31 Aralık 2010 Cuma

Mutlu yıllar Twitter

Az sonra bilgisayarımı "seneye" açmak üzere kapatacağım. :p
Sonrası, akşam saatlerine dek sürecek heyecanlı ve keyifli bir koşturmaca. Her yılın son günü olduğu gibi...
Şunu da hallettim mi tamamdır, bu kadar yiyecek yeter mi, şunu da ilave etsek mi, ya içecekler, ah süper..., çam ağacından bir top düşmüş mü, ya akşam senin rimelini kullanabilir miyim, bi baksana bu küpe bu kolyeye uymuş mu, saçımı arkadan mı toplasam, yok yok bu elbisenin altına diğer ayakkabılar daha çok yakışıyor, kapıya biriniz bakıverinnn...
derken, telaşlı ama hep kıpır kıpır bekleyiş yerini eğlenceli bir geceye bırakacak.
Bizim evin her senenin son günündeki halleri...;)

Uzun süredir yaşamımı paylaştığım can dostlarıma, bu yıl uzun bir sanal tatilden sonra, bu yazıyı okuyan siz Twitter arkadaşlarımı kattım.

Hepinizi, bana seslenen ayrı özelliklerinizle çok seviyorum. Bir diğerinin yarım bırakmışlığını bir diğerinin tamamlamasını, bu zincirin giderek büyümesini, büyürken arada kopmasını, kopmasına neden olan parçayı bazen onarabilmeyi, bazen başarısız olabilmeyi ama katlanarak çoğalabilmeyi çok sevdim.

Sanal dünyanın acımasız önyargıları, bazen peşin hükümleri vardır. Hiç tanımadığımız, her yaştan her düşünceden pek çok insanı farkında olmadan hayatımıza ortak ettiğimiz bu dünyada, gün gelir haykırmak isteriz, "hayır ben böyle bir insan değilim!", diye... Ve kırgınlığımızı bizi çok iyi tanıdığını, anladığını hissettiğimiz başka bir sanal kişinin harflerinin arasında unutmak isteriz. Hani bir dostun omuzuna kapanıp ağlamak gibi.
İnternet sitelerinin kişileri bir araya getirmesinin amacı ne olursa olsun, klavyeye dokunanlar gerçek parmaklar olduğu sürece, ilişkiler kaçınılmaz oluyor. Uzun bir süre bu ilişkilerimi minimum bazda tutmaya çalışsamda, sadece anında haber almak ve sevdiğim yazarları izlemek amaçlı üye olduğum Twitter'da, sanalın bu büyüsü beni de kendi çarklarının içine çekti.

Özellikle biz gece yalnızları, birbirimizle tatlı sohbetlerin içine girdik.
Birlikte müzik dinledik, dedikodu yaptık, güldük, eğlendik, bazen bir acıyı paylaştık.
Gündüzün, genellikle siyasi oluşumlarının protestocusu, direnişçisi bizler gecelerin o büyülü atmosferinde, üzerimizdeki üniformaları çıkarıp, ev kıyafetlerimizin rahatlığı ve gecelerin sessizliği içinde birbirimize sığındık.
Aldanmalarımız en çok bu samimi saatlerde karanlıkla kendini gösterdi. Aldatmalarımız yine bu karanlık saatlerin içine hapsoldu. Yollar en çok bu saatlerde ayrıldı, takipler yine bu saatlerde çoğaldı. Özel mesajın en yoğun kullanıldığı saatler gece saatleri oldu.
Gündüz haber linki verenler, geceleri aşk üzerine yazdı, haber linklerinin yerini müzik linkleri aldı.
Alkolün rahatlatıcı etkisi Twitter'da da kendini gösterdi, bazıları ertesi sabah "ya ben dün gece biraz ileri mi gittim?" telaşıyla açtılar siteyi.
Öyle, böyle derken birbirimize alıştık, ve alıştıkça birbirimizi daha çok tanımak istedik.
Bu nedenle değil midir, ete kemiğe büründürme çabaları içine girilip, toplantılar düzenlenmesi?

