2 Eylül 2011 Cuma

İçinden bayram geçmeyen bir yazı


Pek hoşa gitmeyebilir, ama planlı programlı yaşamayı sevmiyor/um/dum!

Yaptığım sevinç dolu planların hep bir hüsranla güme gitmesinden belki. Uzun vadeli planları geçin, kısa vadelerle yapılan programlara bile "bakarız, umarım, belki" gibilerinden kaçamak yanıtlar vermeye başladım.
Bir aksilik olup, bozuluverecek korkusundan sanırım.
Aslına bakarsanız bunu bir huy olarak geliştirdiğimin farkında bile değildim, ta ki arife gecesi bir dostum "senin ipinle kuyuya inilmez", diyene kadar.
İpi çoktan kopardığım o anda dank etti kafama!
Aramızdaki sorunu, benim durumu çözmeye yönelik bir program yapmamla halloldu ama hazırlıksız yakalandığım için, araya bir çok pembe yalan sıkıştırmak zorunda kaldım.
Biraz utandım doğrusu!

Pembe, beyaz, kara. Yalanı sevmem.

Bir de bir inancım var ki evlere şenlik.
Durum kurtarmak için söylediğim yalanın gerçekleşeceğine inanırım!
"Kardeşim hastalandı, acil memlekete gitmem gerek" bahanesini uydursam, kardeşimin öleceğini düşünmeye kadar vardırırım paranoyalarımı. Üstelik benim yüzümden!

Belki de bu yüzden, saçmasapan bir dürüstlük abidesiyim, "sırlarım" dışında.
Hani şu "doğrucu Davut" dediklerinden.
Ne düşünüyorsam, ötesini berisini pek hesaplamadan "pat" diye söyleme huyum. Ki sonraları "abartmışım yahu" dediğimde çok olmuştur.
Yani aslında başkalarının hoşuna giden dürüstlüklerim, bazen sonradan üzüldüğüm patavatsızlıklar olarak canımı yakmıştır.

Biz millet olarak, başkalarının didişmesini izlemekten keyif alan insanlarız.
Açık oturumlarda, iki karşıt görüşün ateşli taraftarı, eğer birbiriyle nezaket kuralları içinde konuşuyorsa, ilgimizi çekmez, zaplar kaçarız.
Hatta bazen öyle aşırıya kaçarız ki, taraflardan birine "gaz vermek" amacıyla, çaktırmadan kulağına bir şeyler fısıldayıveririz.

Amaçsız değil, ama plansız programsız yaşama sanatım, doğrucu (bazen patavatsız) Davut'luğum, beni sıradan insan olma özelliklerinden, daha marjinal bir boyuta taşısada, bütün bunları sadece bir günlük bayram tatilinde, Twitter'da vakit geçirirken masaya yatırdım.

Doğrusu bu ya, "biz seni böyle seviyoruz" diyenlerin çokluğuna karşın, ben bu benden az biraz şikayetçi oldum.

Dengesizliklerimi düşündüm, şu denge bileziği sahteliği muhabbetlerinde.
Gerçi ben o bilekliği çok farklı bir amaçla takmıştım, beni dengeleyeceğini filan falan hiç düşünmemiştim.
Zaten pek inanmam böyle şeylere.
Akapunktur'un somut sonuçlarını bildiğim, gördüğüm halde, bu alternatif tıp'a para yatırmam.
Babaannemin kalbi sıkıştığında, babamın dilinin altına koyduğu minik şekerler aklıma gelir, ve işin sırrının beyne gönderilen komutlar olduğunu bilirim.
İyileşmeyi kafasına koyan kanser hastasının, kötü urlarla mücadelesinde çoğunlukla başarılı olmasının nedeni bu değil mi?

Neyse...
Sözü yine çok uzattım biliyorum.
Biraz nerden nereye oldu bu aktarımlar.

Şöyle ki,
Program yapmadan anlık kararlarla yaşamak zevkli görünebilir. Ama yorucudur.
Ya da yalnızlığa kendini esir etmektir bir anda. Yani yaşamı plansız sürdürmek, bazen amaçlarına ulaşmayı zorlaştırabilir.
Evet, planlar aniden bozulabilir, ama bunlar yaşamın acımasız,tatsız gerçekleri değil mi?
Gül bahçesi mi vaadedildi bize?

Doğruculuk kötü bir şey değil, abartıp hesap sormalara vardırılmadığı zaman.
Çünkü hiç bir insan "tam doğru" değildir ki!
Bir yönetmene, "filmini sevmedim" demek farklı, "iyi de, şu sahnede saçmalamışsın. Bence (kendi doğrusunu dayatarak) böyle böyle olmalıydı!" diye kafa tutmak farklı şeyler. O zaman "iyisini sen yap" yanıtını alırsın, oturursun. Başkaları da bu didişmeyi izlemekten keyifli ellerini oğuşturur.

Sevmek, sevmemek, tercih etmek ya da etmemek bize bırakılmış.
Bu nedenle eleştiri dozunu ayarda tutmak önemli.
Dinlemek, nedenini anlamaya çalışmak ta önemli.

Ve aslında, hiç kötü niyetli olmadığın halde, ve çevrendeki kişiler bunu ne kadar bilselerde, "ama sen içimi biliyorsun, asla kötü niyetli değildim" diye çırpınsanda, çokca yanlış anlaşılabilmende cabası.

Twitter demiştim değil mi?
Şöyle;
Twitter'da saklanmak, gerçek düşüncelerini saklamak olanak dışı. Bir yerde kendini ele verirsin.
Mustafa Altıoklar'la tartıştım en son.
Ne o beni tanır, ne ben onu. Tartışma bana "salak" demesiyle son bulabilirdi ben bu sözü hakaret kabul etseydim! Etmedim, çünkü ben çileden çıkardım kendi doğrularımla, ve biraz da izleyenlerin gazıyla, o da kendi doğrusunu savundu ve artık sıradan bir söz olan "salak"ı yapıştırdı!;)
Ben terbiyesizleşmedim, hatta kabul ederek sürdürdüm ve bu kez üzülen o oldu, sonuçta anlaştık. Yok özür dilemedi, özür bazen dile gelmese hissedilir bir durumdu.

Sonuç;
Sonradan edindiğim bazı huylarımı yavaş yavaş değiştirme adımlarımı atıyorum.
Hafta sonu planım, günü evde pinekleyerek geçirmemek! Yalnız kalabilirim, çünkü sanırım herkes planını çok önceden yaptı.
Giderek kalabalıklaşabilirim, umarım.

Doğruculuk güzel şey, ama tadında ve hakarete vardırmadan, varmadan. Doğruculuk, inatlaşmak değil, tartışmak olmalı. Ortak noktalar illa ki var!



Ve biliyorum ki, bunlar beni sıradan yapmayacak.

Kısacık not: Yine ne yazmak için oturdum, bak neler yazdım? Ay bu klavye beyin kaçınılmaz ilişkisi!
Neyse...
Kimse okumazsa ben okurum!:p













Hiç yorum yok:

Yorum Gönder