31 Ocak 2011 Pazartesi

Şubat sıkıntısı


Uzun oldu blog yazmayalı.
Şubat ayı benim için yılın en uzun ayı olmuştur hep.
Geçmek, bitmek bilmez!
Kredi kartı ekstremin Şubat ayında, diğer aylara oranla yüksek gelmesi, bu ayın bir türlü geçmemesinin verdiği sıkıntıyla kendimi alışverişe vurmamın sonucu bile olabilir.

Klasik şubat ayı girişi bu sene de aynı sıkıntıyı ruhuma dantel gibi işleyerek yaklaşık 3 saat önce, geleneği bozmadan yaşandı. Önce, evde kendim bir fırtına estirdim, ardından sessiz sokağımızda köpekler ulumaya başladı, onların susmasıyla gecenin neresinden çıkıverdiklerini bile anlayamadığım martıların kıyasıya kavgalaşma gürültüleri doldurdu odamı.
Müzik dinlemeye çalıştım, sarmadı, kitap okumak istedim, yok kafam almadı! Üstelik şu sıralar elimdeki kitaplardan birisi aşk üzerine yazılmış bir "püf noktaları" kitabı. Epey eğlenceli. "Şunu şunu yapın, bakın bakalım sizi bırakabilecek mi?" türü epey aydınlatıcı bilgiler var içinde. Aşkla meşkle bağları koparalı epey oldu, okurken anladım, ben bu püf noktalarını bilmediğimden belki, bu işi başaramadım. En kısa zamanda "sizi çok seven insanı kendinizden nasıl soğutursunuz" konu başlıkları içeren bir yazı yazmayı tasarladım kafamda. En azından tersini yapanlar mutlu, gerçekten ilişkiyi bitirmek isteyenler yine mutlu olur. Koşulsuz okuyucu mutluluğu!
Hal böyle olunca, Şubat ayında vitrinleri süsleyecek olan, tanesi asıl ederinin 3 misli fiyata satılacak kırmızı kadife, üstünde "I LOVE YOU" yazan yastıkların bu ay ekstradan sinirimi bozması da eklenecek, bitmez bu Şubat!
Yastıkların üzerinde İngilizce yazmasının nedenini çözmeye çalışırdım bir aralar. Acaba, ailesi İngilizce bilmez, sevgilim hesap vermekten kurtulur gibisinden bir düşünce mi, yoksa bu gavur adetini kutlayacak olan anca entel tabakadır, bas İngilizce'yi düşüncesi mi, yoksa yoksa daha az harf baskısının ucuza maledilmesi filan mı? Neyse alacak satacak düşünsün, ben bu konudan muafım en azından.
Bu arada... benim hiç kırmızı kalp yastığım olmadı!

Bir sene de evde kızkıza kutlamıştık bu sevgililer gününü. Komedi durumu daha da abartarak, birbirimize ezikleyici bakışlar fırlatarak, kederden mi, televizyondan yayılan aşk şarkılarının vuruculuğundan mı, aman ne güzel bu sene de bekarız mutluluğundan mıdır, şarapları bardağa bile koymadan şişeden içerek. İçimizden birimizin sevgilisi asker, bir diğeri hediye parasını denkleştiremediği için suni bir kavga çıkartıp günü kurtaran uyanık, bir diğeri gönül penceresinden ansızın bakıp ama geçip giveren sevgilinin ardından ciddi ciddi üzgün, ama sonuçta yalnız kızlar topluluğu. En yüksek tondan bağırarak, neşeyle (!) "ben yalnızım, yalnızımmm" diye avaz avaz şarkı söylerken, aşağıdan radyatöre saygısızca vuran ev sahibimiz olmasa, aslında gece neşeli bile bitebilirdi ama olmadı...
Bir dahaki senelerde asla bu günü birbirimizle geçirmemeye, yalnız bile olsak, sinema, tiyatro gibi loş, karanlık mekanların daha uygun olacağına aramızda hiç konuşmadan karar verdik.
Daha kutsal güne 13 gün var. Şimdiden sinema biletini almaya gerek yok, zaten o gün sinemalarda epey boş koltuk bulunur. Umarım, sıkı bir cinayet filmi vizyona girer o güne kadar.

Sevgililer gününün kafamı bu kadar meşgul ettiği gerçeğini şu anda farketmiş olmamın dehşetine kapıldım birden!

