) Öyle ki... genç ve bekar Şahan, İvedik rolünü artık nasıl üstüne yapıştırmışsa, bizim meşhur eleştirmenlerimiz onu Şahan olarak değil, İvedik diye değerlendirdiler. Bu Şahan'ın aslında ne kadar başarılı olduğunun kanıtı değil mi? ;) Şahan Gökbakar olsam, tek üzüleceğim İvedik karakterinin benimle özdeşleşmesi, her hareketimin İvedik hareketi kabul edilmesi olurdu. Başardığıma sevinsem bile... ;)





Cem Yılmaz, yüzünü çirkinleştirmeye hiç gereksinimi olmayan zaten çirkin birisi. Ama ne güzel bir çirkindir... günlerce tartışırım bunu! Türk komedi tarihine damga vurmuştur! Aynı Şener Şen gibi, Kemal Sunal gibi, İlyas Salman gibi, aynı Nejat Uygur, Müjdat Gezen, Binnur Kaya gibi... Adını şu an anımsayamadığım pek çok starımız gibi.





Ben çok seviyorum bu yüzü çirkin, ya da çirkinleştirmeye çekinmeyen insanları...





Twitter arkadaşıyız büyük olasılıkla sizinle. Sahte bir resimle bu ortamda yer alanlardan birisiyiz belki de. Ben gibi;) Çok güzel olabilirim görüntü olarak. Ya da şişko, kısa boylu, sivilceli vsvss...





Size sadece üstte saydığım isimleri bir kez daha anımsatıyorum.


Ve bu gece sonunda okuduğum, beni ciddi etkileyen bir bio'yu; "adam gibi adam... yüreğinin beğendiği insanın görüntüsünü merak etme. Ruhunu konuşturamayan birisinin görüntüsünden etkilenme..."





İnsana insanca değer verildiğinin mutluluğundaydım bu gece...





Görüntü güzelliği o güzellikle birleşemiyorsa güzellik filan değildir.





Küçük bir dipnotcuk: Saydığım tüm starlar benim gözümden, "yüzü"de dünyanın en güzel insanlarıdır.


Bir dip not daha: Herkes bir haliyle güzeldir...


Son not: Bio alıntısı yaptığım @akaklm ne güzelsiniz...


En son not: Mutluyum.

Gelecek yazı: Şahan Gökbakar/Recep İvedik... İçimde kalanlar.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Aşk için...son yazı!


Böyle mi alıştırıldık, böyle öğretildiği için mi ille bir şeyleri, bir insanı dokunarak, koklayarak sevmediğimizde, adına sevmekten başka herşeyi yakıştırırızda, sevmek olduğuna inanmayız?
"Onu görmelisin... onu tanımalısın... o anlatılmaz,yaşanır... ahh bir görsen var ya... vsvsvs" sözcükleriyle başlayan cümlelerimiz vardır bizim.
Dokunmadan sevebilenler hayalperestlerdir.
Görmeden,dokunmadan aşık olanlar... onlar; arkasından "salak valla salak" dediğimiz, bir başka boyutta yaşadığına inandığımız, "ellemeyin o dünyasında mutlu" falan filan diye gülüştüğümüz bambaşka bir tür. ;)

Bir öykü vardır, bilmem bilir misiniz?
Kütüphaneden kitap alan bir delikanlı, sayfaların arasında bir not bulur ve notun sahibine mektup yazar... , bir iki karşılıklı mektuptan sonra buluşma zamanı geldiğinde savaş patlar ve genç adam yıllarca sürecek savaş için cepheye gider. Ama ne savaş, ne uzaklık iki insanın birbirine ulaşmasına engel değildir. Birbirlerini hiç görmeden sadece yazdıklarından tanıyan iki insan mektuplarda severler birbirlerini...
Savaş biter.
Buluşma zamanı gelir. Cepheden dönen teğmeni tren garında karşılayacaktır vefalı mektup arkadaşı. Genç adam kendisini tanıması için bir resmini yollar. Gelen yanıtta resim yoktur, "trenden indiğinde elimde kırmızı bir gülle sana doğru yürüyeceğim", yazmaktadır sadece.
Heyecanla iner trenden teğmen.
İstasyonda kavuşanlar, sarılanlar...
Birden görür elinde kırmızı bir gülle kendisine doğru yürüyen yaşlıca kadını. Bir an bile tereddüt etmeden koşar ona doğru ve sarılır.
Yıllarca cephede savaşan subayın sevgiyle sarılmasına karşılık kadında ona sarılır.
Ayrıldıklarında gülümser kadın... "Hoşgeldin teğmenim" der ve eliyle istasyonun karşısındaki meydanı işaret eder, "seni bekleyen ben değilim, elime bu gülü tutuşturup, sana doğru yürümemi rica eden şu karşıdaki genç hanım.", diye gülümser...