Ben bir nickim Twitter'da!
İlişkileri bir seviyede tutmaya çalışan, çok özele girme yanlısı olmayan, sormayan, sorgulanmak istemeyen, günde ortalama 30-50 tweet atan, attığım tweetlerin sorumlu tweetler olmasına gayret eden, ilişkilerimi gözönünde yaşamaya çalışan bir "nick".

Takip ettiğim, takip eden pek çok kişiyle aynı ortamda, farklı konuları tartışmayı, eksiklerimi gidermeyi, bir şeyler katmayı seviyorum.

İstediğim, olmasını arzu ettiğim, kişilerin özelini araştırmaktan çok, yararlı olduğuna inandığım konularda birbirimize destek çıkarak, birşeyleri başarabilmenin hazzını hep birlikte yaşamak. Binlerce kişinin bir arada paylaşımda bulunduğu Twitter'ı gücü etkisinde kullanmak.
Bu, birleşmek, büyümekle paralel bir durum.
"Sanalı bu kadar takmayın, ciddiye almayın" önerilerinin, sadece kişinin özel yaşamlarının rencide edildiği durumlarda kullanıyorum. Ötesinde, sanalı çoktan en etkili ve en hızlı sonuçların alınabileceği, kamuoyunun yaratabileceği, yüzyılın en etkili buluşu olarak kabul ediyorum.

Ve...
Yeni yılın hepimizi daha tutarlı, daha anlayışlı, daha hoşgörülü birarada tutmasını diliyorum.
Özel yaşamınızda, olmasını arzu ettiğiniz hangi dileğiniz varsa gerçekleşmesini, en içten ve saf halimle diliyorum.

Ve ben bir "nick" ama bir "insan" olarak hepinizi çok seviyorum.

Mutlu yıllar Twitter.

30 Aralık 2010 Perşembe

Bir tek dileğim var yeni yılda

Her veda değil belki ama, genelde üzücü, acıtıcıdır vedalar. İlk aklımıza gelenler gidenlerdir. Giden bir tren, bir vapur ya da belki bir tabut canlanır gözümüzde, fonda hüzünlü bir veda şarkısı, şiiri...
Her vedanın, geride kalanın canını yaktığı yanlış mıdır?
Bir cümlelik bir girişte kimbilir kaç kişi veda edenleri, veda ettiklerini canlandırdı gözünde?

Ama...

Bir veda var ki, geride bıraktığımız onca gün içinde, acı tatlı, mutlu mutsuz ne yaşamış olursak olalım, ayrılmak için can attığımız, vedalaşırken gözyaşı dökmek yerine, mutlu kahkahalar atarak yeni geleni karşıladığımız, eskisini daha ilk dakikalarda rafa kaldırıp, yeni gelenle yeni ümitlerle yola devam etmeye başladığımız, vedalaşma töreni.

Merhaba yeni yıl!

Şimdi sen gidiyorsun ya 2010...
Hiç kaygılanma, seni böyle güle oynaya uğurlayıp yeni geleni çoşkuyla karşıladığımız için. Çok değil, daha ilk gün biterken oda aynı sana benzeyecek!
Yine biryerlerde birileri birilerini karşılayacak, birilerini uğurlayacak.
Yine birileri kavga edecek, ya da barışacak.
Yine bir yerlerde bombalar patlayacak, yine göstermelik, çıkarcı barış güvercinleri uçuracak birileri.
Yine birileri konuşacak, yine birileri dinleyecek.
Yine birileri karıştıracak, yine birileri düzeltmeye uğraşacak.
Yine birileri anlatmaya çalışacak, söz isteyecek, yine birileri anlamayacak, konuşturmayacak.
Yine birileri barış nutukları atacak, yine birileri barışcıl silahlarını (!) satacak.
Yine birileri hastane ya da adliye kapılarında ağlayacak, yine birileri aynı kapılarda sevinecek.
Yine birileri ay sonu hesabı yaparak dertlenecek, yine birileri banka hesaplarına bir yenisini ekleyecek.

Bu liste uzar gider...
İçiniz karardı değil mi?