Oysa ben bu bu gece, milletce uyku halinde olmamızın tek suçlusu diziler mi, neler oluyor Mısır'da, politikacılarımızın bolca kullandığı "hatırlı" argo edebiyatı, Merkez Bankası faizlerinin ekonomiye etkileri, Türkiye'de internetin yasaklanma olasılığı var mı, Ayşe Kulin'in olağanüstü kalemi, liberal köşe yazarlarımızın düştüğü acıklı durum... ve daha onlarca konu tasarlıyordum yazmak için!

Acaba bu yazının altına, "yazının BB'si" gibi bir not düşüp, tüm bu saçmalığı bir cümleyle özetleyiversem mi ben de?

Ya da hiç saklamayıp, saklanmayıp efendice, "ah bu yalnızlığın gözü kör olsun" diye bitirip, tüm sevgililerin gününü bir kırmızı kalple kutlasam mı? ;)

Sevgililer gününüz şimdiden kutlu olsun.
Ben o gece memleketimin ekonomik gelişmeleri üzerine bir yazı yazmayı planladığım için, şimdiden kutladım gitti. Sonra, "aa aşkolsun bir günümüzü kutlamadın!" şikayetleriyle gelmeyin bana lütfen, hatta o gün ben alıp başımı internetsiz bir dağ başına filan gitsem de, yazımı daktiloda mı yazsam?

Öpüldünüz...


Kısa ama sevgiyle bir not: Kitap kurdu olmama ve en sevdiğim yazar olmasına karşın, okumadığım Ayşe Kulin kitaplarını bana hediye eden canım arkadaşım @Bilkimm'e çok teşekkür ediyorum. Cansın kanka.

Bir not daha: Yazının BB'si... BB Brigitte Bardot. MM yani Norma ile aynı dönemin efsanelerinden...

18 Ocak 2011 Salı

Gecenin bir yarısı


Uyku kaçar mı?
Kaçar!
Gün boyu koşuşturmuşsan, çok yorulmuşsan, daha hava kararmadan "akşam olsa da yatsam" uyuşukluğunda, ama bir o kadar da "hadi şu işim de çıkıversin aradan" telaşında, vücudun, beynin yorgun düşmüşse...
Bu uyku kaçar inadına!
Uyku kaçınca, yaşanmış, yaşanması olası ne varsa, tilki kılığına bürünür, başlarlar birbirleriyle kovalamaca oynamaya beynin kıvrımları içinde. Haa bir de öylesine ustalaşmışlardır ki, birbirlerine kuyrukları değmez!
Biri, geçmişin en uzak köşelerinden kalan bir anıyı bulur çıkarır, diğeri beyninin içinde gidilecek bir ülkenin haritasını koyar önüne, diğeri vitrinin önünden her geçişte içini çektiğin ama pahalılığından yanına yaklaşamadığın kırmızı pabuçları takar ayağına...
Tam bir duygu karmaşası!
Ne tam olarak bir düşünceye konsantre olabilir insan, ne plan yapabilir, ne program.
Bir de inadına sımsıkı yumuludur gözler, ayaklar iyice karına çekilmiş, ana rahmindeki en saf haline bürünmüş, hani böyle daldı dalacak durumdayken... ıh ıh!

Uykuyla inatlaşmayı oldum olası sevmem.
Uyuyamıyorsan kalk, bir eylem yap.
Tabi başkalarını uykudan uyandırmadan.;)

2 gece önce arkadaşımın uykusu tutmamış. Gösterdiği tüm özene karşın, dolaptan süt şişesini almak isterken, elinin su şişesine çarpmasıyla oluşan zincirleme buzdolabı kazası...
Mutlu mesut bir rüyanın tam ortasında, mutfaktan gelen müthiş gürültüyle, rüyadan alacakaranlık kuşağının baş oyunculuğuna dikey geçiş yapmış gibi hissetmeyeyim ne edeyim?
Fırladım yataktan.
Yere dökülmüş süte çaresiz bakan arkadaşım, beni görünce, artık nasıl bakmışsam, durumu açıklamayı boşverdi, yerleri temizleme çabasına girişti.
O andaki süt dökmüş kedi hali beni eğlendirmedi değil.;)

Saat sabahın 3 buçuğu suları...

