25 Şubat 2011 Cuma

HEM YORULDUM HEM SIKILDIM

Gün boyu sürekli güncellenen haberlerden, ve her yeni haberin bir öncekinden daha bir umutsuz hissettirmesinden,
köşe yazarlarının her gün dile getirdiği, farklı olumsuzlukları okumaktan,
milletçe, çoşkuyla kutlamamız gereken Milli Bayram'larımızın siyasete alet edilmesi endişesinden,
soğuk savaşlardan,
çıkar çatışmalarının insanları bencilleştirmesinden,
teknolojinin çığrından çıkmışcasına ilerlemesinden, bir ürünün tam kullanımını henüz keşfetmişken, üst modellerinin çoktan raflarda yer almasından,
insanların herşeyden şikayet etmesinden,
eskiye özlemden,
yeni çıkan şarkıların ruhsuzluğundan,
siyaseti giderek anlaşılmaz kılan politikacılardan,
korkutulmaktan,
yasaklardan,
serbest bırakılanlardan,
Ergenekon'dan Balyoz'dan,
bir türlü sonlandırılamayan davalardan,
şüpheli ölümlerden,
içerdekilerden,
dışardakilerden,
Türk edebiyatını rating uğruna katleden senaristlerden,
işsiz insanların çaresiz bunalımlarından, gencecik insanların intihar, kimbilir ne nedenle (!) hırsızlık yapan yoksul annelerin haberlerinden,
işine gelmeyen sanatın katliamından,
insanların giderek daha agresif olmasından,
yalnızlaşmasından,
"öteki"leştirilmesinden
,
,,
,,,
,,,, uzar gider.

hem çok yoruldum, hem çok sıkıldım!

Oysa ne düşlerim vardı benim...
Sizinkilerden farksız.
Düşlerden kabuslara hızlı geçişlerden ürker oldum artık.
Mutlu olduğum bencil saatlerimin vicdan azabından, suçluluk hissetmekten, kendimi özgür hissedememekten sıkıldım en çokta!

21 Şubat 2011 Pazartesi

YAZAR/YAZAN

Gazetelerde köşe yazarları, net gazeteleri yazarları, blog yazarları derken... sayıları binbin'leri aşan bir yazan kadrosu! Kimi siyaset, kimi aşk sevda, kimi sanat, öyle böyle derken, ciddi anlamda bir yazan/r patlaması yaşıyoruz memleketimde.

Ha her yazar aynı zamanda "düşünür" mü, tartışılır. Yani Pucca'da yazar! Ve ben de okudum, şimdilerde köşesini okumaya devam ediyorum. Sağolsun bir ara Cem Mumcu'ya beni önerip, "bi el at şu garibana, yazsın bişiler bir yerlerde" demişti, hakkı üstümde kalmasın. Cem Mumcu bana hiç el atmadı, yani en azından bu öneri üstüne ses çıkarmadı, kibarlığı için teşekkür ederim. Pucca'da bu ezikliğini her "fenomen" gibi, basit bir Twitter kullanıcısı olan "ben"e yazdığı tweeti silerek gösterdi. Konu kapandı.

Hep bir inancım vardır, okunan herşey yazılmalı, diye. Bu bağlamda Pucca ve "bu edebiyat mı?" diye kınanan yazaNların yazmasına asla itiraz edemem. Her yazılanın edebi değer taşımasına katılmadığım için. Yazılar arz talep sonucudur, başarılıysa şapka çıkarılır elbet.

Ve yine ama...

Yazar sorumluluğu diye bir yazı yazmıştım daha önce, yazar ve yazan farkına şimdi el atıyorum.

Yazan ayrı, yazar ayrı benim gözümde.

Reşat Nuri Güntekin emek vermiş, Yaprak Dökümü adlı romanı yazmış. Roman bir babanın, gururu esirliğinde acizliğini anlatan bir roman. 90 sayfa kadar.
Ve bizim yazanlarımız bu 90 sayfalık romandan 900 bölüm çıkararak, o zavallı babayı nerdeyse kahraman ilan ederek öldürdü.

Aşk-ı Memnu, Refik Halit Karay'ı ezip geçerek, Bihter'e üzüldüğümüz, "Ednan Bey canın çıksın e mi" dedirten senaryo yazarlarının elinde halkın nabzını tuttu.

Bugünlerde elimde yine Ayşe Kulin kitapları. Bu hayran olduğum yazarı okudukça, yazmaktan vazgeçivermek geliyor içimden. Böyle yazarlar varken ben ne yazabilirim diye. Kulin'in de Gece Sesleri adlı romanı tv dizisi olmuştu, diğerleri gibi romandan alınan sadece ana konu ve isimlerdi.