Bu öykü tamamen hayal ürünü olabilir, pek çoğunuz için hiç bir anlamı olmayan bir hayal ürünü. Kaçıncı yüzyılda yaşıyoruz, hala bu saçmalıklara inanıyor musun? diye bana gülümseyenleri de görür gibiyim... ;)
Peki... kaçıncı yüzyıla geldiğimiz halde hala neden inanıyoruz Leyla ile Mecnun'a, Ferhat ile Şirin'e, Nazım ile Piraye'nin mektuplarda yaşayan, Nazım'a şiirler yazdıran aşklarına? Neden büyük aşklara örneklerimiz bu masalsı aşklar?
Yoksa bu destanlar, bir sabah Desmond Morris'in "Sevmek Dokunmaktır" kitabını başucumuzda bulduğumuzda yerle bir oldu da, bu kitap bir beni mi etkilemedi?
Ben önce sevip, sonra dokunmakla sevginin büyüyeceğine inanların belki sonuncusuyum.
"Sevgi emek ister" diyen Aytmatov'un sıkı takipçisiyim.
Çünkü zamamızda "dokunmalar" o kadar farklı ki...
Ve benim 'şimdilik' seni sevmem için sana dokunmama gerek yok ki.
Sonunu söylemeyeceğim bir masalı yalnız yaşamadığım bilinciyle...
"Sen bana ışık ver yeter... bende filiz çok
köklerim içimde gizlidir
gelen giden, açan soran, bere budak yok..."

Küçük bir dip notcuk: Hep söz verdiğim gibi, bundan sonra blog yazıları güncel olacak;)

Daha önemli bir dip notcuk: Hani bazen kızmalarım var ya... asla aşka değil!

Ve kendime özel bir dip notcuk: Biliyorum görünce beni, hep tanıyordum diyeceksin...

10 Eylül 2010 Cuma

Böyle bir sevmek işte...

Baştan yazayım... saçmalayabilirim!

Yorgunluk, mutluluk, hüzün, 3 güne sığdırılan binlerce km yol.
Havalanlarını severim. Uçaklar rötar yapsa bile... Bekleyen insanları incelerim. Gidenler, nereye neden gidiyorlar filan diye oyun oynarım kendimle.
Şu koltukta oturan sabırsız delikanlı, az ötesinde kucağındaki çocuğa bir şeyler anlatan kadın, sakin sakin gazetesini okuyarak bekleyen adam... yüzlerce yolcu işte. Her birinin öyküsü ayrı, kiminin ilginç, kiminin sıradan, kiminin mutlu, mutsuz... yüzlerce yaşam öyküsü.
İlginç olan, ben her yüze bir öykü yazarım.
Belki bu yüzden kalabalıkları severim.
Şairin dediği gibi...
"Senin öykünün farkı yok belki benimkinden..." diyebileceğim bir yüz arama telaşı belki? Ya da, aslında belki de her birimizin öyküsünün, yaşadığımız olayları değişik zamanlarda yaşamış olsakta birbirinden farksız olmasının bilinci.
Herkes umutluydu başlangıçta.
Herkesin beklentisi vardı.
Ve ben itiraf etmeliyim, hep fonumda bir müzik vardır. Müzik öyküleri nasıl anlamlı kılar...


Ve yine neyse.;)

Gittim geldim.
Kısacık bir zaman işte.
Annem ve babamla zaten epey uzun bir zamandır muhabbetlerimiz monolog. Ben gevezelik ediyorum, onların dinlememek gibi bir şansları yok. Eh artık tanıdığınız babannem diplerinde. Onunda dinlediğinden eminim. Az biraz onun kurallarıyla oynamıyorum, belki bana kızgındır. Hiç adını anmadan konuşuyorum.
Valla kusura bakma babanne... (sanada çok dua ettim ama bilesin)

Abim (ay sende kusura bakma TDK, doğrusu ağabeyim) ve ablam ne süperler... Bayramı bayram tadında yaşatmanız var ya... öptüm zaten bi dolu, uzaklardan yine öpüyorum. Hay bin net... okumayacağınız halde;)

Ve...
son durak!
Senle sohbet ederken yaşıyordun. Sana bir aşk anlattım. Sessizce dinledin.