O zaman, şunları da ekleyelim.
Yine birileri maganda komedi filmleri çekecek, yine birileri bu filmleri eleştirecek, ama son gülen yine yapımcı olacak.
Yine birileri hoptirininam besteler yapacak, yine birileri bu bestelerle oynayıp coşacak.
Yine birilerinin yuvası yıkılacak, ama yine birilerinin yıkılan yuvadan sonra cepleri dolacak.
Yine birileri havaalannda uçak bekleyecek, yine birileri inen uçaktan onlarca valizle inerken halktan kaçacak geniş siyah çerçeveli gözlüklerinin arkasına sığınıp.
Yine birileri birilerine sataşacak, yine birileri "barıştık anacım biz" diye sarmaş dolaş samimi (!) pozlar verecek.
Yine birileri flaş meşhur olacak, yine birileri sessizce kayıp gidecek.
Yine birileri Laboutin ayakkabılarını profil fotosu yapacak, yine birileri "ay biz onun nerden geldiğini de biliriz.", diye çemkirecek.

Ne yineler biter, ne yinelenenler.

Her yeni yıl başında radikal kararlar alınır, ama ne bu kararlar uygulanır, ne radikal değişiklikler olur insan hayatında. Genelde böyledir.
Kaygılanmana gerek yok yani 2010, sen yine "yıl"sın, sadece adın değişecek ya da yenilenecek işte kısaca. ;)
Ne kadar güle oynaya bu değişimi kutlasakta, 1 Ocak sabahı değişen sadece takvimimiz olacak.

Karamsar değilim!
Geride bıraktığım yıllara baktığımda gördüğüm tablo bu.
Tabi ki evlilikler, ölümler, doğumlar, iktidar değişimleri, seçimler, vaadler, el değiştirmeler vsvsvs... değişen sadece isimler, olaylar "tarih tekerrürden ibarettir" sözünü doğrularcasına hep önceki yıllarla aynı.

Yine de yazıyı hepimizin seveceği bir cümleyle bitirmek isterim;
Yine birileri aşık olacak...

Yok, kalp çarpıntılarına, heyecanlara, ilk buluşmalara, şımarmalara, şımartılmalara, karşılık bulamamalara, terkedilip terketmelere, ayrıntılara girmeye gerek yok ki.;)

Şimdi bütün klişe dilekleri ardarda sıraladığımı varsayın.
Ve sonuna bunu ekleyin.
Yeni yılda, sonunda bitse bile en güzel aşkı yaşayın. Çünkü kişiye özel en güzel yaşanmışlık sadece aşk...

Hoşçakal 2010.

23 Aralık 2010 Perşembe

Sarhoş yazılar vol... unuttum!

Sosyalmedya programı izledikten sonra bir kaç blog okudum. Şimdi dedikodu olmasın, isim vermeyeyim. Şirin bloglardı. Yani ülkem 20'li yaş insanlarının, biraz ordan biraz burdan takıldığı şirin bloglar. Bazıları erotik, bazıları güncel, bazıları kendini, aşklarını, üst kat komşusunu anlatan... yani suya sabuna dokunmayan şirin şirin yazılar. Binlerce takipçisi olan diye eklemeliyim. Sosyalmedya programlarına konuk olan şirin kızların şirin blogları.
Şimdi buraya kadar okuyan, ben kıskandım yazıyorum sanıyorsa, bundan sonrasını okumasın.;)

Okuyan varsa... hemen yazayım, kıskanmam!
Üzülürüm.
Ama şöyle...

Talep vardır, arz vardır. Üniversitede az buçuk ekonomi okudum bende.
Üzülürüm, talep arttıkça, bu şirin blog yazarları arzeder.
Haa.. ne arzeder? Neye hizmet eder? Kimi mutlu eder?
Bu yine sosyolojik konu, uzmanlar araştırsın derinden.

