6 Ekim 2010 Çarşamba

Tutunmak

Adının seslenildiğini duyar gibi oldu. Kuvvetli çıkmak istermişte, o anda tıkanıvermiş bir nefesin fısıldaması gibi, zayıf cılız bir ses. Arkasını döndü, sesin geldiğini sandığı yöne baktı. Kendisi için toplanmış kalabalıkta aradığı sesin sahibini bulamadı. Kendisine el sallayanlara gülümsedi. Yanında duran asistanına döndü, eliyle ağzını hafifçe kapatarak, beli belirsiz bir sesle sordu; "Birisi bana mı seslendi?". Asistan gülümsedi; "Evet, buradaki herkes adınızı sesleniyor!"
Kalabalık beklediklerinden fazlaydı. Orada bulunan herkesin yüzünde hayran oldukları adamı yakından görmenin, hatta belki dokunabilecek olmanın mutluluğunun ifadesi vardı. Ama o günde orada bulunanların bu ümidi gerçekleşmedi ve Ömer Bezirci korumaları eşliğinde, kendisine çok yakışmayan bir allak bullaklık ifadesiyle, son filminin galasının yapılacağı sinemanın salonundan içeri girdi.
O sesi duymuştu.
Bundan emindi nerdeyse.
Film beyazperdeyi renklendirdiğinde salon derin bir sessizliğe gömüldü. Ömer Bezirci, öyküsünü yazdığı filmi konuklarla birlikte izlemeye başladı.

Annesi Sera'ya; "Sana kahve getirmemi ister misin?" diye sorarak oda kapısında belirdiğinde, kızı çoktan notlarını toplamış, giyinmiş, botlarını bağlamaya çalışıyordu söylenerek; "Off... her seferinde karman çorman olmak zorunda mı bu bağcıklar?". Annesi güldü; "Her seferinde ayağından çıkarırken bağcıkları çözmezsen olacağı bu, mızıldanma!"
Annesinin yanağına belli belirsiz bir mecburiyet öpücüğü koyduktan sonra, askıda asılı montunu alarak evden dışarı fırladı Sera. Geç kalmıştı!
Yoldan geçen ilk taksiye atladı. Şoföre gideceği adresi verirken, taramayı unuttuğu saçlarını toparlayacak toka arıyordu çantasında. Uzunca aradan sonra göreceği hocasının karşısına bu kadar dağınık çıkmak istemezdi. Başını cama yasladı. Kaldırımlar, insanlar, ağaçlar birer birer geride kaldılar. Şoför, "geldik" diye uyarmasa, farkında bile değildi yolun bittiğinin.

Film bittiğinde, tüm ekibin beklediği gibi, salonun duvarlarında alkışlar, ıslıklar, tezahüratlar yankılandı. Bir kez daha başarmışlardı.
Ömer Bezirci, kendisini bekleyen magazin muhabirlerine bu kez alışılagelen sözcükleri değil, "O vardı, yaşadı...Bu öykünün başkahramını yaşıyor, gerçek yani..." diyerek gülümsemeye çalışırken, önünden akıp giden kalabalığın içinde ne bir yüz ne bir ses aramıyordu artık. Sonraları muhabirler bu son filminin, onu ne kadar duygulandırğını yazacaklardı.

"Hala asisin.", diye gülümseyerek karşıladı Mümtaz Hoca eski öğrencisini. Sera utanmadı. Sarıldılar. "Sizin odanızda hala dağınık."
Gülümsediler. Bir kez daha sarıldılar. Bilindik bir hüzün çöktü aynı anda ikisinin de omuzlarına. Küçülür gibi oldular karşılıklı bakışırken. Bilinen bir öykü hiç dillendirilmeden, ama haykırarak yankılandı kulaklarında, beyinlerinde, ve kalplerinin en acıtacak yerinde.
"Büyümüşsün yine."
"Büyüttüler, biliyorsunuz."
Sessizlik öylesine gürültülüydü ki, ikisi de susuyorlar ama haykırıyorlardı sanki.
Sera elindeki dosyayı masanın üzerine bıraktı; "Hepsi burada, tüm dökümanlar, belgeler, notlar... tarih sırasıyla."
Ayağa kalktı.
Mümtaz Hoca, geri alıvereceğinden korkarcasına, hızla dosyayı alıp çekmecesine attı.
Kapıyı kapatıp giden Sera'nın arkasından burulmuş bir sevgiyle iç çekti.
Ne kadar güzeldi... Kaba saba bol kot pantalonu, kazağının altından görünen kareli gömleği, her an çözülüverecekmiş gibi gelişigüzel bağlanmış botlarıyla incecik bir siluetti Sera. Beline kadar inen saçlarını hala örgüyle toparlayan küçük bir kız çocuğu...
Masasına oturdu, bilgisayarını açtı ve bir mail yazmaya başladı, sahibini hiç tanımadığı bir adrese. "Ömer Bey..."