Sen itiraz ederdin. Sen akıllıydın. Sen mantıklıydın.
Anlattım, çünkü beni duymuyordun. Yok olanı var gösterdim. Yok... aslında tam bu da değil. Yaşayamadığımı....
Senin yaşadığını varsaydım.
Dur, sarhoşum.
Ama çok seviyorum...
Yaşasan bana gülümserdin.
Ve belki, git buradan derdin.
Git bir daha söyle...

Döndüm.

Bayram ne güzeldi.
Ve yaşamı seni tanıyanlarla paylaşmak...

Ben seviyorum.
Kimse seni bilmesede, kimsin tanımasada.


Küçük bir not: Bu kez yok.

7 Eylül 2010 Salı

Siyah...

Çok değil... 15 dakika sonra, bu yazı bitince yani, ben uykuya dalarım. Uyanmak üzere...
Keyfi, kederi, mutsuzluğu, hüznü, gülmeleri... yani yaşama uyanırım. Ve, ne kadar acı biriktirmiş olsamda, "yaşıyorum" mutluluğuyla.
Reenkarnasyon muhabbetleri dolanır ya;) hiç ilgi alanım olmadı. Sonuçta kendimi bildiğim tek bir yaşamım var. Daha önce Katerina olsam... ya da bundan sonraki hayatımda bi ülkenin kralı? farkeder mi? Benim bildiğim sadece bu yaşam. Dejavu derseniz... bu kadarcık birşeyle avunmamı beklemeyin.
Babannemi az çok tanıdınız ya...
Bayram arifelerinde garip bir alışkanlığı vardı. Cimriydi aslında.
Ama biz bayram sabahları yastığımızın altında bir çift yeni ayakkabı ile uyanırdık.
Babannecim...
Bugün, bir dolu bayram sonra, kendime yeni bir ayakkabı ben aldım.


Ben pek takılmam bayramlarda yeni giysilere filan ama, bayramları severim aslında. Böyle hoş bir sevecenlik olur insanlarda. Bir ikram kaygısı, bir hoş tutma.;)
Küsler barışırmış derler ya, şimdilerde küsler bayramları fırsat bilip bir yerlere kaçsalarda... ben eminim, akılları kaçtıkları yerde! Ve bir yanları kendilerine küs...

Bu bayram bana hüzünle geldi.
Neşeyle çıkacağım yolculuk gözyaşlarının arkadaşlığında çıkacağım farklı bir rotaya döndü.

Ve ben bu bayram kendime siyah bir ayakkabı aldım.
Oysa ben kış bayramlarında bile siyah giymem...

Babanne bu gece ayakkabılarımı yastık altına kendim yerleştiriyorum.
Yarın sabah bunu bilmiyomuş gibi yapıp, "ahhh canımm" diye gülümseyeceğim sana... ve anneme ve babama ve...
"neden siyah?" diye mızıklamayacağım.

Ama sonra ben yine siyahtan başka her renk ayakkabılarımı giydiğimde... sen bana kızmayacaksın değil mi babanne?

Küçücük bir not: Bugün öyleydi... Ve yanımdaydınız. Sizi çok seviyorum.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Hayallerim, aşkım ve Türkan Şoray


Bugüne kadar yazdıklarımı okuyanların, benim romantik, nostaljik, hatta biraz ortaçağa uygun kafa yapısında olduğumu az çok anladıklarını düşünüyorum.

Eski şarkılar, eski filmler, yenileri takip etme çabama rağmen, her zaman öncelikli oldular yaşamımda.


Hayallerim, Aşkım ve Sen...

Türkan Şoray'ın başrolünü oynadığı, Atıf Yılmaz filminin tarihi 1987.

Türk sineması'nın alıştığımız klasik filmlerine göre konusu epey değişik bir film. Hayran olduğu bir şarkıcıyla ilgili hayaller kuran yetimhanede yetişen bir gencin öyküsü.

Filmi izlediğimde ilk düşündüğüm Şoray'ın bu filmde oynamasının cesur bir adım olduğuydu. Gerçi bu alanda kendimi geliştirme çabalarım henüz yeni. Ama sıradan bir izleyici gözüyle baktığımda filmin sinemacıların deyişiyle "gişe filmi" olmadığını söyleyebilirim.
Kısaca etkileyici bir film.