Sakince tezgahın üstünde duran galetalardan birisini alarak, "Efes Pilsen takımının adı ne olur sence?" diye sordum.
"Gecenin bir yarısı bana ne Efes'ten Pilsen'den?" dedi, işini sürdürdü.

Galetayı çiğnedikçe, dişlerimden çıkan korkunç sese aldırmadan, "Heykel gerçekten "ucube"mi sence?" diye sordum bu kez.
"Saçmalama" dedi bu kez öfkeyle. "Sanatçının eseri sorgulanmaz..." diye kestirip attı, aklıma Selahattin Duman'ın bir heykel sergisi gezisini anlatan yazısı geldi. Beyefendi gezdiği sergide bir eseri anlamayınca sormuş, "bu bir at, sanatçının dışavurumu" diye yanıtlamışlar, o da yorumlamış, "iyi ki dışavurmuş, kızıp kafamıza vursa nolurdu bu ata benzeyen heykeli?" diye yorum yapmış!
"Ucube'yi sanattan anlamayanların kafasına vurmak..." filan diye geveliyordum ki, "ay işin mi yok senin geceyarısı, kalk yardım et biraz." diye söylendi.

Duymazlıktan geldim. Bana ne, döken saçan, beni hayallerimden uyandıran o!

"Adnan Polat istifa etmeli, bu rezaleti temizlemeli." diye sürdürdüm.
Sustu.
"Ya asıl o değil de, sigara yasağı derken, içki yasağına ne buyrulur?"
Sustu.
"Hele şu yandaş medya... Hadi onların bir adı var, ya sindirilmiş medya? Yani pes..."
Sustu.
"Muhteşem Yüzyıl kaldırılır mı sence? Biliyor musun o yıllarda öpüşme yokmuş! Öpüşme bize daha sonraları Avrupa'dan gelmiş..."
Sustu.
"Düşen işsizlik rakamlarını okudun mu? Geçen yıl bir kaç yüz kişi işe alınmış, düşmüş 3 milyon civarına."
Sustu.
"Şu salıverilen Hizbullahçı'ların kaybolma işine ne dersin?"
Sustu.
Sormayı sürdürecektim ama işi bitti. Bezleri kovanın içine doldurdu, dolaptan yeni bir süt şişesi çıkardı, lıkır lıkır içmeye başladı. Boş şişeyi çöpe atarken, sakince "iyi uykular", dedi.
İkimizde kendi odalarımıza yönelmişken, arkamdan seslendi, "peki ya sen şu Wikileaks dosyaları için ne düşünüyorsun?"
Haydaaa, nerden çıktı şimdi bu unutulmaya yüz tutmuş belgeler?
Sustum.
"Neyseki benzin dört lira olmadı, 3.90'larda hala..." dedi ve odasının ışığını kapattı.

Yatağıma uzandım.

Açılan dosya sayısı, kapanan olay sayısı, faileri hala bulunamayan cinayetler, Mavi Marmara, yeşil bayraklar, coplar, yumurtalar, bibergazı, tutukluluk süresizliği, atananlar, görevden alınanlar, güzel ölenler, türban, yasaklar, apo, cemaat, tehditler, yasaklar, beceriksizlikler, açılan sandık sayısı, geçerli oy sayısı...

Tilkilerin sayısı gerçekten sadece kırk mıydı?
Ya bir türlü tutmayan uykular? Gerçekten yorgunluktan mıydı?

Ya da vadesi dolmaya çeyrek kalmış bir borcumuzu ödemeyi mi unutmuştuk biz?

14 Ocak 2011 Cuma

Yavsak,yalaka... neyse iste!

Aslında, tam olarak bilmiyorum aralarında bir bağ var mı yalaka ile yavşak'ın? Çağrışım bana "doğru yoldasın" diyor gibi...
Yalakaysan yavşaksın!

Yavşak sözünü kullanmayı çok sevmediğimi daha önce yazmıştım, hatta yaygınlaşmasından korktuğumu da. Hala da korkuyorum, ama ne var ki izlediğim yalakalıklar bana bu sözcüğü kullanmanın tam yeri dedirtiveriyor bazen.

Öyle çok uzaklara gitmiyorum, konuyu Twitter ile sınırlandırıveriyorum.;)

Doğal olarak en yakın örnek benim!
En iyi tanıdığım kişi de benim!