Ömer Bezirci için sıradan bir akşamdı, o sıcak yaz gecesinin akşamı. O güne dek oynadığı her filmin öyküsünü kendisi yazdığından, okuması için bırakılan, yollanan senaryolarla ilgilenmiyor, ama aklında bir türlü şekillenmeyen çarpıcı bir öykünün sancısını çekerek, hayal dünyasında dolaşıyor, olmuyor olamıyordu! Bu film kariyerinin son filmi olacaktı. Kırkbeş yaşındaydı. Bundan sonrası için planları farklıydı. Eşini çok ihmal etmişti, kadın haklı olarak huysuzlanıyordu. Kızı büyümüştü. Daha sakin bir yaşam sürdürmek istiyordu. Gelgitlerden uzak, rutin mutlu bir aile düzeni olmasını istiyordu artık. Kıskançlıkların olmadığı, sevgiye dayalı bir yuva özlemi... Ve hiç bir şey için geç değildi!
Bilgisayarını kapatmak üzere olduğu anda, sağ alt köşeden çıkıveren mail uyarısına göz atmak istedi. Adres tanıdık değildi.
"Ömer Bey, adresinizi eskiden sinema yazıları yazdığınız bir dergide buldum. Umarım hala kullanmaktasınızdır. Bu saygısızca girişimi affederseniz, ve beni yanıtlarsanız, "Sen Gittin" filminizle ilgili aklıma takılanları tartışmak isterdim sizinle.
Teşekkürler.
Sera"
Kısacık bir nottu. Sözü geçen filmini çok severdi ve bugüne kadar anlatmak istediği ana temayı hiç kimsenin bulamamış olduğundan yakınırdı. İlgisini çekti. Hemen yanıtladı.
Film tartışması, filmler tartışmaları ve daha farklı tartışmalarla sürdü geceleri kısa maillerle tanışıkları. Birbirlerinin yüzünü görmemiş, seslerini duymamışlardı hiç ama arkadaştılar artık. Bazen olağanüstü neşeli, bazen kırgın, bazen hüzünlü maillerine alışmıştı Ömer Sera'nın. Sadece bir kez onu görmek istediğini söylemiş ama Sera şiddetle karşı çıkmıştı buna. Böylesi iyiydi.
Bir akşam Ömer kendisini dehşete düşüren maili alana kadar. Sadece iki sözcük; "Sana aşığım."
O gece yanıt vermedi Ömer. Sera'yı kendince seviyordu, onunla yazışmaktan hoşnuttu, ama aralarında böyle duyguların yaşamasına asla izin veremezdi. Üstelik tanışmıyorlardı bile. Bu aşkın platonik bir duygulanmadan başka bir şey olmasına olanak yoktu. Yine de sustu Ömer. Ona hiç bir ümit vermemişti. Belki bir iki romantik söz... hepsi o kadardı. Ama Sera akıllıydı, zekiydi. Adamın bu ümitsiz sözlerinden, kendisine ilgi duyduğu anlamını nasıl çıkarmıştı? Evet, evinde problemleri vardı Ömer'in, çok mutlu bir evliliği yoktu ama o kızına düşkün bir babaydı. Sera'ya içini açmıştı bazı sarhoş gecelerde. Hepsi bu kadar! Hepsi bu kadar!... bu sözcükler Ömer'in içini rahatlatıyordu. Kimsenin sorumluluğunu alamazdı. Hele platonik aşıklarla hiç uğraşamazdı. Hayır, artık ona asla yazmayacaktı.
Bir kaç gün ne Sera yazdı ne Ömer.
Her ikiside kendi dünyalarına, kendi işlerine dönmüş görünüyorlardı.
Ömer bir geceyarısının sabaha karşı vakitlerinde okudu, günler sonra gelen, Sera'nın sitem dolu mailini. Kendisinden korkmasına gerek olmadığını, duygularının sadece kendisine ait olduğunu, onu bağlamayacağını anlatıyordu. Küsüp gitmesine gerek yoktu ki...
Yeniden yazışmaya başladılar. Ama bir şeyler kırılmıştı sanki. O eski tat yoktu maillerde. Ömer daha uzaktı. Ondan kendisine yazmasından başka hiç bir şey istemeyen Sera, adamın bu tavrına anlam veremiyor, hırçınlaşıyordu. Sonra yeniden özür diliyordu ama, bu duygusal çırpınışlar Ömer'i yoruyordu. Böyle sürdüremezlerdi. Yorucuydu, zorlayıcıydı.
Ve son gece, biraz da bahaneyle Sera'ya kapılarını kapattı!
O sırada Sera, adamın kendisine yazdığını bile unuttuğu mailini okuyordu...
"Sana hiçbir şey vaadedemem ki... Tanışsak, sonra sen sesimi duymaya ihtiyaç duysan, bana ulaşamasan... ben elini tutmak istesem?..."
Bir daha asla yazışmadılar.