Ve ben bugün hayallerimde,

geceleri deniz kıyısında dünyanın en güzel aşk melodisinde çıplak ayakla dansediyorsam...

aslında yalnız izlediğim bir filmde, yanıbaşımdaki koltukta sevgi dolu bir nefes duyuyorsam...

bir lokantanın gürültüsünde, bütün sesler susuyor ve yalnızca "karşımdaki seni" dinliyorsam...

yağmur yağarken şemsiyemi ben taşımıyorsam, ama yinede ıslanmıyorsam, kar yağarken iliklerime kadar donmuyorsam...

gözlerim açık olduğu ve ben her rengi ayıredebildiğim halde, sadece tek bir renk görüyorsam dünyayı ve o renk en sevdiğim maviyse...

şiir okuyan her ses hiç duymadığım sesinse, şarkıların hepsini sen söylüyorsan...

kocaman şehrin kalabalığında birden insanlar hareketsizleşiyor ve sadece sen yürüyorsan bana doğru...

ve aslında yalnızsam

ama hiç yalnız değilsem...


masum suçlu bu filmdir!


Yine farkındayım, pek çoğunuzun kafasından geçenin.;) ya da son günlerin değişmez klişeleriyle, "ne kafası bu?" "sen ne içtin?" sorularını tekrarladığınızın.

Hayır, deli değilim. Hiç bir şey içmedim. Kafayı oynatmayacağımdan emin olabilirsiniz.

Mutluyum.



Mutlu aşk yoktur, aşk bittiği için mutsuzluktur... diyenler siz değil miydiniz?

Aşkın ömrü 3 gündür fetvalarına yanıtımdır!

Hayaller hiç bitmez ki.

Hayalleri hırslı tutkular haline getirmedikçe, Yahya Kemal'e katılmamak elde mi?


"İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar..."



Bir dip notçuk: Psikiyatrist, psikolog adresleri vermenize hiç gerek yok, bunu hatırlatayım sadece;) Düşündüğünüzü yazmak serbest.
Daha önemli bir dip not: Eğer sizinde hayal kurma... ama hayalle gerçeği karıştırıp, paranoya ve oradan şizofreniye doğru bir yolculuğunuz varsa, bende adres yok ama sizin için en iyi psikiyatrisi araştırırım. ;)










Şiir sustuğunda


İçini insanlara dökmek yerine, kağıda dökenler çok iyi bilirler. Kalem bazen boşa oynar kağıtların üzerinde. Birden kendinize geldiğinizde, bir bakarsınız ki yazdığınızı sandığınız hiçbir şeyi aslında yazmamışsınızdır.


Şair en arabesk ses tonuyla;


""Bir kulunu çok sevdim" diyorum

"Ömrümü ona verdim" diyorum

"Kalbimi ona verdim

artık geri vermiyor" diyorum"


diye şiiri bitirdiğinde farkettim, önümdeki beyaz kağıda saatlerdir sadece çizgiler çizdiğimi. Yatay, dikey, enine, boyuna çizgiler... ve bir tek harf çizgilerin arasında.


Son zamanlarda benliğimi esir alan düşüncelerden biri daha gitmeden, bir yenisinin kapıdan girmesi sorunu.

Beynim dumura uğramış, hangisine öncelik tanıyacağını bilemez bir halde, son çaresini kullandırıyor sanki. Saçmalatmak!

Öylesine saçmalıyorum ki, bu saçmalamaların yepyeni saçmalıklara dönüşmesi saçmalığına engel olamıyorum.

Bu kez suçun tamamen bana ait olduğunu itiraf ediyorum!

O hayalleri ben kurdum çünkü. Gerçekleşmeyeceğini bildiğin hayalleri kurmak yorar, saçmalatır işte.

Çok kaptırdığınıza hayal mi gerçek mi çizgisini farkedemeyebilirsiniz.

Acı çekip, acı çektirmek gibi garip bir ruh haline girersiniz. "Keşke"yle başlayan cümleleri kurmaya başladığınızda vakit çok geçtir...


"Şakadan başka izah tarzı olmayan bu kalp ağrısını" erteliyorum, "bu şakacı bahar çiçeğinin" solmaması için.


Bendeki senden değil, senden gidiyorum!

Çünkü artık "özürlerim" tükendi...


Ve ben "ne zaman bir şarkı tutsam haberler başlıyor radyoda" şaşkınlığında, gülümsemeye bile başlayabilirim.

Belki...



Bir dip notçuk: Durumuma en uygun sözleri Yılmaz Erdoğan yazmış. Tırnak içleri...








2 Eylül 2010 Perşembe

Benim odam


Benim odam çok büyük bir oda değil. Klasik yatak, dolap, kütüphane üçlemesine ilave bir koltuk.