Beni okuyanlar biliyorlar ya, meraklıyım.
Tarih araştırırım, nerden nereye geldik, gelirken kimler yolumuzdaydı, kimler neler yaptı, sonuçları neydi... filan araştırırım.
Bu araştırmalarımda hiç rastlamadım, genç "şirin" yazarlar, ülkeleri sıkıntıdayken, kaç kişi cumhuriyetçi arayışındayken, hele hele ülke bölünme aşamasına gelmişken... ketçap, mayonez sevdiklerini filan hiç düşünmemişler, yazmamışlar ki!
Bunları sevene itirazım yokta, itirazım bu kişileri "fenomen" (yaygın söz bu) olarak tanıtıp, tanıtan sosyal medyaya aslında!
Yapmayın.
Rating uğruna şu hataya düşüp, gençliğe bu insanları örnek göstermeyin. Yeni yetişenleri "15 dakika" şöhret olabilecek bu insanlara özendirmeyin.
Hatta "15 dakika" da unutulacak bu insanlara da ümit vermeyin.
Bırakalım blogları hoş hatıralar olarak kalsın.
Sosyal medya tarzı prograların eğlendirici bir misyonu olmasını kabul ediyorum, izlediğim programda eğlenmeyi ben de isterim. Ama isterim ki, böylesi zor zamanlardan geçerken, çok etkin olan sanalın farklı yönleri de tanıtılsın, gücü anlatılsın, bir denge olsun.

Çünkü,
Türkiye'nin bu sorumsuz gençlikle ilerlemesine olanak yok!
Çünkü,
Eğer gençler bir hareket başlatırsa o ülkede gelecek vardır!
Genç potansiyeli mayonezle, ketçapla uyutmayın!
Çünkü,
Türkiye'nin şu aşamada kırmızı jartiyerle salınan hiç bir gence gereksinimi yok!
Giysinler, bu derdim değil, ben de giyerim hatta ama lütfen örnek bu olmasın.

Çok ciddi, çok aklıbaşında genç insan var, ya onları kazandırın, ya rating uğruna siz kazanın. Vatan yahut rating!

Not: yemin ederim, onlarca blog açabilirim. Anladınız siz.

19 Aralık 2010 Pazar

Öyle bir geçer zaman ki...


Evet, konu Öyle bir Geçer Zaman ki adlı, son günlerin rating rekorlarını kıran dönem-aile dizisi.

İlk başladığında beklentiler tamamen bir dönem dizisi olacağı şeklindeydi. Dizi ilerledikçe anladık ki, bir aile trajedisi içinde anlatılan bir "dönem" dizisi.

Bazıları hayal kırıklığına uğradılar, bazıları her Salı kaçırmadan diziyi izler oldular.

Hayal kırıklığına uğramadım. Sonuçta bize bir belgesel sunulmuyordu. Dizi, mutlaka bir konu çerçevesinde gelişmeli, konunun içinde dönemin konuları ele alınmalıydı. Yani benim düşüncem bu şekilde, katılır mısınız bilemem. Ancak rating rakamları, eleştirildiği halde dizinin epey kişi tarafından izlendiğinin kanıtı.

Severek izliyorum.

Sevdiğim tabi ki despot babanın parçaladığı aile ilişkilerini, sabırlı annenin toparlamaya çalışması, bu uğurda katil olmayı göze alması, çocukların başlarına gelen tatsız olaylar değil.

Örnek olması açısından, olumlu buluyorum diziyi.

Bazıları isyan ediyorlar, "yok canım bu kadar felaket bir ailenin başına gelir mi? Bir insan babasını yakmaya kadar işi vardırır mı? Bunu yaparken delirmiş gibi kahkahalar atar mı? Bir baba bu kadar hain olabilir mi? Aman bu ideoloji konusunu da aşka teslim ettiler! vsvsvs"


Dizi'yi, ailenin en küçük oğlu Osman'ın anlatımından izliyoruz. Anlaşılıyor ki, şimdilerde 50 yaşlarında olan Osman, bu yaşa gelene kadar biz pek çok önemli dönem izleyeceğiz dizide. Arada bir de 1980 dönemi olduğunu unutmazsak.

Türkiye bu sancılı dönemlerden geçerken, ailenin yaşamında ne gibi gelişmeler olacak izleyeceğiz. Ya da giderek hoşlanmamaya başlayacağız... bunların hepsi olasılıklar.


Dizinin bugünlerde konuşulan sahnesi, evin büyük oğlu Mete'in isyan ederek, evini ve babasını, hatta kendisinide yakmayı göze alması.

Böyle bir nefret!

Benzini dökerken, "beni neden sevmedin baba?" isyanı, tüm gece boyunca izlerken döktüğüm gözyaşlarının sel olmasına neden oldu.