Ömer Bezirci, Mümtaz Haktan'ın maili aldığı sırada, kafasında şekillenen öyküyü kağıda dökmek için bilgisayarını açmıştı. Psikiyatri profesörü ve aynı zamanda güncel bir gazetede köşe yazarlığı yapan Haktan'ın mailini merakla açtı...
"Ömer Bey, elimde ilgileneceğinizi düşündüğüm, yaşanmış bir öykü var. Son filminizi çekmek üzere hazırlık yaptığınızı, ve iyi bir öykü arayışı içinde olduğunuzu ortak bir dostumuzdan öğrendim. Bu öykünün sizin hünerli ellerinizde ölümsüzleşeceğini tahmin ediyorum. İlgileniyorsanız lütfen benimle temas kurunuz. Saygılarımla."

Galanın bir hafta sonrasında, Sera'nın annesi perdede izlediği kadının trajik yaşam öyküsünde ağlıyordu.
Yaşam dolu bir kadının uğradığı tecavüzden sonra utançla dünyaya kapıdığı kapıları, kabullenmeyişi, alkole sığınışı, saklanışı, sevdiği erkeği sessiz çığlıkları, alkole bulanmış çirkinliğiyle kaybedişi, her ayağa kalkmak istediğinde isyankarlığının bulaştırdığı çirkinlikler, başını belaya sokmalar ve nihayetinde bitirdiği üniversite bölümünün en güvenilir hocasıyla tesadüfen karşılaşması, ona sığınması, yeniden yaşama tutunma mücadelesi... Kaybettiği her değeri, her duyguyu yeniden yaşama özlemi... Tutunmak!

Saatine baktı Sera'nın annesi. Kızının kemoterapi seansı bitmiş olmalıydı. Ona bir mesaj attı.
"Bu akşam dışarda yemek yiyelim mi?"
Telefonu çalınca gülümsedi, açtı. "Yiyelim annem."

Yemeklerini yerken Sera'ya filmi anlatıyordu annesi. Çok acıklıydı çok! Ama herkes görmeliydi. Alınacak çok ders vardı.
"Anne..." dedi Sera.
Kadın kızına baktı.
"Biliyor musun, kel kalmak umrumda değil!"
Gözleri yaşardı kadının. Ne diyeceğini bilemedi. Gülümsedi.
"Ben iyiyim anne. Alışkınım. Benim hatalarım, benim yanlışlarım! Herkes kendi bedelini öder. Ben bir başkasının hatasının bedelini öderken, kendi yanlışlarımın da bedelini ödüyorum. Ama yeniden çıkacak saçlarım biliyorum."

O gece bir mail düştü Ömer Bezirci'nin kutusuna.
"Teşekkür ederim. Sevgiler. Sera."
"Ben teşekkür ederim. Seni tanımak istiyorum." yazdı kısacık Ömer, yolladı.
Ekranda "failed!" yazdı. Bu mail adresi artık kullanılmıyor!