Deli bir dürüstlüğüm vardır. Sevdiğimi harbi severim. Ama seviyorum diye iltifata boğmam, ya da bir dengesizlik görünce görmezlikten geliyormuş gibi yapmam.
Çok eskilerde bir yakınım bana şöyle bir şey dedi, "bez gibisin". Anlamadım. "Bu ne demek?" diye sordum, "öyle işte..." dedi, "bez gibi dümdüz!"
Bezden beze fark var tabi ki.;)
Sonraları öğrendim ki, bana yakıştırdığı bez saflıkmış!
Dürüstlük anlamında saflık. ;)

Sevdiğim ne varsa, çekinmeden söylerim, sevmediklerimi de tabiki.
Cüneyt Özdemir'i sevmem, ama göz renginin güzelliğini çok sevdiğimi kendisine söylerim. Ahmet Hakan çizgisini sevmem, ama zekasını, bazen gerçekten çok sevimli oluşunu nasıl görmezden gelebilirim ki?
Bu iki örneği verme nedenim, Twitter'a üye olunduğu anda "izlemeyeni döverler" yazmasa bile, yazılı olmayan Twitter kuralı olmasındandır. Birinden biri mutlaka takiptedir! ;)

Ve...
Parti başkanlarından, milletvekillerine, köşe yazarlarından sanatçılara, oyunculara,radyoculara, bilumum medya mensubuna "bir tık ötede" mesafesinde olabildiğimiz bir sosyal ağ Twitter.
Onlarında sıradan insanların nabzını tutabileceği, belki de biz sıradanlardan çok daha fazla yararını gördükleri, görebilecekleri bir sosyal paylaşım sitesi.
Aslında tam bir "al gülüm ver gülüm" denebilir belki ama veren hep tek taraf olunca işler biraz karışıyor.;)
İlgi duyduğu ünlüye yazıp yanıt alamayanlar, "seni biz yarattık"tan, "aman bunun da ne olduğunu anladık" a kadar, benim pek tarzım olmayan tweetleri sıralıyorlar.;)
Evet, gerçekten "ne olduğunu" gayet net anladığımız hazımsız, şımarık ünlüler yok değil.
Neyse...
Bunlar farklı bir konu, inceleriz daha sonra.

Benim bu akşam yazmak istediğim "yalakalar"!

Kimse alınmasın, kusura bakmasın, (ama bu davranışta olanlar alınsın) yalakalıkla, niyeti gerçekten beğenisini ifade etmek olanı en saf insan bile ayırdedebilir. Ben ciddi şaşırıyorum, sadece "ben sizin hayranınızım" tarzı tweetlerin abartılmasına. Ve bu kişiler yanıt aldıkları anda RT yapmıyorlar mı?;) Eminim, bu kişiler eşine dostuna "aa bilmemkim mi, bizim arkadaş yahu, twitter'da kankayız biz onunla..." filan diyorlar, hatta daha da komiği buna gerçekten inanıyorlardır da!
Acınası!

Bu yalakalık, siyasilere yazılan tweetlerde o kadar komik bir hal alıyor ki.
Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek Twitter'da hesap açtı. Kendisine atılan tweetleri izledim. Ankara'lı olmayan, Ankara sorunlarından bihaber, "Başkanım" diye seslenip, "siz süpersiniz" e getiren bazı arkadaşlar vardı ki... neyse, bu konuyu da Twitter'da yazdım ve malum çoğu unfollow etti, alıştık artık mı desem?;)
Ha bu arada, bu yoğun ilgi galiba Sayın Gökçek'i de şaşırttı, Ankara'lıların sorunlarına yanıt vermek yerine, kendisine yazılan övgüleri RT yaparken, hakaret edenleri "avukatım yanımda ona göre!" diye savmaya çalıştı. Ve Twitter'da Ankara'nın şu ana kadar hiç bir sorunu çözülemedi. Ama bazıları, "Başkanım'mı? Yahu daha dün gece yazıştık..." diye çoktan Gökçek'i arkadaş ilan ettiler bile!;)

Bilinçli hayran olmanın bilincine Twitter'da vardım.