Alevler yükseldiği anda, Ali'nin ilk söylediği isim "Mete" oldu, ve son sahnede oğlunu kurtarmak üzere hamle yaptığı da gözümden kaçmadı.


Bir itiraz okumasam, bu yazıyı yazmazdım.

Bir arkadaşım bu sahneyi abartılı buldu.

Haklı olabilir. Çünkü yetiştiğimiz çevrenin aynasıyız hepimiz. Kişi, standart bir aile ortamında yaşıyorsa abartılı, daha mutlu bir ortamda yaşıyorsa fazlasıyla gerçek dışı bulabilir.

Bu kişiler için gazetelerin 3.sayfalarında yer alan, karakollarda biten aile kavgaları, geçimsizlik nedeniyle işlenen cinayetler, arkadaşlarla sohbet ortamlarında aniden çekilen bıçaklar, annesini öldüren kızlar, babasını yaralayan erkek evlatlar... hepsi saçmalıktır. Evet, zaten çok yanlış ve saçmadır!

Ama ne var ki, anlamsızlığına karşın doğru haberlerdir ve haberlerin başrolünde olanlar için, kendileri kahramandır!

Eğer çıkardığı yangında babasını öldüremezse, Mete'nin içinde ki öfkenin daha büyüyeceğini, daha farklı intikamlar peşine düşeceğini, başaramadığında kendisine ve çevresine zarar verebileceğini tahmin edebilirim.


Aile, çocuğun yaşamda tanıdığı ilk örnektir. Hepimiz önce annemiz, sonra babamız ve kardeşlerimizle tanıştık. İlk rol modelimiz onlardı. İlk aşkımızı onlara besledik, ilk kızgınlığımızı onlara duyduk, ilk onlara yakınlaştık. Onları taklit ettik. Taklit ederek büyüdük.

Annemiz babamız arasında ufacık bir tartışma bizi huzursuz etti. Daha büyük tartışmalar sinirli yaptı, içe kapanık yaptı. Şiddetli geçimsizlik ise dengesiz yaptı. Taraf belirlememiz gerekti. Kendimizce haklı olanı seçip, diğer tarafa giderek kin beslemeye başladık. Oysa onlar dünyada en çok sevdiğimiz insanlardı!

Küçük Osman, pek anlayamadığı olayların içinde büyürken, yıllar sonra şunu diyecekti, çok sevdiği babası evi terkederken onun arkasından. "Ona acıyordum, bu his en korkuncuydu!"

Gerçekten ne kötü bir histir acımak...


Dizi, Ali'nin seferden eve dönüşüyle başladığında, iki çocuğunun bundan hoşnut olmamasından gördükleri şiddeti anlıyoruz. Annenin çabaları ise, ne kadar fedakar olursa olsun yetersiz. Zaten eline bıçağı alıp kocasının metresini öldürmeye çalışmasından, içinde bulunduğu durumun pek normal olmadığını kısa zamanda farkediyoruz.

Zaten son bölümde, başına gelen tüm aksilikler sonucu, annesine sertçe, "Tüm bu olanlar sizin yüzünüzden!" diye isyan ederken, anlıyoruz ki aslında tek başına babasını suçlamıyor Mete.


Aile içi şiddet, o ailede yetişen çocukların ruh durumlarını etkileyen en önemli neden.

Babadan şiddet gören anne, bu duruma katlandığında, bir zaman sonra, çocukları üzülseler bile anneyi fedakar görmüyorlar. Onu "ezik"likle suçluyorlar. Tersi durumlarda oluyor. Annenin çok baskın olduğu aile düzeninde, bu kez ezik erkek baba, çocuklarına hiç te iyi örnek olmuyor ne yazık.

Özellikle gelir düzyi daha düşük olan ailelerin çocukları, agresif, kavgacı, intikamcı olurken, gelir düzeyi yüksek olan ailelerin çocukları daha farklı eğilimlerle, aile içinde ki durumu görmezden geliyorlar.

Sonuç farketmiyor!

Mutsuz, doyumsuz, problemli bireyler.