8 yorum:

  1. -Mogan gölü bitiyo yakında,az toparlan da gidelim sana bi mangal yediriyim.
    -Yok be abi,Melih Gökçek orayı bitirene kadar ben ölürüm.Beni bi pavyona götür,şöle bi dağıtalım.Yoksa gözüm açık gidicem.
    Yıl 2002,Yer ibni sina hastanesi. Konuşan lösemi hastası,17 yaşında Çorumlu bir genç.Sonrası mı? İnan öğrenmeye hiç çalışmadım. Onu cin gibi gülerken hatılamak daha güzel.Zaten iki gün sonra Arkadaşımın ablası öldü.Bende bir daha gitmedim oraya.Niye mi yazdım? Bilmiyorum.İçimde kalmasından iyidir herhalde.

    YanıtlaSil
  2. ;( Herkesin bir öyküsü var. İyi, kötü, dramatik, neşeli, mutlu... Yaşamı yaşanır kılan öykülerin hep bir sonu olması galiba. Biri biterken bir yenisinin farklı başlangıcı.
    Sağol Yavuz.;(
    Bu öykü bir kurguydu tabi ki. Sadece esinlendiğim bir iki detay üzerine kurgu. Gerçek olan tek bir cümle var kendi yaşamımdan. Anneme hep "annem" derdim. Hiç "anne" demedim...

    YanıtlaSil
  3. Guzel oyku... son gunlerde Yekta Kopan'in butun oyku kitaplarini yeniden eskiye okumaya basladim... Ve sonrasinda O'nu calistigim tv kanalinda gordum... biran heyecanlanip konusamadim... ve ben de masama gectigimde kendisine mail attim... bunu niye mi paylastim... bilmiyorum... neyse... Twitterden ona gonderme yapinca dikkatimi cekti ve hemen okumak istedim... twitter hesabim http://twitter.com/comshu

    YanıtlaSil
  4. Oyku nu okurken bir kismi yasanmis olabilirmi diye dusundum? Benim yasantim icinden ozetler alinmis gibi Hayrete dustum.. Henuz yirmi ysalarinin sonlarinda yakalandi illet hastaliga.Yeryuzune indirilmis ozel gorevli bir melek olarak kabullenmistim onu.. Yanliz ben mi...?? Tanri onu boylesine cok agır bir SINAV dan gecirdi.. komosuyla, saclariyla, agrilari ve en acisi cok daha ozel beklemedigi farkli acilara ragmen herseyi kabul ederek bu sınavı basarıyla gecti cok sukur. Onun hiç hak etemedigine inandigim boylesi acilar icindeyken sayet birde karsinda ve yanindaysa inan oykun deki acidan cok daha agir.. Ayni sekilde bitireyim ben niye bunlari yazdim bilemiyorum.. Oykun gercekten etkilemis olmali..

    YanıtlaSil
  5. Sare teşekkürler, twitter adresine request yolladım. İlgilenirsen mutlu olurum.;)

    YanıtlaSil
  6. Osman çok üzüldüm ve çok sevindim. Geçmiş olsun. Çok acılı bir süreç.;(
    Her öykü bir yaşanmışlık üzerine kurulu değil mi aslında? Sen, ben, o, bir diğerinin bizi etkileyen yaşam kesitleri.
    Blog yorumlarını çok seviyorum, ben de arkadaşlarımın yazıları altına, neden yazdığımın farkında bile olmadan yazıyorum, hayret ediyorum kendime. Belki blogun güzelliği burada...
    Sevgiler.

    YanıtlaSil
  7. O kadar çok yaşanmışlık varki bu yazıda;böylesi bi hastalıkla ılk gerçek aşkımı yitirdim bir kaç ay önce ve yine öyle bir yaşanmışlık varki söylemek ama susarak söylemek,tutunmaya çalışmak ama içinde tutunamamak...

    YanıtlaSil
  8. Çok üzüldüm Biket;( Başın sağolsun, tıkandığım noktadayım, ne diyebilirim ki?;(
    Hep komik bir şeyler yazmaya çabalıyorum, hatta kafamda oluşturuyorum, ama neden bilmiyorum klavyeye vurmaya başladığım anda bambaşka şeyler dökülüyor. Öyküyü kurguladım, ama elbette acıtan bir iki durum üzerine. Ve aslında sonu "ölüm"le bitmiyor. Ama yorumlardan anladığım sona ölümün yakıştırıldığı. Çünkü öyle ya da böyle hepimiz ölümü yaşadık. Ve sonumuzu bildiğimiz bir yolculuktayız.

    YanıtlaSil