Övünmekle ilgisi yok, ama takip edenler bilirler, üye olduğum andan bu yana, samimi bir dille sorduğum ne bir soru, ne bir görüş yanıtsız kaldı. Hatıra olsun diye çoğunu kaydettim, gülmeyin.;) Ama şunu çok iyi biliyorum ki, sorum ya da görüşüm, muhatabım olan ünlü tarafından yanıtlandıktan sonra her ikimizde kendi işimize döneceğiz. Ben bana yanıt vermesini, doğal bir yaklaşımım olduğu için normal karşılayacağım, ünlü kişi de beni yaşamına katmayacak yani!
Sadece bir paylaşım gerçekleşecek aramızda. Herkesle olduğu gibi...
Abartısız, doğal bir paylaşım.

"Ablacım,abicim... sen harikasın,iyi ki varsın, süpersin, seni izledim en şahane sendin, kitabın okuduğum en iyi kitaptı, sen yazınca en doğrusunu yazarsın, albümünü aldım dinlediğim en iyi albümdü... vsvsvs" tarzında yaklaşımlar, yanıt alamayınca "amannn bunu da tanıdık, burnu büyüğün tekiymiş..." e dönüyorsa, bunun adı bence yalakalık!
Yanıt alınca, "Biz kankayız abi" moduna girmekte yavşaklık!

Twitter'ın "fenomen" yaratmasına şaşırmıyorum.
Hatta kendilerine gösterilen samimiyetsiz, çıkarcı yaklaşımla gaza gelip, bazı kişilerin, kendisini eleştirenlere "block" atmasına da şaşırmıyorum.

Şu yazıyı okuyan bazılarının bana "ukala" demesine şaşırmayacağım gibi...;)

Sevgi ve içtenlikle kalın.
Gerçekten geri dönüşü gerçek sevgi ve içtenlik oluyor.

Bu notu eklemeliyim: Aslına bakarsanız, sadece ünülere yapılan ağdalı iltifatlardan değil, kişilerin birbirlerine samimiyetsiz, klişe iltifatlarından da çok sıkılıyorum ben.
Doğallık ne güzel bir şeydir...

5 Ocak 2011 Çarşamba

Kısa kısa vol:2

Dün kaldığım yerden devam etmeden önce yazmam gerekir, bu yazılar Cüneyt Özdemir'i karalamak amaçlı değil. Okuyanların çoğunluğu Twitter'dan, ve hepimiz Özdemir'in 2 gece üstüste yazdığı tweetleri okuduk. Çocuk şımarıklığı konusunda tam kendisine hak verecekken, konuyu Beyaz Türk'lere, oradan içkili mekanlara polis baskınlarını savunmaya getirince... sadece ben değil, pek çok yazarımız aynı konuyu gündeme getirdiler. Bloglar biraz kişisel arşiv kabul edilirse, bu kısa notlar biraz da ileride konuları kendime hatırlatmak.

30'lu yıllardan kalmış, amacı çocuğun ruh sağlığını korumak olan kanun tutarlıdır. Çocukların bar pavyon, meyhane gibi yerlere aileleri tarafından götürülmesini yasaklar.
Ne var ki, geçen asırdan kalan bu kanun, yaşam koşulları epey değiştiği halde güncellenmemiş. Günümüzde, kanunun çıkarıldığı zamanlarda genellikle erkeklerin mekanı olarak anılan meyhanelerin yerini, "içkili aile lokantaları" aldığı halde kanun o günün şartlarına uygun kullanılmak istenince haklı olarak isyan edildi.
Amacım kanunu tartışmak, değişen koşullara uygunluğu hakkında uzun yazmak değil. Bu konu çokca yazıldı, okuduk.

Konunun beni ilgilendiren kısmı daha farklı.
Aile ortamı, çocuğun alışkanlıklarını kazandığı ilk sosyal ortamdır.
İleride ki davranışlarının temelinde, aileden kaynaklı yaşanmışlıklar yatar. Ailesinden prensipli ama özgürlükçü bir eğitim almış, otokontrol öğretilmiş, aşırılıkların insanın başına ne gibi olumsuzluklar açabileceği örneklerle anlatılmış çocuklar, daha sağlıklı bireyler olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Çocuğu kısıtlamak, ona yasaklar koymak yerine, neden kısıtlandığının onun anlayabileceği bir dille anlatmak en doğrusudur. Doğruyu ve yanlışı göstermek anne babanın temel görevidir. Tabi ki bunları çocuğa öğretirken, öğretilenin tam aksi davranışlar, çocukta çelişkilere neden olur, kaçınmak gereklidir.