İlişkilerinde başarı sağlayamayan, çekingen ya da fazla cesur kişiler...


Dizi oyuncuları, dizinin doğası gereği abartılı rol sergileyebilirler. Amacı, izleyiciye en uç örneği göstermek.


Bense gerçek yaşamda 17 yaşında bir kız çocuğunun, ufacık bir kıvılcımda babasının üstüne atladığını, boğazına sarıldığını gördüm! Yüzü Mete'nin yüzünden farksızdı. Tek fark gülmüyor, sadece ağlıyor, haykırıyordu! Aileyi tanıdıkça çocuğun nedenlerini çözmek zor olmadı.


7 yaşındaki çocuklarını uyumsuz davranışları nedeniyle psikoloğa götürmek isteyen aileye, bir psikiyatrist hocamın verdiği yanıt tokattır, "Siz önce kendiniz için psikiyatristten randevu alın!"


Derler ya, doğurmak kolaydır, önemli olan yetiştirebilmektir.

13 Aralık 2010 Pazartesi

Gazeteleri netten okumak


Konu yine Twitter'da açıldı.
Gazeteleri nereden takip ediyoruz?

Uzun bir süredir, "caf67" rumuzuyla yazan Zafer Arapkirli, kendisini saygı ve ilgiyle izliyorum, bizlere gazetelerde önemli başlıkları, köşeyazarlarının yazılarını, kendi yorumları ile vermekte.
Kendisinden link rica ettim. Link vermek yerine, gazete almamızı önerdi.
Israr ettim, vakti olmayanlar filan diye... "ben ilginç konulara dikkat çekiyorum, gazete alamıyorsanız netten araştırın bir zahmet" dedi.
Haklı!
Gazete alınmalı, hele ki gazete fiyatlarının gayet ucuz olduğu memleketimde her eve bir gazete girmeli.
Yine biz vakti olmayanlar için, gazeteci bir arkadaşa sordum, biz tıkladıkça bu gazeteler reklam gelirinden para kazanıyor mu diye? (KorayPekozkay) Evet, reklam verenler gazetelerin tıklanma oranlarına dikkat ediyorlarmış.
Zaten eğer bir kazanç yoksa neden gazeteler nette yayınlansın ki?
Vakti olmayanlardan kastım, çalışma temposu içinde gündüz gazeteyi eline alıp okuma fırsatı olmayan ama elinin altında bilgisayarları olan kişilerdir.
Elbette bir kitabı, satır aralarına notlar düşerek, bazı satırların altını çizerek, bıraktığımız yerde sayfaya bir kıvrık atarak okumak çok keyifli.
Günü okurken sayfaları çevirdikçe, elimize bulaşan siyahlık, duyduğumuz koku... gazeteleri de çok çekici kılan noktalar.

Ama...

Gazeteler sabah dağıtıldıktan sonra, yani biz işimize giderken ilk baskılarını okuduktan sonra, günün gelişen "son dakika" haberleriyle internette sürekli yenilenen yayın organları artık.
Yani sabah bayiimizden aldığımız gazete, bizim ülkemiz koşullarında en fazla 2 saat gündemdeki konuları konu ediyor! Sürekli değişiyor konular.
Ve pek çoğumuz artık internet kullanıcısıyız. Ve bir tık ötemizde güncellenen haberler.

Köşe yazarları, bir gazetenin atar damarı. Hiç itiraz edemem.
Ama bir düşünelim, kaç gazete kaç köşe yazarı? Onlarca... Hepsini okuma imkanım ne kadar?
Bizim evimize kaç gazete alma kapasitemiz var?

Ben, itiraf ediyorum, Türkiye ekonomik koşullarında şanslı bir kişiyim. Yayınlanan tüm gazeteleri satın alabilecek güce sahibim.
Ama almam!
Taraf gibi taraflı bir gazeteyi evime sokmam. Hatta daha ötesi "tık"lamak bile istemem. Ama çok doğaldır, karşıtı olduğum bir görüş ne diyor, bunu öğrenmek isterim.
İnternet bana bunu sağlıyorsa, tıklarım. Mümkün olduğunca az, ve tek "tık"ta tüm gazeteye ulaşmak gibi.