Koltuk artık eskimiş, yıpranmış kumaşıyla çalışma masamın hemen yanıbaşında. Arkası, odada fazlalık ne varsa ıvır zıvır eşya dolu. Koltuğun dayandığı duvarda asılı olan, küçük bir poster büyüklüğünde ki fotoğraf anneme ait.

Babamın koltuğuydu...

Yerdeki halı ise annemim bir zamanlar eve gelen taksitçilerden aldığı epey ağır bir el halısı.

Pencere pervazında oturan biblolarım, hergün evden çıkarken illa ki birini cebime attığım 7 uğurlu filim...

Kütüphanemin rafları arasında serpiştirilmiş, irili ufaklı bazı objeler...

Yatağımın başucunda, üstünde son okuduğum kitaplarımın durduğu rahle...

İçinde gerçeğinden ayrılmayacak kadar başarılı yapılmış kır çiçeklerimin durduğu el işi antika vazom...


Hepsi ailemden kalan eşyalar işte.


Geçen akşam, üst katta ki ufaklığın çığlıklarıyla biraz da korkarak uyandığımda, koridordan süzülen ışığın loşluğunda koltuğun üzerinde babamı gördüm!

Annem duvardan gözlerini üstüme dikmiş, sanki konuşuverecekmiş gibi bana bakıyordu.

Babaannemse yatağımın başucunda oturmuş, rahlede açık Kuran'-Kerim'i okuyordu.

Pervazdaki biblolar sallanıyorlardı sanki.

Kütüphane üstüme doğru gelmeye başladığında... inanılmaz terledim bir anda.

Kabus değildi, tüm sevdiklerim odamda canlanmıştı. Hem de gecenin en olmadık saatinde! Elimi uzatmaktan korkuyordum ama buradaydılar, tutmak istemiyordum sadece.

Onlar artık yaşamıyorlardı ki...

Ölülere dair hayaller bir yere kadar avutur insanı.

Elimi uzattığımda yok olacaklardı, biliyordum.

Usulca gözlerimi kapattım.


Ertesi gün nerdeyse bütün gün düşündüm.

Gidenlerden arta kalanlar aslında beni mutlu etmiyordu. Yaşanmış ve bitmişti. Kalbimizde, beynimizde kendisine ait yer bırakarak. Onları hatırlamak için eşyalara gerek yoktu. Anılara esir olarak yaşamamdan başka işlevleri yoktu bu eşyaların. Sıkıştığımda onlara sarılıyor, bana artık asla yardım edemeyeceklerini düşünmek bile istemiyordum. Giderek koltuk babam, halı annem, rahle babaannem oluyordu. Ve ben annemin üstüne basmaya kıyamadan nerdeyse zıplayarak dolanıyordum odamın içinde.

Gün sona ererken bir mobilya mağazasına girdim.

Kendi zevkime uygun geniş çok rahat modern bir koltuk aldım kendime. Ve koltuktaki renklere uyumlu dümdüz bir halı.

Eve dönünce yıllardır duvar panomda asılı olan kurumuş çiçekleri söktüm, hatıra diye sakladığım vapur, uçak, tren, sinema biletlerini söktüm.

Sevgiliye ait ne varsa attım.

Sonra zile bastım, kapıcıyı çağırdım. Koltuğu, halıyı ve ufak bir koliye doldurduğum bibloları, çiçekleri, verdim.

Eşyalarla yaşayan anıları yok ettim.


Gece, eşyasız kalan odamda yapayalnız, çırılçıplak, savunmasız hissettim önce kendimi.

Ama uzun sürmedi.

Önce babamın gülümsediğini hissettim, sonra annemin "pencere açık, üstünü ört" dediğini duydum. Babaannemin bana hep okuduğu hayır dualarının ne kadar tuttuğunu düşünüp hala benim için dua ettiğini anladım.


Ve hiç bir ölümün, gidenle kalan arasındaki anıları yoketmediğinin bilincine vardım.


Şimdiyse, kendi zevkime göre döşediğim capcanlı odama çok mutlu girip çıkıyorum, müzik odamı doldurduğunda çıplak ayakla dansedebilmenin keyfini yaşıyorum, eskimesinden hiç korkmadığım halımın üzerinde.


Ve yitirdiğim ailemi hiç unutmuyorum...


Bir dip notcuk: Ben ölürsem bütün eşyalarımı ihtiyacı olanlara verin, diye notlar koydum kitaplarımın arasına...