İçki, marketlerde 18 yaş üstü herkese satıldığına göre yasak değil yasaldır.
Gündelik yaşamın içindedir, kutlamalar, keyifli paylaşımlar, düğünler vsvs nin değişmez arkadaşıdır.
Ortalama bir aile yaşamında, çoğunlukla hafta sonları keyif almak amacıyla tüketilen bir üründür.
Çocuğun, yaşamda varolan her gerçeği öğrenme hakkı olduğunu varsayarak, içkinin ne olduğunu bilme hakkı vardır. Zararlarını, doz aşımı halinde bünyeye ve sosyal yaşamına vuracağı sekteleri anlatmak yine anne babanın görevidir.

18 yaş altı çocuklar, dışarda geçirilecek gecelerde genellikle aileyle beraberdir.
Uzayan geceler, içki kullanmayan çocuklarda sıkıntıya yol açtığından, çareyi çevrelerindeki yaşıtlarıyla ortalarda gezinmekte bulmaktalar. Bu nedenle, çocukların evde bırakılmasının daha uygun olduğu düşüncesindeyim. Ama bu düşüncemin nedeni tabi ki, içki içilen ortama çocuğun götürülmemesi gerekir anlamında değildir. Onlar daha sağlıklı bir ortamda, hem daha mutlu, hem sıkılmadan vakit geçirecekler, böylece çevreye rahatsızlık vermeyecekler, sıkıldıkları ya da uykuları geldiği için anne babayı da huzursuz etmeyeceklerdir.
Yani bir çocuk, kanun zoruyla, yasaklarla değil, kendi sağlığı açısından uzun sürecek gecelerde, içkili mekanlara götürülmese daha doğru karardır, kutlamalar dışında. Özdemir'in söz ettiği gece yılbaşı gecesidir. Ve bunun şikayet konusu yapılması, anneleri "şımarık beyaz Türk" olarak etiketlemesi, o gecenin doğasına uygun olan gürültüyü bahane ederek, çok eskilerden kalan kanunun uygulanmasını haklı bulması bana göre yanlıştır. O gece orada yer alan çocukların çevreyi rahatsız eden davranışları olmuşsa, bu aile eğitimlerinin eksikliğinden daha çok, gecenin fazla uzun olması, çocukların sıkılmasından kaynaklanan bir durumdur. Fazla rahatsız olan kibarca aileyi uyarabilir. Uyarıdan sonra aynı şımarıklık sürüyorsa, o zaman gerçekten bir eğitimsizlik sözkonusudur, şikayet hakkımız saklıdır.

Küçük bir not: Bu konular biraz mesleki, ve çocuğu olmayanlar için sıkıcı farkındayım.;) Söz, yarından sonra kısa kısa dedikodularla sürecek... ;)

4 Ocak 2011 Salı

Kısa kısa vol:1

Bir gün içinde o kadar çok vukuat yaşanan bir ülkemiz var ki... Bazen şöyle düşünüyorum, Avusturalya, Kanada gibi ülkelere göçetsek, oralarda sıkılır mıyız acaba hareketsizlikten?
Hani bir örnek vardır, postacılar emekli olduklarında ölürlermiş. Nedeni hareketsizlik!
Düşünsenize, gazetelerde 20 gün üstüste aynı aynı haberi veren ülkeler var. Soygun oldu, soyguncu aranıyor, yakalandı, tutuklandı, mahkemede... Devamı yarın roman tefrikası gibi.
Ya benim ülkem?
Saat değil, nerdeyse yarım saat başı haberlerin güncellendiği gazetelerimizi bir düşünürseniz...
Biz bu harekete alıştık ya, bizi sakin ülkeler tatmin etmez artık. Sıkılırız.

Yılbaşı heyecanı bittikten sonra, yılbaşı dedikoduları başladı normal olarak. Kim kiminle nerede... derken, Cüneyt Özdemir isyan etti!
Bodrum'da bir içkili mekana yılbaşı kutlamak için gitmiş ve sağını solunu saran çocuklar onu çok rahatsız etmiş!
Şimdi bu normal bir yakarış.
Çoğumuz, şehirlerarası toplu taşıma araçlarında, plajlarda, havuz kenarlarında, bir lokantada, ya da kapalı bir mekanda, hatta marketlerde gürültü yapan, koşuşturan, dur durak bilmeden konuşan ya da hareket halindeki çocuklardan şikayetçiyiz!
Çocuktur, meraklıdır diye ilk dakikalarda hoşgörülü davransakta, bu hoşgörümüz çocukların bitmek bilmeyen sınırsız özgürlüğüyle, kısacık zamanda öfkeye, sıkıntıya dönüşüveriyor.