Tabi ki gazete alalım, tabi ki onlarca ekmek yiyenin lokmasında tuzumuz olsun, hem de dünya görüşümüz gelişsin, araştırma yeteneğimiz bilinçlensin. Ancak,

internette de tek bir "tık"ımız zaten bu gazetelere para kazandırıyor ki, nette sayfa açmışlar.

Ve çok daha önemli bir konu, sosyal ağlar, bizlere bu okuma alışkanlığını, bazen zoraki bile olsa kazandırdığı için, ben gazetelerin nette yayınlanmasına minnetarım.

Okumak önemlidir!
Gazete takibi önemlidir!
Gazete almak önemlidir!

Ama lütfen... günümüz gelişen teknolojisinde, bize her gazeteyi okuma imkanı veren, kıyaslamamızı sağlayan internet gazeteciliğini, "gazete alın, onlarca yazara katkıda bulunun" tarzı söylemlerle baltalanmasın.

Türkiye okusun!
Netten ya da eline mürekkep bulaşarak!
Bırakın okuyalım!

9 Aralık 2010 Perşembe

Seyirci gözüyle Av Mevsimi


Film hakkında düşüncelerimi yazmadan önce, değinmek istediğim bir kaç konu var izninizle.


Öncelikle, gösterime girmeden önce, aylarca tanıtımı yapılan filmler hakkında çok fazla beklentiye kapıldığımız gerçeği!

Yerli ya da yabancı farketmiyor. Ve o kadar fazla beklenti oluşuyor ki, filmi izlediğimiz zaman yaşadığımız hayalkırıklığı kaçınılmaz oluyor. Çünkü beklenti çıtası yükseldikçe, izleyiciyi her anlamda tatmin etmek zorlaşıyor. Ufak tefek aksaklılar bile gözden kaçmıyor.

Ve, genellikle çok fazla şey beklediğimiz yüksek bütçeli, bol starlı filmlere burun kıvırıyoruz. Oysa çağımız PR çağı. Sadece filmler değil, piyasaya sürülecek yeni bir ürün bile önce tanıtılıyor, merak uyandırılıyor, ve sonra üretime geçiliyor.


Bir diğer konu, Türk sinemasında Yavuz Turgul gerçeği!

Bu güne kadar, nerdeyse çektiği tüm filmlerden bir ve bir çok ödül kazanmış usta yönetmenimiz. Hiç abartmıyorum, ustanın yönetmen, senarist, müzik dalında katkısı olan tüm filmlerini çok severek ve hatta bazılarını defalarca izleyen bir hayranı olarak, kendisine teşekkür ederim.

Hani şöyle bir söz var ya... birazcık farklı dile getirsem, "Gözünden Tosun Paşa, Eşkiya, Muhsin Bey geçmemiş Türk sinema izleyicisi kaldı mı?" ;)


Ve Av Mevsimi...


Her ne kadar katıksız bir Turgul hayranı olsam da, hiç bir filme sevdiğim bir yönetmen çekti, çok başarılı isimler oynuyor... gibi önyargılarla hiç gitmem.

Filme gitmeden önce hakkında yazılan tüm eleştirileri okudum. Genelde olumsuz eleştirilerdi.

O olmamıştı, burası eksik kalmıştı, bu bir cinayet filmiydi ama katil izleyiciye erken belli edilmiş, heyecanı kaçmıştı, Şener Şen lakabı "Avcı" olmasına karşın filmde neden pasifti, sonu bilinen bir film izleyicinin heyecanını nasıl sürükleyebilirdi... vsvsvs. Film akkında okuduğum tüm eleştirilerde ki olumlu ve ortak nokta Cem Yılmaz ve Okan Yalabık'ın iyi oyuncu oldukları konusuydu.


Oysa atlanan bir konu vardı.

Yavuz Turgul, bildiğimiz anlamda klasik bir cinayet filmi çekmediğini, bir cinayetin kişilerin psikolojik dünyasında yarattığı değişiklikleri aktarmak istemiş ve bunu dile getirmişti. Eleştirmenlerin atladığı buydu galiba?

Bunu bildiğim için, cinayet filmi izlemek üzere gitmedim sinemaya.

