6 Ağustos 2011 Cumartesi

#Aklimdadelisorular ve haberler

Hayat, sanki freni tutmayan bir araba gibi sürekli yokuş aşağı kaymaya başladı.
Sabah uyandım. Biraz düş, biraz gerçek yorgunu, biraz değil çokca üzgün, hatta kırık dökük.
Her sabahın rutin işleri, hani bir ara Twitter'da dolandığı gibi, yüzünü yıkarsın, bilgisayarını açarsın, çay koymaya gidersin.
Sabah uyandım, biraz yorgun, biraz hüzünlü.

(Seni çok severek)

Gazeteleri netten okumayı seviyorum. Hepsi elimin altında. Bayii'den almış olsam en fazla 2 gazetem olur. Nette hemen hepsi elimin altında. Ve öncelikli gazetem Gazeteport'u açtım.

(Yalan söylüyorum, önce sana baktım, neler yazmışsın dün gece diye)

Gazeteleri netten takipleyenler bilirler, önemli haberler on, oniki başlık altında toplanır.
On kötü haber! Alışığız, çünkü biz Türkiye'liyiz.
Kadının biri kendisini döven eşinden kaçarken bilmem kaçıncı kattan düşmüş, YAŞ bitmiş, sonuç malum, yoruma açık, gündemi en çok meşgul eden konu şike davasında gelişmeler, "aman para harcamayın, zor günler kapıda" beyanlarına karşın, Başbakan'ımızın "boşverin, teğet bile geçmez bizi" açıklamaları vsvs. Haa bir de bir haber vardı ki, bomba! Cumhuriyet Gazetesi bombacısı, Ergenekon sanığının itirafları... ilginçtir konu bile edilmedi?


(Aklımda sen olunca galiba konsantre olamıyordum haberlere)

Ülker Migros'un Şok'unu satın aldı ya, raflarda içki yokmuş artık, şaşırdık mı? Yoo, sokak düzenleme operasyonu kodadlı Asmalı'da ki masa sandalye toplama operasyonunada şaşırmadık ki biz. Hak yemek olmaz, elbet sesler yükseldi Twiter'da. Malum sesler. Ama inanın 128 çalışan ve bir o kadarda teknik ekip personeliyle çalıştığım işyerimde o günde bu gelişmeler konu bile edilmedi! Kimbilir çoğunluğu üniversite mezunu, çeşitli yaşlardan olan kişilerden kaçı istikrara (!) oy verdi diye düşünmedim değil!

(Gidiyordun sen ve ben yıkılıyordum)

Magazin haberleri de farksız. Tatsız yani. Hani magazin eğlendirir filan ya, yok, o dünyada da bir arap saçı durumu var.
Teoman müziği bırakıyormuş!
Ömür Gedik, Hülya Avşar'a "acemi" demiş!
Amy'nin ölümü hala gündemde. Sosyologlar, psikologlar olayın derinine inmeye çalışsalarda, büyük Türk müzisyeni (!) Yonca Evcimik damgayı vurdu. Üstelik Hıncal Uluç'tan çalıntıyla. Su testisi su yolunda kırılırmış! Her ne kadar Yonca Hanım, bu sözün gerçek anlamını bilmediğini beyan etsede... Özeti bu!
Bizim kutsal değerlerimiz var değil mi? Ne demek alkol, esrar vsvs?

(Gazeteleri okurken gözüm telefonumda. Hani olur a bir şey yazarsın, bir sms, bir arama filan)

Ayşe Arman'da Altın Portakal jürisine davet edilmişte, buna itiraz eden aktörümüze lafını giydirmişte...
Aman ya!

(Yok çalmıyordu telefonum, yoksa sahiden beni artık istemiyor muydun?)

Köşe yazarlarına geçtim.
Ahu Özyurt'un yeri bende ayrı, ha bir de bilen bilir, anlamaz ama, Ahmet Hakan yazıları tutkusu var bende. Yazmıyor epeydir. Twitter'da karşılıklı takipleşiriz, soruyorum yanıt yok! Beyimiz hala türbanlı kardeşlerimizin rüyalarını RT'lemekle meşgul! Ha öyle böyle değil, #aklımdadelisorular başlığına yazacağım konuyu, o kadar öfkeliyim o platformda kendisine!
Özyurt, Safile Usul derken...

(Ağlamaya başladım, hissettin mi?)

Şu Polyanna denen kızı küçükken bile sevmedim ben. Ne öyle herşeyden bir mutluluk çıkarma saçmalığı? Ama farkettirmeden içime kaçmış zararlı mahlukat! Her durumda suratımda bir neşeli gülümseme, bir sahtelik. Yok aslında galiba sorumluluktan doğan mecburiyet, ben haksızca bu safı suçluyorum!

(Neden mücadelemizi terkettin ki? Hani biz çok mutluyduk. Yoksa aslında ben mi vazgeçtim mücadeleden. Hangimiz yorulduk? Acı...)

Bu aralar Somali'li bebekler ölüyorlar.
Bir anne, hayatta olan çocuğuna daha fazla yardım alabilmek için, ölen bebeğini gizlemiş. İnanılmaz üzücü.
Bazılarımız ülkemiz aç çocuklarını kıyaslıyoruz, biz kendi çocuklarımıza yardım edelim önce diyerek.
Pardon?
Söz konusu çocuklar, ülkesi farkeder mi?
Ha bizim aç, korunmaya muhtaç çocuklarımız varsa, ki var, nerde yüzde bilmemkaçla iş başına getirdiğiniz istikrarlı hükümet?!!!
Tabi kıtlıkla açlığı birbirine karıştıran bir kesim var ki, daha ne diyeyim? Elinizi bir koyun vicdanınıza.