Diziler senaryolaştırılmıyor yani, yeniden yazılıyor yazanlar tarafından. Amaç rating!


Yani birileri yazar, diğerleri yazan.

Her köşe yazarının, edebi eser yazamayacağı gibi, her edebi eser yazanın köşe yazarı olmasını beklemek doğru olur mu?
Zaten bu nedenle yazarların sıfatları var, "köşe yazarı, roman yazarı, öykü yazarı, magazin yazarı" gibi.

Ve yine bir ama...

Başında belirttiğim görüşümün hep arkasındayım, talep varsa hiçbir yayına karşı değilim.
Ama, talebin kalitesizi sunması, kalitesizliğin giderek yaygınlaşmasına karşıyım.

Hergün kimbilir kaç yazı okuyorum, net gazeteleri, bloglar'da. "Ah neden seni keşfetmiyorlar ki?" dediğim, ellerinden tutulmasını canı gönülden istediğim kişilerin yazıları.
Gazetelerin köşelerini tutan, özelliği sadece popülaritesi olan, ya da eş, dost akraba aracılığıyla "yazan" olanları görünce isyanım boş değil yani bir okur olarak.
Eda Taşpınar'ın, sadece popülerliği nedeniyle, yüksek tirajlı bir gazetenin köşesini istila etmesi karşısında, Neslihan Acu gibi, gerçekleri yazmaktan kaçınmayan, korkmayan bir yazarın, kaliteli bir kalemin sadece net gazetesinde yazmasına, görüşlerini daha fazla kişiye aktaramaması isyanımda haksız mıyım?

Küçük bir not: Hep "eğitim şart" a bağlarız ya, zorlandığımız zaman. Evet, eğitim gerçekten şart. Ne magazine karşıyım, ne yerinde geyiğe, yeter ki taleplerimiz doğru tercihlerden yana daha fazla artsın.

Bir not daha: Blog yazarlığının saydıklarının arasında işi ne derseniz, unutulmasın ki Dizüstü Edebiyat, bu yazarlara fırsat tanıyarak, ciddi bir ilk başlatmıştır.

13 Şubat 2011 Pazar

YOK BÖYLE DANS!


Bir süredir dikkatimi çeken bir şey var. Giderek sabırsız, tahammülsüz bir toplum haline gelmeye başladık.
Tamam kabul ediyorum, aslında çok sabırlıyız, hatta çok tahammülüyüz ve "ama" koparılması gereken yerlerde yaygara koparmıyoruz! Anladınız...
Bu konuda aslnda hiç yazmayacaktım, hatta bir kaç kez bunu belirttim. En azından ölüm raporu açıklanana kadar... Evet konu yine Defne. Daha doğrusu bu kez dolaylı olarak Defne.

Defne Joy Foster şöyle demiş Yok Böyle Dans yarışması provalarında; "Ben ünlüydüm ama bu yarışmayla popüler oldum." Haksız değil, pek çok kişi onu bu yarışma nedeniyle haftalarca izledi, güldü, şımarık buldu, geveze diyenler oldu, seveni, sevmeyeni hepsi bir kenara...
Ölüm nedeni açıklanmadan yazılanlar, çizilenler, aşağılamalar, dedikodulara dayalı varsayımlar, hatta bu varsayımlara inanıp suçlamalar.
Öyle görünüyor ki, raporlar açıklandıktan sonra epey kişi bazı pervasızca yazdığından, konuştuğundan sıkılacak.
Defne'nin ölümüne üzüldüğüm kadar, hakkında ağır ithamlarda bulunan yazılara üzüldüm. Bunu daha önce de yazmıştım.

Bugün konu Defne üzerinden, bambaşka bir konuyla karşımızda.
Bu kez darağacına çıkarılan isim Acun.
Yarışma programını bir hafta yayınlamamış, sonrasında erken finalle yarışmayı bitirme kararı almış.

"Keşke dans ettirmese, kalan 3 kişiyi birinci ilan etse, okul için gereken açık neyse biz SMS'lerle destek olsak." dedim bu sabah Twitter'da.
Daha sonra gelen tweetler, bu finalin hiç yapılmaması gerektiği yönündeydi çoklukla.
Çok içten yazayım, benimde asıl istediğim buydu başında. Yani, daha 1 ay bile geçmeden, o pistin üzerinde danseden neşeli kadının ardından, son 3'e kalan yarışmacıların neşeyle dansetmelerini bünyem kaldıramayacaktı. İzleyemem ki diyordum.