Cüneyt Özdemir diyor ki... "Beyaz Türk annelerin şımarık çocukları"!
Beyaz Türk nedir tarifi, yazarlar, akademisyenler tarafından defalarca yapıldı. Özdemir'in sözlerinden anladığım kadarıyla, bu "beyaz anneler" gelir düzeyi yüksek, sorumsuz, hatta şımarık ve çocuğunu şımartan, ona her türlü olanağı sağladığı için annelik görevini yerine getirmiş, çocuğunu dadının eline teslim etmiş, benden bu kadar diyerek kendi keyfine dalmış anneler. Özdemir babalara toz kondurmadı, o nedenle annelerden sözediyorum.
Ben, beyaz siyah kırmızı vsvs renk kondurmadan, çünkü bu renk ayrımı anne baba olmak durumunda benim için geçersizdir, itirazımı yapıyorum!

Çocuk yetiştirmek özveri ister. Çocuğu maddi olanaklar elverdiğince oyuncağa, vs ye boğmak onu mutlu etmez. Ve, çocuk eğer anne babası yaşıyorsa, yaşı kaç olursa olsun anne babasının çocuğudur. Ve, ne ebeveynlerinden alacağı ders biter, ne de ebeveynler yaşadıkça çocukları üzerinde sorumlulukları biter.

Çocuğun ihtiyacı, kendisiyle ilgilenen bir ailedir.
Ama çocuğa anlatılması gereken anne babanında birbiriyle geçirebileceği yalnız saatlere gereksinimi olduğudur.
Çünkü annenin de, babanın da ihtiyacı kendisiyle ilgilenen bir ailedir.
Yani, çocuk ailenin merkezi değildir.
Aile bir bütündür, ama bu bütünü oluşturan bireylerin farklı ilgi alanları vardır, birbirlerine ayırmaları gereken zamanlar vardır, birbirlerini illa ki aileyiz, birarada olmalıyız şeklinde bağlamayacak zamanlar vardır.

Günümüzde gelir düzeyi yüksek kişiler arasında sıkça rastlanan bir durum, çocuğu dadıyla büyütmek, onu oyuncaklara, çok erken yaşlarından itibaren teknolojik aletlere boğmak, öte yandan kendi yaşamına, dadı ve çocuğu katarak özgürce devam ederken, mutlu aile tablosu çizmektir.
Ama bunun adı "beyaz Türk anne" olmak değildir.
Bunun adı görgüsüzlük, hazımsızlıktır!


Bu şekilde davranan anne, babaların geçmişlerine dönerseniz, ya sonradan görme zenginler, ya da bir şekilde zengin olmuş, bir aile kurmuş, aile olmanın tadından çok, zenginliğin tadını çıkaran kişiler olduğunu görebilirsiniz.
Ve biz bu ailelere lüks mekanlarda rastlıyoruz! Galiba Özdemir'in rastladığı mekanlar.
Bir de, çocuğunu ailenin merkezi yapmış, gelir düzeyi vasat bile olsa çocuğunu hiç bir şeyden yoksun bırakmama telaşında olan orta gelir düzeyli ailelerin karşımıza çıktığı bazı mekanlarda.

Çocuk geleceğe yatırımdır. Özen ister, ilgi ister, ilgilenilmek ister, merak eder merakının tatminini ister.
Çocuğun ilk eğitimi ailede başlar.

Yani Sayın Özdemir'in, lüks bir mekanda rastladığınız, şikayet ettiği çocuklar "beyaz Türk anne" lerin değil, görgüsüz, hazımsız annelerin çocuklarıdır!


Kaldı ki, Özdemir konuyu çocuklardan yola çıkarak, son günlerde gazete manşetlerinde sıkça rastladığımız, çocuk götürülen içkili restoranların polis tarafından basılma durumunun haklılığına getirdi ki, bu başlıbaşına bir yazı konusu.
Bir sonra ki yazıda devam edecek.