Ve sonuçta, harika bir film izledim!


Başta Yavuz Turgul olmak üzere, onun pek çok filminde oynamış, yönetmenin ne anlatmak istediğini çok iyi kavramış Şener Şen, "ben sadece komedi oyuncusu değilim!" diye haykıran, tüm performansını ustaca sergileyen Cem Yılmaz, yeni kuşağın en iyilerinden Okan Yalabık, ve bir diğer büyük isim Çetin Tekindor... hepsi inançla yaptıkları işe sarılmışlar ve hepsi devleşmişler filmde.


Film, bir cinayetin anatomisi üzerine kurgulanmış.

Klasik anlamda, bir cinayet soruşturması, katili yakalamak için peşinden gidilen ipuçları, değerlendirmeler...

Ve bu arada, kahramanlarımızın cinayetten bağımsız, ama cinayet soruşturması ile gelişen psikolojik durumlarının özel yaşamlarına yansıması...

Ön planda olan cinayet değil.

Psikolojik gerilim sınıflamasında izlenirse, tüm eleştirmenlerden tam not alacağına eminim.


O cinayet neden işlendi?

O cinayeti sorgulayan polisleri bekleyen güçlükler nelerdi?

Özel yaşamlarla harmanlanmış gerçeklerle, muhteşem bir kurgu dizini izliyoruz filmde.


Şener Şen. Lakabı "Avcı".

Şener Şen'in avcılığını pasif bulanlar olmuş izleyenler arasında.

Bir insanın "avcı polis" lakabını haketmesi için, ille Amerikan filmlerinin bol aksiyonlu, elinde tabancısıyla, kanun tanımayan acar polislerini taklit etmesi mi gerekir? Ya yararlandırdığı deneyimi, ya zekası? Bunları neden görmezden gelmiş acaba, bu yakıştırmayı yapanlar?

Emekliliğine 5 dakika kalmış bir polisin, son soruşturması anlatılıyor filmde. Biraz insaf... ;)


Filmin "deli" lakaplı polisi Cem Yılmaz. Onu izlerken hayran kaldım. Biz onu komedi ustası biliriz ya... Yok! Cem Yılmaz inanılmaz bir karakter oyuncusu. Bunun sinyallerini "Herşey Çok Güzel Olacak" filminde vermişti zaten. Bu rol için ondan başkası düşünülemezmiş.


Çetin Tekindor'un şiveyi abartmadan kullanmasına, onca para ve imtiyaza rağmen, gerektiğinde başını önüne eğebilecek kadar zavallılaşmasına, rolünün hakkını tam olarak vermek diyebilirim sadece.


Okan Yalabık, genç kuşağın bu yakışıklı, sevimli oyuncusu "çömez" kararkterine harika oturmuş. Özellikle son sahnelerde sergilediği oyunculuk izlenmeye değer.


Uzun, durağan, yer yer Fransız filmlerini anımsatan bir psikolojik cinayet filmi Av Mevsimi.


Bazıları, polisi öven bir film olduğunu söylemişler.

Ben övülen bir polis göremedim filmde. Cem Yılmaz ve Okan Yalabık bunun ispatıdır zaten.


Bazıları filmin sonunu biraz kolaycı bulmuşlar.

Sonunu yazmıyorum elbette.;) Belki biraz romantik bir son denilebilir, ama şimdi düşünüyorum da... eğer bir sinema kanunu varsa, ve o kanun filmin sonunda, suçlu mutlaka cezasını çekmeli, diyorsa, sonuç bir şekilde hoşgörülebilir. Burası Türkiye! Filmi izleyenler, izleyecekler ne demek istediğimi anlamışlardır umarım.;)


Çoğunluk ve Av Mevsimi, 2011 Türk Sineması'nda izlediğim en iyi iki film.


Not: Altın Portakal'lı Bartu'nun bu filmde rolü olduğunu, hatta Çoğunluk filmlerinin çekimleri arasında Av Mevsimi sahnelerini çektiğini biliyordum. Ama rolün ne olduğunu bilmiyordum. 5 dakikalık bir figurasyon! Ama muhteşem bir figurasyon. Bartu, bir kez daha büyüksün diyorum sana.;)