İzledim.
Başlangıcında Defne'ye ayrılan bölümde abartmıyorum, hüngür hüngür ağlayarak izledim. Acun'un gözleri dolarak, yutkunarak konuşma çabasını da izledim ve Saba Tümer'in tıkanışını da.
Ve Twitter'a baktım.
"Acun, ölü soyucusu, mezardaki kadını bile rating uğruna harcadı, o okul yapılabilirdi, gerek var mıydı bu reklamlara, programı 1 hafta erken bitirmek reklam gelirini düşürmüş, vay hesapçı..." türü pek çok öfkeli tweet okudum.

Programı izlerken evimizde tesadüfen bizimle olan misafirimiz bir tv çalışanıydı. Ona sordum, yanıtı şöyleydi, "Bir program satın almak çok zordur, sözleşmelerinde programı yayından kaldırırsanız yüklü tazminat ödeyeceğiniz maddesi bulunur. Kaldırırsa bu okul projesi gerçekleşmeyebilir."
Bunu Acun'da dile getirmiş, ben izlemedim.

İnsanları çok bariz hataları için kolayca yargılayabiliriz. Ve haklıyızdır da. Ama neyin neden olduğunu tam olarak bilemediğimiz durumlarda, sadece suçlarız. Ve bazan hatalara düşeriz. Acun'a bu konuda sorular sorulacak, yanıtları verilecektir belki, ama pek çoğumuz onu yine linç ettik bile.

Okul program sırasında tanıdıldı. Şimdi büyütülüyor, öğrenci sayısı 250 ye çıkarılacak ve hiç bir öğrenciden para alınmıyor.
Twitter'da okulu küçümseyen bazı tweetler okudum.
Şunu sormak istedim, "Tamam madem bu okulu yapmak kolay, e madem beğenmediniz, hadi o zaman kolları sıvayalım, toparlayalım aramızda para, bulalım arsa, sponsor bulalım, biz yaptıralım?"
Sorsam nasıl yanıt alırdım, açıkcası bilmiyorum.
Gerçekten kolay değil!
Hele ki özel eğitime muhtaç engelli çocuklar için okul yaptırmak, eğitmen bulmak, hizmet içi eğitimin devamını sağlamak asla kolay değil. Üstelik bu çocuklara bedava hizmet vermek...
Ülkemizde kurulan ilk eğitim merkezlerinden birisi Anadolu Üniversitesi bünyesindeki İÇEM'dir ve kurucusu Yılmaz Büyükerşen'dir. Nedeni işitmeyen kızıdır. Biraz araştırılırsa bu konuda Hoca çok suçlanmıştır, "aman kızı olmasa kurmazdı bu okulu" diye, ama bu okul sayesinde pek çok engelli çocuğa eğitim verilmiş, ve bir çok aile minnetar kalmıştır.
Yani bir sebeb-sonuç ilişkisi!
Olanağı olan bu konuda bir şeyler yapabilirse ne mutlu.


Bir de rating konusuna takıldım?
Acun'un ratinge ne kadar ihtiyacı var?
Zaten yaptığı her program fazlasıyla ilgi görmüyor mu?
Türk halkının eğlencesi tv'ler, bunu inkar edemeyiz, programlarını tartışmıyorum,gereksizdir vs, ama izleyen belli bir kitlesi var ki, Acun nerdeyse marka oldu bu programlarla.
Yani bu adamın, bir ölüm üzerinden rating yapma kaygısı taşıdığını sanmıyorum açıkcası.
Bir hedef belirlenmiş, ve bu hedefe ulaşıldı.

Acun'u savunmuyorum, ama anlatmak istediğim şu, acımasızca eleştirmek, eleştirileri hakarete vardırmak yerine önce biraz düşünelim. Ve konu sadece Acun değil...
Başlangıçta çok tersini düşünmeme karşın, bu acımasızca eleştiriler benim bile şu yazıyı yazmama neden oldu.

Bana göre bu programda yapılan en büyük hata, ödülün Can'a verileceği halde, birinci aranmasıydı. Keşke Acun, "Haydi Türkiye, bundan böyle Defne'nin adıyla anılacak bu programda, engelliler okulu için atıyoruz SMS'leri" deseydi! Bir gecede Gülben Ergen'e SMS yağdıran Türkiye, eminim bu gece attığı SMS'lerin 3 katını atardı.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Defne


Televizyon ekranında kıvırcık saçları kısacık kesilmiş, esmer tenli, elinde mikrofon oradan oraya koşuşturup duran enerji dolu kızı ilk gördüğümde, ne programı yaptığına dikkat bile etmeden hayran hayran bakmıştım.
Güzel değildi, ama çok sempatikti. Hiç durmadan konuşuyor, koşturuyordu. İnsanlarla söyleşi yapıyordu yanlış hatırlamıyorsam.
Bir ara ekran yüzüne odaklandığında adı yazdı bant üzerinde; Defne Joy Foster!
Defne ya da Foster ilgimi çekmedi, Joy'un bu kıpır kıpır insana yakışan tek adı olduğunu düşündüm aynı anda.
Lakabı olduğunu düşünmedim değil, yanlış bilmiyorsam gerçek adıymış. Amerikalı bir baba ve Türk anne.
Daha sonraları arasıra rastladığım, ama ne sonunu ne başını izlediğim çeşitli programlarda sunuculuk yaptığını gördüğüm genç kızın Türkçe'sinin akıcılığı, kurduğu rahat diyaloglar, her ne kadar sürekli izleyicisi olmasam da, ona hep sempati beslememe neden oldu.