( Ben seni sahi o kadar çok seviyorum ki)

Akan suların hiç durulmadığı, onlarca olumsuzlukla insanların artık kendi gemilerini kurtarma savaşına girdiği, gemileri yakmak şöyle dursun, yanan gemilerden haberdar olsa bile itfaiye çağırmaya yeltenmeyeceği garip bir süreçten geçiyoruz.

(Gitmesen? desem bile "git" diyebilecek kadar çok sevmişim seni.Peki ya sen? Beni feda edebilir misin gerçekten?)

Bir de Nato helikopteri düşmez mi bu arada?

Off, güzel bir haber ne zaman?

(Anahtar paspasın altında. Saat önemsiz gelirsen. Belki yine gideceksin, ama gidişlerini bile seviyorum desem? Gelişlerini zaten hep sevdim ki.)

4 Ağustos 2011 Perşembe

Terkler kaç kişilik?

Bir kitabında ölüm anını anlatmıştı Aziz Nesin.
Ölmemişti.
Ama yazının başlığı buydu yanlış anımsamıyorsam. Ya da benzer bir şey.
Kalbi sıkışıyor, boğuluyordu uzandığı yatağında. Kalp ilacına uzanmak istiyor, ama gücü yetmiyordu. Çocuklarını yardıma çağırmak istiyor, ama sesi çıkmıyordu.
Kaderine razı, gözlerinin önünden geçen film şeridini izlemeye çalışıyordu.
Ve konuşuyordu hayatla usta.
Kapı açılıp, oğularından biri elverdiğinde kurtuluyordu.
Nesin'le kalp krizi geçiren bizlerde boğuluyor, çırpınıyor, hayatı sorguluyor, bir ümitle kapının açılmasını bekliyor ve kurtuluyorduk.

Ben yalnızım.
Kapım az önce kapandı.
Aralık bırakmıştım belki vazgeçer döner diye.
Kapı rüzgardan mı kapandı, O'mu kapattı yanıtsız kaldı. Bunu artık hiç öğrenemeyeceğim. Öğrenmek neyi değiştirir ki?
Rüzgar kapatsa ne değişir?

Keşke ya da iyi ki kavramlarına aldırmam.
Bazen işte. Ölmeden önce bir insanı arayıp helalleşmişsem "iyi ki" derim de, hemen ardından "keşke ölmeseydi" yi çarpıştırırım.
Ya şimdi?
İyi ki sevmişim mi?
Keşke gitmeseydi mi?

Kapı kapandı.

Çok değil bir saat sonra filandı, ensemde bir çatırdama duydum. Yukarıya doğru şiddetle yayılan elektrik çarpmasına benzer bir şey. Ağrı desen ağrı değil. Çatırdamalar işte. Damarların birbirine vurması, vururken her bir damarın sigortalarının atmaya direnmesi gibi. Hani atsalar geçecek belki.
İşkence gibi.
Yürüdüm evin içinde. Babam yürümenin, hareket etmenin her krizi engelleyeceğini söylerdi. Yolda yürürken yıkıldı!
Aynaya baktım.
Solgundum ama güzeldim.
Saçlarımı sıkıca topladım.
Dudağımın üstünde, istenmeyen bir tüy gördüm, parmağımla çekip çıkarmaya çalıştım, başaramadım.
Hayatım hala film şeridi değildi gözlerimin önünde. Demek ölmeyecektim.
Ya da farklı bir ölüme yolculuktaydım. Adını henüz koymadım.
Ya rüzgarın, ya onun kapattığı kapıya bakmaya cesaret edemedim.
Bakarsam ölecek miydim?
Ölmekten korkmak değildi, gittiği gerçeğinden kaçmak belki? Ya da yapayalnız ölmekten korkmak? Yok, böyle bir ölümü hiç hayal etmedim. Aslında ölümü hiç hayal etmedim ki.

Oysa herkes gidiyordu öyle ya da böyle bir bahaneyle.
Kalandır terkeden derim ben, o malum hala yanıtı bulunamayan soruyu sorduklarında.
Bir ara, eğer ölmezse adını koyamadığım şey, bir kez daha düşüneceğim bunu.
Belki terkler de iki kişiliktir?

Beynimin çatırdaması ilk şiddetinde değil, sızı sadece ensemde, bir de iki kaşımın orta yerinde.
Apartmanımızın girişindeki doktor muayenehanesinin önünde aniden kalp krizi geçirip ölen adamı gördüğümden beri çantamda taşıdığım kalp ilacı çok yakınımda. Olası bir krize hazırım.

Bu gidişine hazırlamamışım kendimi.
Oysa kaç kez sen benden ben senden gittim ama hep döndük ya. Hep daha sıkı sarıldık daha çok sevdik ya. Aşkı, çok sevmeyi, herşeyi iki kişilik dünyamızda kendimizden hiç saklanmadan çıplak yaşadık ya.

Bu gidişine hazırlamamışım kendimi.
Çok ilerde bir gün, çocuklarıma, yakınlarıma günlerden perşembe'ydi diye anlatabilirim, üç ünlemli elveda yazan bir kağıt parçasını parçalayarak.

Daha önce hiç böyle ölmemiştim.
Adını koyamayabilirim.
Ve sen benim öldüğüme hiç inanmayabilirsin.