Acun Ilıcalı'nın Yok Böyle Dans yarışmasını, ev arkadaşlarımın programı izlerken yaptığı şamataya özendiğim için izlemeye başladım. Güneri Civaoğlu'nu izlemek nasip olmadı ama, Defne'yi, SMS'ler sayesinde son haftalara kadar kaldığı tüm yarışlarda izledim, dinledim! ;) Dans etmekten çok, programı 'show'a çevirme ustası Defne...
Bir gece kendisini "gösteri maymununa" benzetmesine içerledim. Hatta arkadaşlarım "amann yeter bu gevezenin bitmeyen çenesi" dediklerinde gülümsedim. O arkadaşlarım bu sabah duydukları haberle yıkıldılar, hatta söylendikleri için kendilerine sorumluluk biçtiler. "Ben "git artık Defne" dedim ama ölüme gitmeni kastetmedim ki..." diye çaresizce gözyaşı döktü birisi.
Yarışma boyunca o konuştukça, için için Acun'un rating uğruna, hep son ikiye kalan Defne'yi bırakmak için SMS'lerle oynadığını bile düşündüm.
Ona gevezelikleri için hiç kızmadım gülerek izledim, sadece "kocayı bırakıp, hocayı alıcam" dediğinde, bizim toplumumuzun ve elbette benim aile konusunda hassaslığımızı bildiğim için kırıldım, hatta bunu Twitter'da "olmadı bu espri" yazarak paylaştım.
O bir anneydi, mutlu bir evliliği olduğunu biliyorduk ve bir anneye espri bile olsa bazı sözler yakışmıyordu!

Ama...
Ölümmüş asıl yakışmayan!


Defne Joy Foster, bu sabah öldü.
Ardında soru işaretleri bırakarak.
Astım krizi miydi, içki üstüne ilaç mı içmişti, kalp krizi miydi, neden başkasının evindeydi? Sorular sorular...
Bugün, son günlerde gündemde olan popüler bir insanın ölümünün, bazı insanların çirkin yüzlerini nasıl ortaya çıkartabildiğine tanık olduk. Daha otopsi bile yapılmadan, ölüm nedenini alkole, uyuşturucuya bağlayanları, daha da ileri gidebilen yobazların onun çıplak dansetmesinin günahkarlığının (!) bedelini ödediğini yazdığını okuduk.
Şu ana kadar izlediğim kadarıyla kesinleşmiş bir rapor yer almadı medyada.
Avukatı bir basın açıklaması yaparak, spekülasyonların ailesi üzerinde yarattığı üzüntüyü belirterek, bunların gerçeği yansıtmadığını ifade etti.

Yarın üzeri toprakla örtülecek.
Belki hiç bir zaman kesin net bilgiye ulaşamayacağız, ve örümcek kafaların spekülasyonları açıktan olmasa bile, anlamlı (!) sözlerle sürdürmesini izleyeceğiz.
Bense şu dakikalarda, hiç bir şeyden haberi olmayan, annesini arayan 1.5 yaşındaki oğlunu düşünüyorum, ve yaşamı boyunca onu bekleyen zor soruları...

Ve Defne'nin ölüm nedenini filan merak etmiyorum artık!

Sadece, astım rahatsızlığı olduğu gerçeğini gözönünde bulundurarak, alkol ve ilaç alımı konusunda yazan bazı uzmanların sözlerini kayda değer buluyorum. Bugün Ege baskısında @tuncayfiliz'in değindiği konuları, Defne'nin ölümünden bağımsız olarak, kayda değer açıklamalar olarak kabul ediyorum, alkol sonrası alınan masum bir aspirinin bile vücutta ne hasarlara yol açabileceği gerçeğini öğrendiğim için daha dikkatli olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Ve güleryüzlü, insancıl, hiperaktif, hep heyecanlı, kıpır kıpır yerinde duramayan komik kadına Allah'tan rahmet diliyorum sadece.
Ölüm şaka olmadığına göre, kötü şakaydı demeden...